28 Ağustos 1958 günü İsrail’in El Al Havayollarına ait bir uçak teknik arıza nedeniyle Yeşilköy Havalimanı kulesinden zorunlu iniş için izin ister.
Ambulanslar, itfaiyeler uçağın ineceği yere doğru hareket eder.
Dönemin gazetelerinde küçük bir haber olarak yer alan o uçağın sırrı 30 yıl sonra ortaya çıkar.
Eski İsrail istihbarat subayı, gazeteci Samuel Segev, “İran Üçgeni” kitabında uçağın Başbakan Menderes’le gizli bir görüşme için Türkiye’ye gelen İsrail Cumhurbaşkanı Ben Gurion ve Dışişleri Bakanı Golda Meir’ı taşıdığını, acil inişin senaryonun bir parçası olduğunu yazar.
Senaryoya göre, acil iniş yapan uçak boşaltılacak, Ben Gurion özel bir uçakla gizlice Ankara’ya getirilecektir. Ama havalimanındaki yoğun tedbirler yüzünden plan bozulur. İsrail Cumhurbaşkanı ve heyeti bir ambulansa bindirilerek olay yerinden uzaklaştırılır ve Ankara’daki görüşmeye götürülür.
1910’larda kendisinden sonra İsrail’in ikinci Cumhurbaşkanı olacak Ben Zvi ile birlikte İstanbul’a gelip Darülfünun’da hukuk okuyan eski Osmanlı vatandaşı Ben Gurion’un İstanbul aksanıyla çok iyi Türkçe konuştuğu söylenir.
1958’deki ziyaretin neden gizli yapıldığını en iyi şu sözü açıklıyor:
“Türkiye bize metres gibi davranıyor. Halbuki evlendik, evliliğimizi bir türlü açıklamıyor.”
Evlilik üstelik 1948’de İsrail’in kurulmasından hemen bir yıl sonra gerçekleşmiş, 1949 yılında Türkiye İslam dünyasında İsrail’i tanıyan ilk ülke olmuştu.
Türkiye İsrail’i tanıyan ilk ve tek İslam ülkesi olma ünvanını 1979’a kadar sürdürdü. 1979’da Camp David Anlaşması ile Mısır, 1994’de Oslo Görüşmeleri’yle Ürdün İsrail’i devlet olarak tanıdı.
26 yıl sonra geçen hafta bu ülkelere Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) de eklendi.
Aslında BAE ile İsrail ilişkileri, tıpkı 1958’de Türkiye ile İsrail ilişkileri gibiydi, çoktan evlenmişlerdi ama bunu açıklamıyorlardı.
Özellikle Arap Baharı’nda Müslüman Kardeşler’in güçlenmesi ve İran’ın bölgede artan gücünü varlıklarına bir saldırı olarak gören Suudi Arabistan, BAE gibi körfez ülkeleri içgüdüsel olarak İsrail’le yakınlaştılar, özellikle BAE emiri Muhammed bin Zayed, Batıcı, seküler Arap emiri profilinin gereği olarak İsrail ve ABD ile çok daha yakın ilişkiler kurmaktan çekinmedi.
En son Trump’ın damadı Jared Kushner’in Ortadoğu üzerine “20 kitap okuyarak” hazırladığı, Filistinsiz Filistin-İsrail barış anlaşmasının Beyaz Saray’daki Netanyahu ve Trump’lı coşkulu lansmanında salonda BAE, Bayreyn ve Umman’ın Washington Büyükelçileri de vardı, İsrailli solcuları bile utandıran anlaşmayı coşkuyla alkışlamakta bir beis görmemişlerdi.
İsrail ve BAE arasındaki barış anlaşması ise mevcut de-facto durumun epey gerisinde bir sonuç yaratacak.
BAE, Mısır ve Ürdün’den sonra İsrail’i devlet olarak kabul eden üçüncü Arap ülkesi olacak ve bunun doğal sonucu olarak karşılıklı diplomatik ilişkiler kurulacak, büyükelçiler atanacak.
Yine damat Jared Kushner’in arabuluculuk yaptığı bu anlaşma sayesinde, Filistinsiz İsrail-Filistin anlaşmasının bir gereği olarak Batı Şeria’nın bir kısmını daha işgal etmeye hazırlanan İsrail, bu planını barışa bir şans daha vermek için ertelediğini açıkladı.
