[8-9 Temmuz 2020] Önce, ucu bazı güncel tartışmalara dokunan küçük bir hatırlatma: Onlar da Edward Said ve Immanuel Wallerstein gibi, sonra Benedict Anderson, Larry Wolff, Maria Todorova ve daha niceleri gibi, Batı-merkezciliğin gene Batı tarihçiliği ve sosyal bilimlerinin içinden çıkan çok etkili eleştirmenleri. Buna karşılık meselâ Müslüman âlim ve düşünürlerden gelmiyor böyle bir zenginlik. Karşı çıkıyor, şikâyet ediyor, kınıyor, reddediyor — ama bilimsel ikna yoluyla başarı şansı olacak başka bir yol ve model gösteremiyorlar. Birçoğu, kendi kültürel ve inançsal kimliğini “Batı bilimi”nin karşısına dikmenin yeterli olduğunu zannediyor. Yok, bu darlığı aşabilecek sentez kapasiteleri. Çok önemli bir nedeni, kendi bağlayıcı kudsiyetleri. Tabuları var, dokunulmazlıkları var. Edebiyatta da, sanatta da, bilimde de derinleşmekten alıkoyuyor. İnsanı olduğu gibi göremiyor ve kurcalayamıyorlar. Oysa bütün eksik ve sakat yanlarıyla o horlanan “Batı bilimi” ve akademisi, hem şimdiye kadarki bütün içerik ve metod birikimi, hem olanca özgürlük geleneği, sınırsız düşünme ve tartışma geleneği sayesinde, habire kendi alternatiflerini kendisi üretmeye devam ediyor.
Geçtim. Asıl konuya, geneli ve özeliyle köylü toplumlarına ilişkin evrensel sosyolojik gerçekliklerin, önce nasıl görülemediği ve sonra nasıl görüldüğüne dönelim.
Bu sefer şöyle düşünün: dünyanın Avrupa diye bir köşesi var. Avrasya anakarasının en kuzeybatı ucu da diyebiliriz (Diamond, Cook ve Ponting öyle görüyor). Mısır, Mezopotamya, Orta Doğu, İran, Hindistan ve Çin gibi büyük medeniyet merkezlerine kıyasla, burası uzun süre hayli geri bir çeper (periferi). Derken, coğrafî avantajına dayanarak kıpırdanmaya başlıyor. Atlantik kıyısı konumu sayesinde, okyanusa açılıp “orada” olduğu daha önce bilinmeyen büyük bir kara parçasına tosluyor: kazara Amerikaları “keşfediyor.” Üstelik yerli halk askerî bakımdan çok geri. Madenî zırh ve silâhları yok. Avrupalı fatihler eziyor, yağmalıyor ve kısa zamanda büyük zenginlik biriktiriyor. Bu sayede, o sıralar kendisinden çok daha ileri ve müreffeh seviyedeki Hint Okyanusu ekonomik bölgesine de girmeyi başarıyor.
Öyle veya böyle; 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da “modern” ve/ya “kapitalist” sözcükleriyle tarif etmeye çalıştığımız yeni bir kültür ve uygarlık dairesi yükseliyor. Avrupa kendi kimliğini, zaman içinde birbirini izleyen (ve belki kısmen örtüşen) çeşitli “öteki”lerle mücavirlik, mukayese ve mücadele içinde oluşturuyor. Bu “öteki”ler bazen çoktanrıcılar, bazen İslâm, bazen Türkler/Osmanlılar, bazen Amerika’ların yerli halkları, bazen Afrika ve Asya’daki sömürgeler, bazen diğer “ırk”lar, bazen Yahudiler, bazen Sovyetler ve komünizm olabiliyor (bkz Gerard Delanty, Inventing Europe).
Kabaca 1500 dolayları ile 1800 arasında adım adım serpiliyor, bu yeni Avrupa’nın yeni üstünlük duygusu. Avrupalı elitler kendi kültürlerini, bilgilerini, değerlerini, hayat tarzlarını, kurumlarını ve pratiklerini norm/al, başka kültür, değer, kurum ve pratikleri a-normal kabul etmeye başlıyor. Avrupa-merkezciliğin en temel katmanları bu üç yüzyılda kuvvetle teşekkül ediyor. Avrupalı nazarı (the European gaze) kendine baktığında başka, kendi dışına baktığında başka şeyler görüyor. Benzerliği değil benzersizliği algılıyor. “Biz moderniz, onlar değil. Bizimle aynı patikayı izlemiyorlar. Başka bir hava ve mecradalar. Bizim gerimizde kalıyorlar.” Batı ile Doğu arasında bir yol ayırımı hissi ve bunun değişik bir özden kaynaklandığı fikri, daha bu aşamada, bugün Oryantalist dediğimiz düşünce tarzına hayat veriyor.
