Dozu giderek arttırılan baskıcı kimlik politikalarına; ayrımcı, düşmanlaştırıcı otoriterizme maruz kaldıkça, muhafazakarlara Izzetbegoviç’in ünlü aforizmasını hatırlatıyoruz: “Savaşı öldüğümüz zaman değil, düşmanımıza benzediğimiz zaman kaybederiz” …
İnsanı ahlaki tutarlılığa çağıran çok güçlü bir söz bu. Kötülüğe, adaletsizliğe, zulme isyan etmenin erdemli olmaya yetmeyeceğini hatırlatan; isyan edenin karşıtına dönüşmesini çürüyüş olarak niteleyen bir bilgeliğin sesi. İnsan doğasının kirli, yıkıcı tarafının farkında olan; onu yozlaşmaya karşı uyaran bir derinlik taşıyor.
Gerçekten de eşitlik, adalet diye yola çıkanların; ayrımcılıktan, yasakçılıktan canı yanmış olanların güçle buluşmalarından çıkan sonuç, şikâyet edilen durumların ortadan kalkması olmadı. Yaşanılanlar, zalimle mağdurun yer değiştirmesinden ibaret kaldı ve şimdi biz ahlaki tutarlılık üzerine temellendirilen eleştirilerin neredeyse hiç yankı bulmadığını görüyoruz. Bugünün mağdurları, kaybetmişleri bugünün muktedirlerine dünkü sözlerini hatırlatarak adaleti sağlayamıyorlar; yeni mağduriyetleri engelleyemiyorlar. Ahlaki tutarlılığa davet iş görmüyor; muktedir kimliğin kulağı kapalı. Hepimiz bunun farkındayız.
Bir söz var: “medeniyetin cilası çok ince”. Kültürel kimlik çatışmalarının tarihsel olarak biriktirdiği öfkeli, çatışmalı aidiyet duygularını giderebilecek güçte bir çimento değil ahlak. Altta yatanı örtme gücünden yoksun ince bir cila.
Kimlik çatışmasını diri tutmayı faydalı bulan siyasi stratejilerin daha da tırmandırdığı nefret, güç kimin eline geçerse ötekine karşı daha da acımasız davranacağı aşılması güç bir döngünün işlediğini düşündürtüyor. Böyle bir psikolojik iklimde ahlaki söylemler de aşırı araçsallaşıyor; muhatabı gözünde zorlayıcılığını da inandırıcılığını da yitiriyor.
Peki bu yıkıcı döngü nasıl aşılacak? Bir kimliğin ötekini ezip tarih sahnesinden silmesiyle mi? Bu mümkün mü? Hınç yüklü insanların kuşaklar boyu kendilerini, birbirlerine bedel ödetme mücadelesine adadıkları bir toplumda yaşamak istenilir bir durum mudur?
Kültürel kimlikler üzerinden yürüyen politik çatışma kanımca aşılamaz bir sürükleniş değil. Siyasal gücün bu çatışma üstüne inşa ediliyor olması, Türkiye toplumunun çoğunluğunun bunu onayladığını; siyasetin bu eksen çevresinde şekillenmesinden rahatsızlık duymadığını göstermiyor. Sorun şu ki azınlıkta olan sosyolojik kümeler sahayı domine edebilecek enerjiye, dinamizme sahipler.
Özellikle iktidarı kullanan siyasal aktör, kimlik vurgusu ve ötekileştirme söylemine hizmet politikaları ekleyebildiği ölçüde merkeze açılmayı, güç alanını genişletmeyi başarabilmişti. Uzun yıllar politik alanı denetimi altında tutabildi ve etkili, meşru bir alternatif oluşamadı. Bu başarıda, ekonomi ve sosyal politikalarda elde edilen olumlu sonuçların büyük payı olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Artık bu imkânın kalmadığı görülüyor. Mevcut iktidar yapısıyla aşılamayacak çok ciddi bir krize ağır yozlaşma eşlik ediyor. Bütün göstergeler yıkımın eşiğinde olduğumuzu anlatıyor. İktidar siyasetinin “hizmet” ayağı çöküyor. Buna karşılık “kimlik” vurgusu yoğunlaşıyor. Sonuçta gri alana doğru kuvvetli bir kan kaybı var.
Muhalefet cephesinde ise İslamofobik dışlayıcı katı laik kimliğin etkisi belirleyiciliğini kaybetmiş gözüküyor. Sessiz ve derinden işleyen bir akıl, uzun süredir ana akıma yeni bir yön çizmiş ve mesafe almış durumda. Yerel seçimlerde bu politika büyük sonuçlar elde edebildi. Muhalefetin ana gövdesini “kalpaklıların” domine etme şansı kalmadı gibi gözüküyor.
