Kendisinden yola çıkan, yapıp ettiklerinde kendini esas alan insanları seviyorum. Sevmek, bu bağlamda, hafif bir kelime. Mühim buluyorum. Çünkü sahici geliyor bana. Çünkü, sözün en ucuz olduğu zamanlardayız. Kimse söylediklerini üstlenmiyor. Gündelik sözlerden, hayatî sözlere kadar. Edilen sözler hatta verilen sözler, “O zaman öyleydi” uzaklığında. Kimse bu konuyla ilgilenmiyor artık. Hatırlatmak bir nezaketsizlik olarak algılanıyor.
Sözlere kulak asılmaması gerektiği durumda iletişim manasını kaybediyor. Sözlerle değil gözlerle, konuşarak değil susarak… Artık kim içinden ne geçirirse hakikat odur. Bunu kabul edince hakikat eğriliyor, bükülüyor, küçülüyor. O kadarı yetiyor bir çoğumuza.
Birini tanımak demek, o insan kendi hakkında konuşmuyorsa, onun hakikatine yaklaşmaya çalışmak, çabalamak demek sadece. Özgüveni çok yüksek, kendisine çok düşkün biri değilseniz çok yıpratıcı bir uğraşı hakikaten. Üstelik yanlış istikamette hızla yol alma ihtimali de çok yüksek.
Bir de, diğer insanlar var. Dümdüz, ara yollara girmeden, herkesin bildiği ortak kavramları kullanarak kendilerini anlatıyorlar.
Engin Günaydın, ikinci gruptan, besbelli. Vavien’in Celal’i gibi değil, Avrupa Yakası’ndaki Burhan Altıntop gibi hiç değil…
Haziran ayında izolasyonun aniden kaldırıldığı günlerde sosyal medyada karşımıza çıkan kısa bir söyleşiyle hatırladık Engin Günaydın’ı. “Karantinada nasıl geçiyor günler?” sorusuna verdiği cevap popüler oldu: “13 yıldır buraya (Foça’ya) geliyorum. (Bu karantina sürecinde) Zaten 13 yıldır karantinada oduğumu fark ettim. Biraz da kendime üzüldüm. Normal hayatımın bir karantina süreci olduğunu bilmiyordum. 13 senedir iç yolculuğumda mesafeler kat ettim ve geriye dönüş yolunu da kaybettim.”
Bu söyleşideki ifadeleri ilgi çekince, sosyal medyada eskiden yapılmış röportajları yeniden görünmeye başladı.
Engin Günaydın, bütün düz insanlar gibi konuşmayı, kendini ve olan bitenler, hayat hakkındaki görüşlerini anlatmayı seven biri olduğundan, ulaşabileceğiniz çok sayıda söyleşisi ve videosu var. Bunların bir tanesine bakınca diğerlerini de görmek, onu dinlemeye/okumaya devam etmek istiyorsunuz çünkü herkesin başka başka insanlar olmaya heves ettiği, günbegün yeni roller giyindiği zamanımızda kesintisiz bir karakterle karşılaşmak ve onun yıllar içindeki çeşitli hallerini görmek insana iyi geliyor.
Bu söyleşilerden bir tanesi de “1+1 Forum” sitesinde 2010 yılında Yücel Göktürk’ün yaptığı “A’dan Z’ye Engin Günaydın- Zihin trafiği”. Çok uzun, neredeyse bir biyografi kitabı gibi, ama okudukça okuyasınız geliyor.
Onunla çeşitli şekillerde konuşan herkesin hemfikir olduğu bir konu var: “Laf aramızda, sohbetine de doyum olmuyor.”
Aslında bir bakışta hafızalara kazınacak biri değil gibi görünüyor. Sıradan, renksiz, ortalama… Ama bir bakıştan daha uzun bir süre meşgul olursanız kendisiyle, çok katmanlı ama katmanlarının her birini özenle görünür kılacak şekilde davranmaya çalışan “olduğu gibi” bir insanla karşılaşıyorsunuz. Yani sıradanlığı severek alıp kabul ediyor, zamanımızın “gizem” ruhundan bucak bucak kaçıyor, dahası sahte tevazu gösterilerine girişmiyor.
