[20 Nisan 2020] Yukarıda, Ortaçağ François Villon’a yakıştırılan üç görüntü yer alıyor. İlki bir ahşap baskı; belindeki hançer üzerinden kabadayılığına ve Paris’in 15. yüzyıl başlarındaki yeraltı dünyasına atıfta bulunuyor. İkincisi, yoksulluğu ve serseriliğine modern bir gönderme. Üçüncüsü, zamanına ait tek (ama sahih olmayan) portresinin rötuşlanmış hali. Neden gene Villon? En sonda değineceğim.
Serbestiyet’te Alper Görmüş yazdı: “İstifa” bahsinin en önemli veçhesi: “Ak” halkın Pelikan isyanı (14 Nisan). Kürdistan 24’te ve Serbestiyet’te Vahap Coşkun yazdı: Tencerenin kapağı açıldı (16 Nisan). Üç gün önce 1+1 sitesinde Ahmet Şık yazdı: Al takke, yok külâh (17 Nisan).
Ben de bu tahlillere katılıyorum, üç aşağı beş yukarı. Şu farkla: belki ben meseleyi sırf AKP içi ve çevresindeki kliklerin çatışması olarak görmüyor; halkın genel tepkisine (ve madalyonun diğer yüzünde, iktidarın giderek aşınmasına) andığım yazılarda telâffuz edildiğini sandığımdan biraz daha fazla pay tanıyor olabilirim. Hizip veya klikler arası mücadele yok mu? Tabii var. Bir tarafta Süleyman Soylu (ve arkasındaki MHP artı AK Parti içindeki MHP’lileşme desteği). Diğer tarafta Berat Albayrak (ve onun “zırhlı tren”inin ateş gücünü oluşturan Pelikan trolleri — bu benzetme için, bkz 29 Temmuz 2019’daki Zırhlı trenin can çekişmesi yazım). Bu kamplaşma çok açık. Gelgelelim, bir başarı ve yükseliş söz konusu olsa bu çelişkiler bu şekilde, bu kadar dökülmez ortaya. Tersine, artan hoşnutsuzluk karşısında belirgin bir yıpranma ve iniş, bir destek ve itibar kaybı hissedildiği içindir ki, çatlaklar hızla satha çıkıyor.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 12 Nisan akşamı istifa etmesini öncelikle bu ölçüler içinde değerlendirdim. Nicedir hemen hiçbir şey yok, AKP ve hükümet liderliğinin başarı hanesine yazılabilecek. (1) Yerel seçimler Türkiye çapında net bir yenilgi oldu. (2) Özel olarak İBB seçiminin — tümüyle yapay ve sahte gerekçelerle dayatılan — ikinci turundaki 9 puanlık bozgun, üzerine tuz biber ekti. (3) Çok yüksek perdeden ilân edilen Barış Pınarı harekâtı akim kaldı. (4) Boş yere tank ve zırhlı araç yığınağı yapılan İdlib, tek bir hava saldırısıyla başka bir sıkıntıya dönüştü. (5) Rusya ile “ittifak”ın sınırları (daha doğrusu, Rusya ile ittifak diye bir şey olamayacağı, hiçbir yere gidilemiyeceği) ortaya çıktı. (6) Ekonomi giderek kötülüyor. (7) AK Parti’nin en üst kademelerinden kopanlar iki yeni parti kurdu. Bu gelişme önlenemedi. Ahmet Davutoğlu’nun liderliğindeki Gelecek Partisi ve Ali Babacan’ın liderliğindeki DEVA Partisi halkın önünde sahne aldı. Televizyon mülâkatları, verilen demeçler, yayınlanan bildirilerle yeni muhalefet sesleri yükselmeye başladı. (8) Derken, resmî açıklamaların zoraki pembeliğine karşın iyi yönetilmediği şimdiden belli olan ve dolayısıyla nereye gideceği bilinmeyen koronavirüs krizi çıkageldi ve (9) ekonomiyi adamakıllı çökertebileceğinin sinyallerini vermeye başladı.
Hepsinin üzerine, 10 Nisan Cuma akşamı yaşanan rezalet bindi ve büyük bir sarsıntı yarattı. Son iki saat paniği içinde alışveriş merkezlerine yığılan kalabalıklar, hem düşünülmemiş, muhatap alınmamış, ihtiyaçları hiçe sayılmış olduğundan tepkilere yol açtı. Hem de “evde kalma” ve “sosyal mesafeyi koruma” çabalarını yerle bir etti. En iyimser senaryolarla dahi Türkiye’nin (10 Mart’tan itibaren sayarsak) salgındaki 6. haftasının sonunda, yani 21 Nisan’da 95-100,000 vaka seviyesine çıkacağından; 7. haftanın sonunda ise belki 150,000’i bulacağından endişe edilirken, 10 Nisan gecesi yaşanan izdihamın, o gece enfekte olmuş olabileceklerin (a) kuluçka dönemi ve (b) test sonuçlarının geri dönmesi için gerekli 5-6 gün geçtiğinde, yani iki hafta sonrasından (kabaca 24 Nisan’dan) itibaren görülecek vaka sayılarında ne gibi sıçramaları tetikleyebileceği, gene pandeminin etkisiyle bazı şeylerin giderek daha rahat konuşulabildiği kamuoyunda ciddî sorgulamalara neden oldu. Pelikancı trollerin irkilip halkı topa tutması durumu kurtarmaya yetmedi. Hafta sonu sokağa çıkma yasağının geceyarısına iki saat kala alınmasının (veya, bazı söylentilere göre aslında iki gün önce alınıp da ancak o saatte açıklanmasının — zira en yüksek mercie o kadar geç bir noktada kabul ve tescil ettirilebilmiş olmasının) sorumlusu kimdi?