Keza, iktidarın yaslandığı sosyolojiyle organik, tarihsel bağları olan iki yeni oluşum sahneye girdi ve yavaş da olsa etki yaratmaya başladılar.
Kürt hareketi ayrı bir başlıkta tartışılmayı hak eden ağırlıkta bir merkez kuşkusuz. O cephenin de kimlik çatışmasını aşan bir dil kurmakta kararlı olduğunu, kendisine yönelik yoğun kriminalize etme çabalarını boşa çıkartacak, çok dikkatli, soğuk kanlı, rasyonel siyasetler üretme çabası sergilediğini görüyoruz.
Sahnenin tamamına baktığımızda, toplumsal çoğunluğu oluşturan her renkten kesimlerin esas itibarıyla kimlik politikalarının ve çatışmalarının gönüllü müşterisi olmadığını söylemek mümkün. Kuşkusuz birbirlerine uzak düşen aidiyetlerden söz ediyoruz. Ama bu aidiyetlerin ve farklı yatkınlıkların ortak noktasının “kimlik politikaları” aracılığıyla manipüle edilmeye çok elverişli olmadığını; kimlik rüşvetleri ve hamaset yerine ekonomik ve sosyal istikrar taahhütlerine; çatışma yerine ılımlı seslere kulaklarının daha açık olduğunu görmek gerekir. Asıl sorun, azınlığı oluşturan sert çekirdeğin politik olarak çok aktif temsil edilmesi karşısında, bu çok parçalı ama çoğunluğu oluşturan sosyolojinin siyaseten temsil edilemiyor oluşudur. Başta işaret ettiğimiz kimlik çatışmasına dayalı yıkıcı döngünün kırılması işte bu çok farklı renkler barındıran toplumsal çoğunluğun siyasal alanda temsil gücü kazanmasından geçecektir.
Bu nasıl başarılabilir? Bir zamanların deyimiyle “azgın azınlığın” elinden siyasal inisiyatif nasıl alınabilir?
Herhalde bunun ilk cevabı, bu sorunun tek parti eliyle aşılamayacağıdır. Kimlik çatışmalarından yorulmuş, ekonomik çöküşe çare arayan çok renkli bir çoğunluktan söz ettiğimize göre farklı renkten partilerin varlığının doğal, dahası yararlı olacağını kabul etmek gerekir. Çok parçalı muhalefet bir zafiyete değil, tersine siyasette olumlu yeni bir zemine işaret etmektedir. Partizan aidiyetlerin kendilerini alıştırması gereken yeni gerçeğimiz budur. Diğer partilere hasım değil, hatta rakip de değil, yeni bir Türkiye’nin inşasında paydaş gözüyle bakabilmek… Bu herkes için yeni bir pozisyondur.
Sorunun ikinci cevabının iktidara karşı mücadelede izlenecek yöntemlerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Kimilerinin “siyasetsiz siyaset” diye kavramsallaştırdığı, sokak aktivizminden uzak duran, kimlik merkezli gündem üzerinden çatışmaktan kaçınan yeni çizgiyi ben son derece akılcı, doğru bulanlardanım. Bu da Türkiye için yeni bir gerçek ve buradaki siyasal ezberlerimizle de yüzleşmemizde fayda var.
Muhalefetin Ayasofya tartışmasına girmemesi doğruydu. CHP’nin bütün gövdesiyle gidip Baro eylemlerine abanmaması; avukatların sivil çıkışıyla iktidarı karşı karşıya bırakması ve düzenlemeyi neden yanlış bulduğunu açıklamakla yetinmesi de kanımca çok doğruydu.
Ali Babacan’ın sakin sesi, güven veren kalibresi; çatışmalardan kaçan, rövanş aramadığını, geçmişe değil geleceğe bakmayı önemsediğini ilan eden açıklamaları da hak ettiği yankıyı bulacaktır inancındayım.
Üstelik bu, kimlik eksenli çatışmalardan uzak duran, sakin ama net konuşan, öfke dili kullanmayan politik tutumu, elverişli bir taktik olarak gördüğüm için değil; kalıcı olmasını dilediğim yeni bir politik kültürün nüveleri olarak benimsediğim için de memnuniyetle selamlıyorum.
Bu tür örneklerde muhalefeti “yetersizlikle”, “etkisizlikle” suçlayanlar eski ezberlerle konuşuyorlar, ülke siyasetinin temel dinamiğini yanlış okuyorlar düşüncesindeyim.
Haftaya devam edelim…