“Annem benim ana dilim. Annemle konuşmaya çok ihtiyaç duyarım, bana kendi dilimi anımsatır… Bir şeye itaat edilecekse anneme itaat etmeyi doğru buluyorum… ‘Yalan yanlış konuşma’, ‘Atıp tutma’, ‘İnsanlar sana güvensin’. Bunlar çok önemli tavsiyeler. Sağlam bir karakter olmak için tavsiyelerini hep dinledim. ‘Sırcı olma’ der. ‘Ortada olsun her şeyin.’ Sırra çok kızar. Hayatta hiç sır olmasın ister. Sır beni de rahatsız eder, arkadaşlarıma ‘Bana sır vermeyin’ derim… ‘Hiçbir şeyi içine atmayacaksın’ der, ona göre bütün hastalıkların nedeni içine atmaktır. Neşelidir, konuşkandır, konuşmayanları sevmez.”
“A’dan Z’ye” söyleşinin A harfi yukarıdaki cümlelerle ve tabii ki, “anne” maddesi ile başlıyor. Engin Günaydın’ın çoğumuzda bıraktığı izlenimle ilgili açıklayıcı sözler bunlar. Başka kasvetleri var ama her şeyin sır olduğu, kelimelerin hep başka şeylere işaret ettiği ve bana göre aslında aile üyelerine kendisi olmayı yasaklayan ailelerin kasvetinden eser yok kendisinde zaten.
2010 yılında şimdiye göre daha dikkat çekici olan, söyleşinin bir anda önüne geçmiş olan bir şeyi de övünmeden ama aynı zamanda yerinmeden ekliyor annesi ile ilgili: 12 Eylül’den sonra annesi ve yengeleri kara çarşafa girmişler. Annesi, rahmetli babası, abileri, yengeleri ve yeğenleriyle dolu kalabalık ailesinden hep içten bir sevgiyle bahsediyor. Birbirinden kaçan ama “iyi” geçinen ailelerden biri değil onunki. Fikirlerini, öfkelerini, neşelerini açığa vurmaktan korkmuyorlar. “Anne”de gerçekten var bir hikmet bence de, her aile o “anne” modelinde yaşıyor, ayrı ayrı ya da hep birlikte.
Demiryollarında hareket memuru olan babasıyla ise, ölümünden önceki iki ay içinde yakınlaşmışlar. Sevmenin ne demek olduğunu o süreçte öğrendiğini anlatıyor Engin Günaydın. İnsanın hatalarını sorgulamasının anlamını da sert insanları sevmeyen Menderesçi, Demirelci babasından öğrenmiş. “Yaşasaydı AKP’li olmazdı” diye düşünüyor, kavgacı, asık yüzlü insanları sevmezmiş çünkü.
Çoğumuz için Engin Günaydın demek en çok Vavien filmi demek. Memleketi Tokat Erbaa’da çekilen ve otobiyografik unsurlar taşıyan Vavien ile ilgili söylediklerini okuyunca/dinleyince bunun nedenlerini daha net anlayabiliyoruz. Konservatuara gittiğinde Dostoyevski’den “Suç ve Ceza”’yı okumuş, etkilenmiş, hâlâ da seviyor yazarın dünyasını ama fazla roman okumuyormuş. Gerçek hayatın içindeki ironiye Dostoyevski gibi bakmayı sevdiğini, Dostoyevski’nin dilinin ne kadar sinematografik olduğunu anlatıyor. Ama senaryosunu yazıp Binnur Kaya ile birlikte başrollerini oynadıkları 2009 yapımı Vavien’in bu tür etkilerle “ağır” bir film olmasından endişelendiğini ve aslında cinayetle biten filmi, süreç içinde tatlıya bağlayarak bitirmekten mutlu olduklarını da anlatıyor. Kendisiyle barışık biri olarak, gizli iyimserliği burada ortaya çıkıyor: Hayatın da zaten böyle olduğuna, kolayca tatlıya bağlanabileceğine inanıyor bence.
Türkiye’de herkesin başka bir karakter olmaya çalışmasından yakınıyor. Gençliğinde bir süre bocaladıktan sonra, bu konuyu, iyi ki de, arkada bırakmış ama korkularının pek çok olduğunu da birçok yerde anlatıyor. “Ölüm korkusu, yaşlanma korkusu, delirme korkusu…”
Ne kadar tanıdık konular, değil mi?