Oryantalizm bir ideoloji, bir dünya görüşü. Şarkiyat Çalışmalarının (Oriental Studies) o zamanki hali, metotları, ne bilip ne bilmediği zemininden fışkırıyor. Başka bir deyişle, Şarkiyat Çalışmaları içinde bilim ve ideoloji içiçe. Hem diller, edebiyat, çeviriler, edisyon kritikler, sözlükler, ansiklopediler bakımından muazzam kazanımlar söz konusu (ki hâlâ kullanıyoruz). Hem de böyle özcü bir ötekileştirme ve tarihsizleştirme saplantısını besleyip yeşertiyor. Dil ve din farklarıyla birlikte, hukuk ve siyaset öne çıkıyor. Çünkü (Yeniçağ da dediğimiz) Erken Modernite hâlâ öyle bir dönem. Toplumlar aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağı algılanıyor. Henüz önce ekonomiye değil, önce devlete, yönetime, siyasete, kurumların hukuki elbisesine bakılıyor.
Bu ortamdadır ki Machiavelli, sonra Montesquieu ve Hegel gibi düşünürler, giderek uçurumlaşan bir ayırım yapıyor Batı yönetimleri ile Doğu yönetimleri arasında. Bizde sınırlı monarşi (limited monarchy) var, onlarda yok. Bizde hukuk devleti var (bkz Kanunların Ruhu), onlarda yok. Bizde kontrat, sözleşme, bağıtsallık var; onlarda yok. Bizde kişi özgürlüğü var, onlarda yok. Bizde özel mülkiyet ve sermaye birikimi var, onlarda yok. Biz dinamiğiz, onlar statik. Bizde terakki (evrim, ilerleme) söz konusu, onlarda ise tekerrür (tarihin tekrarı). Böyle bir dizi 1/0 ikilemi (binary opposition) oluşuyor. Hepsi Doğu Despotizmi (Oriental despotism) konseptinde özetleniyor.
Buraya kadarı, tekrar edeyim, antikacıları, koleksiyonerleri ve dilbilimcileri dahil 1500-1800 arasında Şarkiyatın ve Şarkiyatçıların ürünü. Derken 19. yüzyıl başlarında Berlin’den başlayarak modern üniversite sistemi kuruluyor. Bilimselliği yeni kabul edilen sosyal bilimler de dahil, her bir özerk disipline ayrı bir bölüm (departman) esası benimseniyor. Herodot ve Tukidides’ten, yani İÖ 5. yüzyıldan beri bol parası ve boş zamanı olan amatörlerin uğraşısı olan Tarih de bu noktada yeniden tanımlanıyor. Kurumlaşıyor ve profesyonelleşiyor; diploma ve doktora koşulları belirleniyor. Müstakil Tarih bölüm ve seminerleri ortaya çıkıyor.
Bu, Şarkiyatçıların yanısıra şimdi bir de Ortaçağ tarihçilerinin sahneye çıkması demek. İkisi çok farklı birbirinden. Şarkiyat Çalışmaları, kurumlaşsın kurumlaşmasın dışarıya, Doğuya, ötekine bakıyor. Avrupa dışı dilleri ve kültürleri bilmeyi gerektiriyor. Tarih bölümlerinin yüzü ise kendine, Avrupa’ya ve sadece Avrupa’ya dönük. 19. yüzyılın ilk yarısında, diyelim Leopolod von Ranke’nin Berlin Üniversitesi’ne profesör atandığı 1825 yılında, tarih diye ne var bu yeni tarih bölümleri ve öğrencilerinin çalışabileceği? Çok gerilerde İlkçağ var, yani Eski Yunan ve Roma; çok saygın ama Avrupa ve Avrupa Tarihi değil, çünkü Avrupa krallıkları ve ulus-devletlerinin kaynağı değil; İS 5. yüzyılda sonlanan ayrı bir dünya. Daha yakınlarda Yeniçağ var, ama topu topu 300 yıllık. İkisinin arasında ise, Göç ve İstilâlar Çağı’yla ya da Kavimler Göçü’yle birlikte Avrupa’nın doğuşunu da içeren net 1000 yıllık bir Ortaçağ uzanıyor.
