Her şeyden evvel, son günlerde gündemi işgal eden Sözleşme’nin tam adını hatırlamak gerek, çünkü adı bilmek, neyin üzerinde konuştuğumuzu bilmek açısından önemli. Adı, Sözleşme’nin içeriğini yansıtıyor: “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi.” Yani Sözleşme, kadına yönelik şiddet ve aile/ev içi şiddet gibi iki sorun alanına odaklanıyor.
Sözleşme, Mayıs 2011’de İstanbul’da yapılan Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açıldığı için “İstanbul Sözleşmesi” olarak biliniyor. 81 maddelik Sözleşme’nin dört temel gayesi var: Şiddeti önlemek, mağduru korumak, şiddet fiilini etkin bir şekilde kovuşturmak ve şiddete karşı etkili politikalar geliştirmek.
Sözleşme, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesini konu alan ve hukuki bağlayıcılığı olan ilk uluslararası belge niteliğini taşıyor. Türkiye, bu Sözleşme’nin hazırlanma süreci dâhil her aşamasında bulundu, ön ayak oldu, Sözleşme’yi imzalayan ve onaylayan ilk ülke sıfatını aldı. 1 Ağustos 2014 tarihinde Türkiye’de resmen yürürlüğe giren Sözleşme, bugüne kadar 45 Avrupa Konseyi üyesi devlet tarafından imzalandı, 34’ü tarafından da onaylandı. Bugüne kadar Sözleşme’den çekilen bir ülke olmadı.
Siyasal daralma
İmzalandığı dönemde, bir dirençle karşılanması bir yana, Türkiye’nin kadın haklarına ve demokratik değerlere atfettiği önemin ve iktidarın kadına yönelik şiddeti önlemeye verdiği önceliğin bir nişanesi olarak gösterilen Sözleşme, dokuz yıl sonra yoğun bir tartışmaya açıldı. İktidarı destekleyen kimi çevreler, bu Sözleşme’nin fıtri cinsiyetleri bir tehlike gibi addettiğine, cinsiyetsizliği dayattığına, eşcinsel ilişkileri teşvik ettiğine, aile yapısını dumura uğrattığına ve geleneklere savaş açtığına dair büyük bir propaganda faaliyeti yürütüyor.
Neredeyse memleketin başına musallat olan bütün melanetlerden bu Sözleşme ve onu imzalayanlar mesul tutulacak. Oysa Sözleşmede, bu ve benzeri ithamlara dayanak oluşturabilecek herhangi bir hüküm yok. Muhalifliği bileylemek babında öne sürülen iddialar ve kanıtlar (!) da inandırıcılıktan uzak. Bu itibarla İstanbul Sözleşmesi karşıtlığının temelinde, hakiki endişelerden ziyade, AK Parti’nin ve bazı destekçi çevrelerinin siyasi yönelimlerinin yattığını söylemek yanlış olmaz.
AK Parti bir siyasi daralma süreci yaşıyor. Eskiden olduğu gibi farklı ve geniş kesimlere hitap edebilme becerisini kaybediyor, giderek daha az ve daha dar bir kitleyi ikna edebiliyor. Etki alanının daralması, iktidarın çekirdeğinde bulunan grupların, bugüne kadar çeşitli nedenlerle paranteze aldıkları itirazlarını ve taleplerini daha açık bir biçimde dile getirmelerine olanak sağlıyor.
İçe kapanma
İçe kapanmanın hızı arttıkça çekirdek taban cirminden daha fazla bir yer yakıyor. Dün söylemediklerini bugün bağıra çağıra söylüyor, geçmişte sessizce karşıladıkları konular hakkında gürültü çıkarıyor ve taleplerini partinin önceliği haline getiriyor. İstanbul Sözleşmesi’ne, imzalanmasının üzerinden dokuz yıl geçtikten sonra bu derece keskin bir muhalefet geliştirilmesi, bunun bir yansıması olarak okunabilir.
AK Parti bu durum karşısında iki yönlü bir siyaset izliyor: Bir yandan, zaten düşme eğilimine girmiş oylarını korumak adına, çekirdeğinden gelen bu seslere daha fazla kulak kesiliyor. Eskiden bu tür talepler karşısında daha mesafeli ve artısını-eksisini düşünen daha serinkanlı bir tutum alırken, şimdi bunları hemen olumluyor ve mümkün mertebe hızlı bir şekilde hayata geçirmek için kolları sıvıyor.
Diğer yandan ise, bu talepleri bütün bir muhafazakâr-dindar kesimin talebi formuna koyup muhalefetin buna göstereceği tepkiyi de bütün dindarlara yönelik bir tepki gibi sunmaya çalışıyor. Muhalefetin reaksiyoner tavrının, muhafazakâr-dindar camiada bir kaygı ve korku yaratmasını bekliyor.
