Merkez Bankası yaklaşık iki yıl sonra ilk defa faiz arttırdı; daha önce yüzde 8.25 olan politika faizini 200 baz puan (yani yüzde 2) artışla yüzde 10.25’e çıkardı. Politika faizi deyince “haftalık repo ihale faizi”ni anlıyoruz; Merkez Bankası’nın gecelik borç faizi yüzde 11.75, geç likidite penceresi fonlama faizi ise yüzde 13.25 olacak. TÜİK’in en son Ağustos ayında açıkladığı yıllık enflasyon rakamı yüzde 11.77 idi; TCMB’nin yeni politika faizi yüzde 10.25 ile, gecelik borç faizi ise yüzde 11.75 ile enflasyonun altında kalıyor. Yani hâlâ negatif faiz sözkonusu olduğundan, faizlerdeki bu yükselme kararının TL’ye ciddi bir destek sağlamasının mümkün olmayacağı kanaatindeyim. Kaldı ki piyasalar negatif-pozitif faiz değerlendirmesini geçmiş dönem enflasyonuna göre değil, önümüzdeki döneme ait enflasyon beklentilerine göre yapar. Piyasalarda enflasyonun yükselme eğiliminde olduğu kanaati yaygınlaşmaktadır. Nitekim Merkez Bankası beklenti anketinde, cari yıl sonu tüketici enflasyonu (TÜFE) beklentisi bir önceki anket döneminde yüzde 10.82 iken, en son yayınlanan beklenti anketinde enflasyon beklentisi yüzde 11.46’ya yükselmiştir. Son dönemde dövizde yaşanan artışların önümüzdeki aylarda enflasyonu daha da yükseltmesi muhtemeldir. Dolayısıyla, sürpriz bir SWAP anlaşması yoluyla Türkiye’ye külliyetli miktarda döviz girişi gibi durumlar sözkonusu olmadıkça dövize yöneliş sürecektir.
Herşeye rağmen Merkez Bankası’nın faizleri 200 baz puan arttırmasının şaşırtıcı olduğunu kabul etmek gerekir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan faiz sebep, enflasyon sonuçtur şeklindeki fantastik iddialarıyla Merkez Bankası’nın eski başkanı Murat Çetinkaya’yı geçen senenin Temmuz ayında görevden aldı. O zamandan bu yana bir taraftan agresif faiz indirimleri gerçekleşti ve Merkez Bankası faiz hadlerini epey süre düşük tuttu; ama bu politikanın TL’yi zayıflattığına bütün Türkiye şahit oldu. Yaklaşık iki yıl sonra Merkez Bankası’nın ilk defa faiz arttırmış olması, artış yetersiz de olsa, Erdoğan’ın ilginç/fantastik ekonomik tezinden vazgeçildiğini gösteriyor olabilir. Ayrıca, ekonomi literatüründeki imkânsız üçleme veya üçlü açmaz olarak bilinen durumu da yeniden gündeme getirmekte fayda görüyorum. İngilizcede impossible trinity veya trilemma olarak bilinen bu ilkeye (veya hipoteze) göre, sermaye hareketleri serbestliği ile döviz kurunun ve faizlerin aynı anda kontrolü mümkün olamaz. Döviz ve faizle ilgili her politika tercihinin ayrı ayrı sonuçları vardır; faizler baskılanırsa dövize talep artar. Faizler ve kur aynı anda baskılanır ise bu durumda da para (sermaye hareketleri serbest olduğu için) ülke dışına kaçar; bir müddet sonra kamu kontrolleri etkisizleşir ve aynı anda hem faizler hem de kurlar patlar. İktidarın aynı anda hem dövizi kontrol etme hem de faizleri düşük tutma hedefinin başarılması zaten mümkün değildi. İktidar, savunulması mümkün olmayan bir noktayı muazzam cephane israfıyla korumaya çalıştı; iktidarın akıl-mantıkla ve rasyonalite ile alakası olmayan politika tercihleri sonuçsuz kaldı. İktidar kuru düşük tutabilmek için Türkiye’nin döviz rezervlerini bozuk para gibi harcayıp eritti; ekonomi yönetimi cephaneyi sıktıkça –yani döviz rezervleri eridikçe– ekonomik öngörülebilirlik iyice zayıfladı ve döviz talebi daha da arttı.
Merkez Bankası’nın bugünkü faiz artışı, ekonomi yönetiminin bu ilkeyi hatırladığı ve epeydir uzaklaştığı rasyonaliteye biraz olsun yaklaştığı anlamına gelebilir. Ancak hem geçmiş enflasyon seviyesinin hem de gelecekteki enflasyon beklentisinin altında kalan bir faiz seviyesiyle TL’nin korunabilmesini bekleyemeyiz. Bugünkü faiz artışının psikolojik etkisi kısa bir süre devam etse de dövize yöneliş sürecektir.
Türkiye’nin siyasi ve ekonomik problemlerinin birbirine girmiş olduğu kanaatindeyim. Kriz tablosu hamaset söylemleriyle veya otoriter baskılarla bir süreliğine gizlense de, TL’nin değeri, CDS primi ve Türkiye’ye yapılan yabancı sermaye yatırımlarının azalması gibi barometre görevi gören göstergeler durumun ciddiyetine net bir ışık tutmaktadır. Türkiye mevcut şartlar altında kurun yükselmesine izin vermek veya TL faizlerini ciddi şekilde arttırmak alternatiflerinden birisini seçmek zorundadır. Büyüme hedefinden bir süreliğine feragatta bulunmadan TL’nin istikrara kavuşabilmesini mümkün görmüyorum.
Türkiye’nin ekonomik krizinin salt ekonomik pek çok sebebi de olmakla birlikte, bu kriz aynı zamanda bir siyaset ve yönetim krizidir. Sürdürülebilir ve kaliteli bir büyüme için Türkiye’nin inşaat yatırımlarına ve iç tüketime dayalı mevcut modeli terkedip, rasyonaliteye, verimlilik artışına ve ihracata dönük üretime dayalı yeni bir ekonomik modele geçmesi gerektiği kanaatindeyim. Lakin Türkiye’nin öncelikli olarak siyasi krizini aşmadan ekonomik krizini aşabilmesi ve sürdürülebilir yeni bir ekonomik model geliştirebilmesi bana pek gerçekçi ve mümkün gelmiyor. Bu durumda ekonomik kaos bir müddet daha devam edecek, sıkıntıların bedeli yine vatandaş tarafından ödenecektir. Türkiye’nin gelmiş olduğu noktanın sorumlularına siyasi bir fatura kesilip kesilmeyeceğine ise zamanı geldiğinde vatandaş karar verecektir. Ömrümüz varsa yaşayıp göreceğiz…