Böylece bir zamanlar Arap dünyasında İsrail’e karşı petrol boykotların başını çeken, hatta Katar’ı bu boykotlara katılmaya ikna eden BAE’in kurucusu Şeyh Zayed bin Sultan el-Nahyan’ın varisi Muhammed bin Zayed babasının sözünü dinlememiş oldu.
Bu anlaşmaya en sert tepkiyi iki ülke verdi.
Biri doğal olarak Filistin. Filistin, bir zamanlar en büyük destekçisi olan, binlerce Filistinlinin yaşadığı BAE’den tepki olarak elçisini çekeceğini açıkladı.
Anlaşmaya aynı sertlikte tepki veren ikinci ülke ise Türkiye.
Dışişleri Bakanlığı, BAE’yi, “Kendi dar çıkarları uğruna Filistin davasına ihanet” etmekle suçlayarak “Bunu adeta Filistin için yapılan bir özveri gibi takdim etmeye çalışan BAE’nin bu riyakar davranışını tarih de, bölge halklarının vicdanı da unutmayacak ve asla affetmeyecektir” dedi.
Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın da “Filistin halkına ve davasına ihanet edenlerin hüsranını tarih elbette yazacaktır” diye tweet attı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bir adım daha ileri gitti, “Filistin’e yönelik atılan adım yenilir, yutulur bir adım değil. Şimdi Filistin, büyükelçiliğini galiba kapatıyor ya da geri çekiyor. Şu anda aynı durum bizim için de geçerli. Ben de Dışişleri Bakanıma talimatı verdim. Dedim ki, ‘Abu Dabi yönetimiyle özellikle diplomatik ilişkileri askıya almak veyahut da bizim de büyükelçiyi geri çekme gibi bir adımımız olabilir.’ Çünkü biz Filistin halkının yanındayız. Filistin’i de hiçbir zaman yedirmedik, yedirtmeyeceğiz” dahi dedi.
BAE’nin Arap Baharı nedeniyle Türkiye’ye hasmane bir tutum içine girdiği doğru. Parasal gücünü kullanarak medyada ve think tank’lerde Türkiye aleyhine faaliyetleri destekliyor BAE. Hatta Twitter bile, geçen aylarda BAE’nin finanse ettiği Türkiye karşıtı kara propaganda yapan hesaplarını iki kez kapattı.
Ama bu sert tepkilerle ortaya tuhaf bir durum çıkmış oldu.
Sonuç olarak BAE, bu anlaşmayla İsrail’i devlet olarak tanıdı ve karşılıklı büyükelçilikler açılacak.
Yani yaptıkları Türkiye’nin 71 yıl önce yaptığını 2020 yılında yapmak.
Ayrıca Türkiye’nin hali hazırda İsrail’de büyükelçisi, Kudüs’te başkonsolosu var.
Üstelik, AK Parti iktidarı ‘ne yapalım bizden önce olmuş bunlar’ diyecek durumda da değil.
2010 yılında İsrail’in Mavi Marmara’daki katliamından sonra diplomatik ilişkiler maslahatgüzar seviyesine indirilmişti.
2016 yılında imzalanan anlaşmayla Mavi Marmara meselesi tazninat ve özürle kapatıldı ve yeniden karşılıklı olarak büyükelçiler atandı.
Yani sonuç olarak şimdi Türkiye, kendisinin 71 yıl önce yaptığını bugün yaptı diye BAE’den elçisini mi çekecek?
Üstelik Tel Aviv’de ve Kudüs’te diplomatları varken?
BAE’ye böyle sert çıkıp, İsrail’e ya da bu anlaşmanın mimarı olan Trump yönetimi ve Trump’ın damadına tek bir kelime etmezken?
Ve tabii ABD tarihinin gelmiş geçmiş en pro-İsrail başkanı olan, en Cumhuriyetçi başkanların bile çekindiği Kudüs’ü İsrail’in edebi başkenti olarak tanımak gibi işlerin altına imza atmış, dört yıl daha yönetimde kalırsa ne yapacağı kestirilemeyen Trump’ın seçimleri bir kere daha kazanmasının da hayallerini kurarken…
Belki de her şeyi yanlış değerlendiriyoruz.
Cumhurbaşkanı, “Ben de Dışişleri Bakanıma talimatı verdim. Dedim ki, Abu Dabi yönetimiyle özellikle diplomatik ilişkileri askıya almak veyahut da bizim de büyükelçiyi geri çekme gibi bir adımımız olabilir” açıklamasını geçen hafta Cuma namazı çıkışı İstanbul’da Hz. Ali Camii’nin önünde yapmıştı.