Hülasa AK Parti endişelerin arttığı bir karşıtlık ortamında, kendisine dönük şikâyetlerin önünü kesebileceğini ve böylelikle gücünü muhafaza edebileceğini düşünüyor.
Sosyolojik değişim
Ancak işler AK Parti’nin düşündüğü gibi gitmedi, gitmiyor. İlkin, artık muhalefet bu ayrıştırma üzerinden siyaset oyununa prim vermiyor. Dolayısıyla AK Parti’nin tahtada iyi görünen taktiği, sahada umulan neticeyi üretmiyor. İkincisi ve daha mühimi, AK Parti kendi sosyolojisinden uzaklaşıyor; onların hayata dair görüşlerini yakalamakta zorlanıyor ve beklentilerini karşılayamıyor.
Uzun süren AK Parti iktidarında okullaşmada, orta sınıflaşmada ve şehirleşmede önemli adımlar atıldı. Sonuçta 2002’den farklı bir AK Parti sosyolojisi ortaya çıktı ve değişim en göze batar haliyle kadınlarda kendini gösterdi. Kadınlar daha fazla eğitim alma olanağına kavuştular, iş dünyasında kendilerine daha fazla yer buldular ve kamusal alanda daha çok görünür oldular. Hidayet Şefkatli Tuksal, muhafazakâr kesimdeki -bilhassa kadınlardaki- bu değişimi güzel özetliyor:
“Muhafazakâr kesimin gençleri ise, büyüklerinin hatıralarından haberdar olsa da, daha geniş bir perspektiften, daha farklı alternatiflere de sıcak bakan, daha ılımlı ve daha az sadık bir kitleyi oluşturuyor. Onlar daha eleştiren bir taraftalar ve özgürlükleri daha çok önemsiyorlar diye düşünüyorum. Özellikle muhafazakâr kesimdeki genç kadınların kadın haklarından geriye gidiş anlamına gelecek her adıma tepki duyduklarını, bunu çok yüksek sesle ifade edemeseler de, bu konuda kaygılı olduklarını görüyorum. Yakın zamanda twitter’da gerçekleştirilen erkeklerle ilgili bir eyleme çok sayıda kadının katılmış olması çok önemli bir göstergeydi ve bu muhafazakâr erkekleri bayağı tedirgin etti. Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet meselesi ve bu bağlamda İstanbul Sözleşmesi de, genç kadınların yakından takip ettiği meseleler.”
Duvara toslamak
İstanbul Sözleşmesi ile alakalı tartışmalar ve yaşananlar bu değişimin bir teyidi niteliğinde. Numan Kurtulmuş’un ifade ettiği “İstanbul Sözleşmesi’nden çekilebiliriz” sözlerine tepki, salt muhalefet partilerinden ve seküler kesimlerden gelmedi; muhafazakâr çevrelerden de itiraz sesleri yükseldi.
Gelecek Partisi ve DEVA Partisi, net bir biçimde Sözleşme’nin arkasında durdu ve kadın haklarından geri adım atılmasını kabul etmeyeceklerini duyurdu. Sözleşme aleyhtarı lobinin bastırma çabalarına rağmen AK Parti’nin içinden de Sözleşme’ye kol kanat gerildi. AK Parti’nin kadın milletvekilleri, iktidara yakın kadın sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderleri, kadın hakları ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi için önemli bir kazanım saydıkları Sözleşme’yi savundular.
MetroPoll Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin “Türkiye’nin Nabzı Temmuz 2020” başlıklı araştırması, halkın yaklaşık üçte ikilik bir çoğunluğunun Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesine karşı olduğunu gösteriyor. Araştırmaya göre halkın yüzde 64’ü Sözleşme’den çekilmeyi onaylamıyor, yüzde 17’si onaylıyor, yüzde 19’u ise bu konuda bir fikir belirtmiyor.
AK Parti seçmenlerinde durum çok farklı değil; AK Partililerin yüzde 50’si Sözleşme’nin lehinde, yüzde 25’i Sözleşme’nin aleyhinde görüş bildirirken, yüzde 25’i de bu soruya bir cevap vermekten imtina ediyor. Yani sadece AK Parti’nin elitlerinde değil, AK Parti’nin geniş tabanında da Sözleşme’ye dair müspet bir tutum var.
İstanbul Sözleşmesi etrafında koparılan fırtına ve buna verilen tepkiler, AK Parti’nin değişen sosyolojisine ayak uydurmadığının, kendi tabanının hissiyatına yabancı kaldığının bir karinesi. Dünyayı algılama biçimi ve talepleri farklılaşan bir kitle var. Sözleşme tartışmasında olduğu gibi bu kitle eski kodlarla baskılanmak istenir ve/veya buna niyetlenenlerin değirmenine su taşınırsa, duvara toslamak kaçınılmaz olur.
(*) Perspektif, 10.08.2020