Korkularıyla baş etmek için “kendi reçetesini” yazmaya çalışmasından ve bu yolda sarf ettiği çabadan bahsederken, eskiden beri akıllı insanlardan hoşlanmadığını söylerken, kendini dinlemenin insanı rahatlattığını, kendinden kopmanın huzursuzluk verdiğini anlatırken, benim de içinde bulunduğum bir grup insana hep çok tanıdık geliyor gibi görünüyor. Zayıflıklarını anlayıp, önlem almaya çalışan, yani bir ümitsizliğe kendini teslim etmeyip cesaretle savaşan insanları tanıdıkça hayat daha güzel ve ümitli oluyor…
Sinemanın, oyunculuğun sebebinin bu “Aaa, ben bunu tanıyorum, aaa, bendeki huylar bunlar” hissinin verilmesi olduğunu düşünüyor. Onun da dediği gibi, insanlar kendilerini uzaktan görünce, kendilerine ve sorunlarına yakınlaşıyorlar gerçekten de. Meraklısına, çeşitli yakınlık imkanları sağlıyor oynadığı karakterler.
Hayattaki en önemli çabasının sadece duyguların var olduğu, sabit kararların olmadığı özgür bir zihne ulaşmak olduğunu, hayatına kadınlar girdiğinde, sevgililik durumlarında bundan uzaklaştığını söylerken, Türkiye’de bir grup insanın önemli bir gerçeğinden bahsediyor aslında. Özel alana girildiğinde herkese bir karabasan basıyor sanki. “İnsanlar birbirinin tatili olamıyor… Birbirinde dinlenemiyor.” Çaresi nedir bilmiyorum ama ifade etmenin, konuyu yerli yerine oturtmanın, çare bulmak yönündeki en önemli adım olduğunu biliyorum.
Çok başarılı bir oyunculuk hayatı olmuş bugüne kadar. Zaman zaman oyunculuğa küsmüş ama seyircide oluşturduğu izleme isteği ile sağduyusu birleşince uzun bir yol kat etmiş. Bu arada birçok ödül ve yeterli para kazanmış. Belli bir aşamadan sonra “biraz daha fazla” parayla ne yapılacağını anlamadığını fark ediyoruz. O nedenle artık, istediği şekilde ağırdan alabiliyor oyunculuk konusunda. Ne de olsa hayat hızla geçiyor ve ölüm her zaman hepimizin kapısında. Fazla da kasmaya gerek yok.
Sigara içiyor, günümüzün en geçerli uğraşlarından biri olan “sağlıklı yaşam” ona “sağlıksız” geliyor. Sağlıklı insan psikolojisinin sorunlu olduğunu düşünüyor. Sigara çevresinde dönüp dolaşan hikayeler, bir yerde otururken diğer sigaracılar ile birlikte dışarıya çıkmak mesela, sigara yasakları başladığından beri önemli bir eğlence bazılarımız için. Muhtemelen abartmamaya çalışıyor ama yaptığı sağlıksız şeylerin tadını çıkarmayı da biliyor.
Engin Günaydın portresi diye başladım yazmaya ama, Engin Günaydın röportajlarını ve videolarını kendi bakış açımdan özetledim gibi bir his var içimde. O kadar çok “mühim” konuya dokunan malzeme vermiş ki bu dokümanlarda, hak vererek alıntı yapmaktan başkası anlamsız oluyor.
Bir çoğumuz için süper kahramanlar, ona buna dersini veren ama kendi hayatını pek de o şekilde yaşamadığını kafaya takmayan büyük figürler cazibesini kaybetti. Şimdi devir, anti-kahramanların, kendisiyle dalga geçmeyi başarabilen, yüksek sesle değilse de açıkça konuşmaktan kaçınmayan insanların devri.
Engin Günaydın, sade ama içten var oluşuyla ve kafasına taktığı sıradan insan zayıflıklarıyla oynadığı/yazdığı karakterlere sahici birer hayat vermeyi başarıyor bence. Yaptıkları ile söyledikleri arasında mesafe olmayan bir anti-kahraman olarak bize ayna tutuyor.
Belki, bir ihtimal, kendimize biraz daha yaklaşıyoruz sayesinde…