Cumhurbaşkanı, camii çıkışında bütün televizyonların canlı yayınladığı bu ayak üstü basın toplantısında BAE-İsrail anlaşması dışında da dış politikayla ilgili değerlendirmeler yaptı.
Mesela Akdeniz’deki Oruç Reis meselesi için Merkel’le görüşme yaptığını açıkladı “Sayın Şansölye benden sonra Miçotakis ile de bir görüşme yaptı. Bu görüşmede Miçotakis’i, bize söylediği çizgiye inşallah getirmiş olur” dedi.
Ardından Mısır ile Yunanistan arasındaki anlaşmaya geçti ve “Mısır bir taraftan istihbarat örgütü vasıtasıyla benim istihbarat örgütüme başka şeyler söylüyor. Yani ‘Burada yanlış anlaşılmalar var’ diyor. ‘Bu yanlış anlaşılmaları düzeltmemizde fayda var’ diyor. Şu anda istihbarat örgütümüz, onların istihbarat örgütüyle görüşmelerini devam ettiriyor, devam ettirecek” diye yürütülen gizli görüşmeler hakkında bilgi verdi.
Sonra Suudi Arabistan’a değinerek “Maalesef bu süreç içerisinde Suudi Arabistan’da da yanlış adımlar atılıyor. Bu konuda Dışişleri Bakanıma da bugün söyledim. ‘Süratle muhatabınla da bunu görüş ve bu konuda gerekli adımlar atılsın.’ dedim” diye konuştu.
İstihbarat teşkilatları arasındaki gizli görüşmelerden, liderlerle yapılan telefon görüşmelerine kadar gizli açık tüm diplomatik faaliyetlerin bir Cuma namazı çıkışı 84 milyona açık canlı yayınlarda konuşulacak kadar şeffaf yürütüldüğü bir ülkede belki de bizim dış politika zannettiğimiz şey, aslında dış politika değildir.
Dünyada dış politikanın bu kadar ayak üstü canlı yayınlarda, seçim meydanlarında, parti toplantılarında, her akşam televizyonlarda prime time’da yayımlanan tartışma programlarında hararetle konuşulduğu az ülke vardır.
Oruç Reis meselesi yüzünden bir Türk fırkateyninin bir Yunan fırkateynine çarptığını bile ilk olarak, canlı yayında AK Parti’nin 19’uncu kuruluş yıldönümü törenlerinde konuşan Cumhurbaşkanı’ndan duyduk.
Türkiye’de giderek artan biçimde dış politika iç politikanın bir parçası.
Neresi iç, neresi dış karışınca, diplomasi ile polemik de birbirine karışıyor, Macron’la Kılıçdaroğlu’yla konuşur gibi konuşmaya başlayınca da işler çıkmaza giriyor.
Böyle bir dış politikada meydan okumalar herkese açık canlı yayınlarda izlenirken, diplomatik hamleler, geri adımlar, uzlaşmalar ancak şifreli kanallardan takip edebiliyor.
Mesela aylarca Libya’ya Osmanlının geri dönüşünü canlı izledikten sonra, Türkiye’nin, meşru hükümet ve Hafter arasında başlayan siyasi sürece desteğini ancak dış haberler sayfalarında okuyabildik.
Yine Biden’ın açıklamalarına karşı Türkçe’de esip gürleyenler, İngilizce’de iki ülke arasındaki dostluğa zarar vermekten bahsettiler. Biden’ın sözleri üzerine Türkiye’deki muhalefetin işittiği azarı, Biden işitmedi.
Öyle olunca da İsrail’de elçimiz varken, İsrail’e elçi atayacak diye BAE’yi elçi çekmekle tehdit etmek çelişkili görünmüyor.
Dış politika hamlelerinin hedef kitlesi, Türkiye’nin dünyada büyük bir devlet gibi hareket ettiğini, herkese meydan okuduğunu, Osmanlı’nın geri döndüğünü görmekten gurur duyan içerideki seyirci.
O izleyici de diplomatik dille konuşulan, kapalı kapılar ardında müzakerelere dayanan, teenniyle hareket edilen sıkıcı bir sanat filmi değil, “taktik maktik yok, bam bam bam” konulu bir aksiyon filmi izlemek istiyor.
Dış politikada sürekli aksiyon filmi merakının ülkeye maliyeti ise her gün biraz daha büyüyor.