19. yüzyılın yeni Alman ve Fransız üniversitelerinin yeni tarih bölümlerinde çok önemli bu Ortaçağ. Gerek başlıbaşına süresi, hacmi ve içerdiği konu zenginliği; gerek Napolyon’un yenilgisini ve Fransız Devrimi dalgasının geri çekilmesini izleyen Restorasyon dönemi Romantizminin geçmişe uyandırdığı tarihsici (historicist) nostalji; gerekse yeni milliyetçilik çağında Avrupa uluslarının başlangıcının ne kadar geriye götürülebileceği açısından (bkz Patrick Geary, The Myth of Nations [Uluslar Efsanesi]), Avrupa tarihçilik piramidinin en tepesinde Ortaçağ tarihi oturuyor. Latince, Orta Almanca, Orta Fransızca ve Orta İngilizce bilen; dolayısıyla bu dillerdeki bütün edebiyatları okuyabilen, Kilise, mahkeme ve noterlik belgelerini çözebilen, kraliyet arşivleri ile saraylı aşk şiirleri ve malikâne envanterlerine aynı derecede vakıf Ortaçağ tarihçileri, derslerimde de kullandığım bir benzetmeyle, o zamanlar bu mesleğin Porsche’ları, Cadillac’ları, Rolls Royce’ları. Sair meslekdaşları ucuz ve sıradan Fiat veya Citroen’leri andırırken, yelpazenin diğer ucunda traktör veya kamyonet misali Şarkiyatçılar yer alıyor.
Peki, ne görüyor bu seçkin, bu aristokratik Ortaçağcılar, kendi alanlarına baktıklarında? Ne gördüklerini, 150-200 yıl sonra bugün geldiğimiz noktada, ben kendi terimlerimle şöyle tarif edebiliyorum: (1) Çok popüler düzeyde konuşacaksak, şatoları ve şövalyeleri görüyorlar. Başka bir deyişle, fiyef dağıtımının nasıl bir kabileden devlete geçiş sürecinde oluştuğunu daha önce anlattığım sonuçlarını: zayıf krallar ve güçlü lordları kapsayan görece ademi merkezî, görece aristokratik bir iktidar konfigürasyonunun kendine özgü hukuk ve kültür giysilerini, couleur locale’ini (mahallî renklerini) görüyorlar. O kadar ki, uzun süre devleti görmüyorlar bile. Ya da devleti süzeren-vasal, üst bey ve alt bey ilişkilerine indirgiyorlar. Ve bu ilişkilerin tamamını aynen fotoğraflayıp önce feodal hukuk (ius feodale), sonra feodalite, giderek feodalizm adını veriyorlar. (2) Henüz 19. yüzyılda dikkatlerini toplumun tepesinden ne kadar aşağıya kaydırdıkları, yani köylüleri görüp görmedikleri çok şüpheli. Paul Vinogradoff büyük bir istisna kuşkusuz. Çünkü Rusya kökenli ve yoksul, ezilen bir geleneksel köylülük realitesini bütün acı çehresiyle birlikte çok yakından tanıyor. Ama çoğu profesyonel Ortaçağcı, köylüleri gene hâkim sınıfların gözüyle görmekten; yani bağımlı küçük köylü ekonomisine o özel iktidar konfigürasyonunca giydirilmiş, zamana ve mekâna özgü hukuk ve kültür renkleriyle görüp algılamaktan kurtulamıyor. Haksızlık etmeyelim; çok ama çok zor bu zihinsel çerçevenin dışına çıkabilmek. Sonuçta, 1000 veya 1100 veya 1200 dolaylarındaki Avrupa köylülüğünü de âdetâ kameranın karşısına oturup bütün o mahallî giysisi içinde fotoğrafını çekerek adına serflik diyorlar.
Altını ne kadar çizsem az: Paul Vinogradoff (1854-1925) ve hattâ Marc Bloch’a kadar (1886-1944) hemen hiçbir profesyonel, akademik Ortaçağ tarihçisi bakmıyor Avrupa dışına. Başka coğrafyalardaki fiyef sistemleri ve bağımlı köylülüklerle zerrece ilgilenmiyor. Feodalizm ve serflik kavramları, sadece Avrupa’ya özgü bilgiler temelinde, bu kadar Euro-specific bir düşünce ve bilim süreciyle tanımlanıyor. 18. ve 19. yüzyıl Avrupa düşünce dünyasının bir başka kompartımanında ise Şarkiyatçılar yaşamakta. Onlar Ortaçağ tarihçileriyle aynı tezgâhtan geçmemişler. O kadar katı, önü ilikli bir disiplinden gelmiyorlar. Fakat Avrupa-merkezcilik onların da soluduğu havada var. Bu zihniyetle, Avrupa’nın içine değil dışına bakıyor ve feodalizmin aynadaki aksini, negatifini, eski körüklü fotoğrafçıların deyimiyle “arabı”nı — güçlü hükümdar, zayıf fiyef sahiplerinden oluşan hafif değişik bir iktidar konfigürasyonunu görüp adına Doğu despotizmi diyorlar.
Bu da bizi Marx’ın bu konuda nerede, hangi bilgi ve düşünce akımlarının kavşağında durduğuna; Avrupa’nın ve Avrupa dışının kapitalizm öncesi tarihine ilişkin kendi kavramlarını nerelerden ödünç aldığına getiriyor.