Yeri gelmişken, bu soruya kendi açımdan net bir cevap vermek isterim. Tutun ki başka bir ülke, başka bir toplum, başka bir siyaset sahnesi. AK Parti de yok, Başkan Erdoğan da, MHP de, Cumhur İttifakı da, Berat Albayrak da, Pelikan örgütlenmesi de. Sadece bir hükümet, bir içişleri bakanı ve 10 Nisan gecesi. Tamamen bu klik çatışmalarının dışında; dar anlamda “politik” ve taktiksel değil, daha ahlâkî ve mutlakçı bir bakışla — evet, Süleyman Soylu’nun gitmesi ve dönmemesi gerekirdi. Biliyorum ki bu, çok istisnaî bir tavır; yapayalnız olabilirim bu görüşümde. “Ama esas sorumlu o değildi ki; kararın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğunu herkes biliyor; zaten Soylu’nun kendisi de söyledi…” türü itirazları duyar gibiyim.
Varsın olsun. Ne çıkar bundan? Yukarıdan emir ve talimat tek belirleyici mi? Bireysel vicdan ve özgür irade diye bir şey yok mu? Medenî cesaret diye bir şey yok mu? “Zaruret” ile “hür irade” arasındaki felsefî tartışmada, bıçak kemiğe dayandığında ben (olanca eski Marksistliğimle, ama aynı zamanda Aydınlanmacılığım, demokratlığım ve gerçek ahlâkımla) hür iradeden yanayım. Bizi çevreleyen koşullar, etkileyebilir ama ne yapacağımızı bire bir determine etmiyor, son tahlilde. Herhangi bir politikacı, diyelim İçişleri Bakanı, durduğu yerde kendi kararıyla durmuyor mu? Kendisini de ilzam eden kararların alındığı bir mekanizmaya, hükümete, iktidar ilişkisine… düşünüp taşınıp, ölçüp biçip katılmamış mı? Tek tek her politika ve uygulaması için de bu geçerli değil mi? Faraza bir sokağa çıkma yasağı gündeme gelmişse, katıldığı ölçüde bu, artık onun da kendi fikri değil mi? Dolayısıyla sorumluluğunu en azından paylaşmıyor mu? Paylaşıyorsa ve yaptığının sonuçlarını görüyorsa, gerçekten çok ama çok kötü olduğunu idrak ediyorsa, dürüstlük ve içtenlik ölçüleri içinde, istifa etmesi gerekmez mi? En normal ve doğal sayılması gereken adım olmaz mı?
Ama hayır; Türkiye’de böyle yürümüyor bu işler. Birincisi, tam da bu vicdan ve özgür irade nosyonu çok zayıf. Cumhuriyet tarihinde kaç örneği var ki?
İkincisi, siyaset politikacı ile halk arasındaki bir ilişki değil, dolayısıyla belirli bir toplum sözleşmesinin konusu olarak değil, bu çerçevede halka karşı belirli bir taahhüt ve görev sorumluluğu değil — (bir kere halkın sandıkta tecelli eden onayını aldıktan sonra) sadece hizipler ve klikler arası mücadele olarak anlaşılıyor.
Üçüncüsü, bu da ne pahasına olursa olsun iktidara tutunmaya dönüşüyor. Gitmek mi zor kalmak mı zor denir ya, Türkiye siyasasında cevabı hiç de öyle belirsiz değil; tabii ki gitmek kalmaktan çok daha zor ve dolayısıyla herkes, ayıbı ne olursa olsun, var gücüyle yerine, mevkiine, geldiği mertebeye tutunmaya çalışıyor.
Dördüncüsü, hepsinden daha özeli, bize özgü boyutu, göreve gelmede olduğu gibi görevden ayrılmada da bireyin kendi iradesinin değil Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iradesinin tek ve esas olduğu; dolayısıyla prensipteb tek taraflı bir işlemin, onaya tâbi olmaması gereken bir istifa müessesesinin dahi Başkanlık onayına tâbi olduğu, herkes tarafından açık örtük kabul ediliyor.
Herhalde bu yüzden olacak; 12 Nisan gecesinden bu yana yazılan ve konuşulanlara bakıyorum da, şu kişisel vicdan, sorumluluk ve özgür irade meselesinden söz edildiğine pek rastlamadığımı itiraf etmeliyim. İşte en çok böyle durumlarda, Villon’un “en mon pays je suis en terre lointaine” dizesi misali, kendimi vatanımda vatansız, “hiçbir mahallede yatacak yerim yok” hissediyorum.