“Siyaset efkârın âleminde bir şeytandır; istiaze edilmeli.”
Siyaseti şerrinden Allah’a sığınılacak bir şeytan olarak tarif eden bu sert ifade Bediüzzaman Said Nursî’nin Lemeat isimli eserinde bir yazı başlığı olarak geçer. Bu eser, onun Birinci Dünya Savaşı sonrasında, savaşı bizzat yaşamış, kendi ifadesiyle ‘çocukları bile ihtiyarlatan’ dehşetini görmüş, milis alayıyla Bitlis’te Ruslara karşı savaşırken yaralanıp esir düşerek Kostroma’daki esir kampına götürülmüş, oradan firar ederek Varşova-Belgrad-Sofya üzerinden İstanbul’a avdet etmiş, bütün bu süreçte büyük savaşın yol açtığı yıkımlara şahit olmuş iken yazdığı bir risaledir. Esaret dönüşü yazdığı ilk risalelerden birinde böyle bir başlığa yer vermesi, bütün bu yaşadıkları ve şahitlikleri ile birebir ilgilidir.
Savaşın yol açtığı bütün bu yıkımların bir numaralı sorumlusu olarak karar alıcıları, yani siyaseti görür Said Nursî. İlgili başlığın ardından kurduğu ilk cümlenin açıkça gösterdiği üzere; başlıktaki o son derece sert ifadenin hedefi insanı paranteze alan, çoğunluğun lehine azınlığı feda eden, dahası zalim bir azınlığın halkın büyük kısmını kendisi için kurban etmesine imkân tanıyan tarzda bir siyasettir. Olaylara ‘insan’ üzerinden bakmak ve her bir canı aziz bilip ona göre karar vermek yerine, başkalarının hayatlarını ‘ihmal edilebilir’ gören ve kolayca heder edebilen bir siyasettir.
Milis alay komutanı olarak katıldığı Dünya Savaşı sırasında gördükleri, daha sonra Kostroma’da esir kampında gördükleri, esir kampından firar hengâmında gördükleri ve dönüp geldiği İstanbul’da gördükleri, ona insanın bu dünyada yaşadığı en temel sınanma noktalarından birinin ‘adalet’ olduğunu göstermiştir. Özellikle de zor zamanlarda, korkunun veya menfaatin sevkiyle insanların adaletten nasıl vazgeçebildiğini apaçık görmüştür. Birine kızıp aidiyetini de hedef haline getirenler, topyekün savaş mantığı üretenler, bir tarz-ı siyasete kızıp ona taraftar olanları külliyen düşman sınıfına yazanlar, bir köydeki bir caniye kızıp ‘asayişi temin’ adına köyü bombaya tutanlar, bir birlikteki tek bir kişinin yanlışıyla herkesi cezalandıranlar, kendi ‘seçkin’ siyasetleri ve ‘yüksek’ hedefleri uğruna başkalarını, hatta bütün insanlığı ateşe atanlar… Adaletsizliğin, zulmün, haksızlığın bu kadar farklı tezahürleri içinde Bediüzzaman’ın gördüğü bir husus ‘siyaset’i eksen alan bir düşüncenin ‘adalet’i paranteze almaya gönülden razı ve dünden meyyal olduğudur. Yani kişinin dayandığı zemin siyasetse insan hayatı, yaşama hakkı ve adalet feda edilebilir bir unsura dönüşmektedir.
Oysa, ilgili bahsin devamında hemen hatırlattığı üzere, Kur’ân bir insanın yaşama hakkını mutlak surette teminat altına alır: “Kim haksız yere bir insanı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları diriltmiş gibi olur.” (Mâide sûresi, 5:32)
Said Nursî’ye göre, bu âyet tam, ‘ama’sız ve katışıksız bir adalet ilkesi ortaya koymakta; birey ile toplum, kişi ile insanlığa bir bakmakta; yani ‘cemaat’ adına ferdin, ‘insanlık’ adına şahsın ‘hukuku ihmal edilebilir’ şekilde görülmesine ve haksızlığa uğratılmasına asla izin vermemektedir. Hem de, belirli bir zamana ve zemine mahsus değil, her zaman geçerli bir Kur’ânî temel ilke olarak. O halde, âyetin verdiği dersle hareket eden bir kişinin yukarıda sözü edilen ‘tarz-ı siyaset’i benimsemesi tanım gereği mümkün değildir. Çünkü haksız yere bir insanı öldürmeyi bütün insanları öldürmekle; bir hayatı kurtarmayı bütün insanları diriltmekle eş tutarak bu âyetin verdiği öncelikli ders şudur: Hak, sayılabilir birşey değildir, oranlarla açıklanabilir birşey de değildir. Hak haktır; ortada bir hak var ise artık orada az-çok, büyük-küçükten söz edilemez. Velhasıl, Yaratıcının mutlak kudreti nezdinde insanlığı yaratmak ile bir insanı yaratmak nasıl bir ise, aynı şekilde ilâhî adalet nezdinde masum bir insanın canının heder edilmesi ile bütün insanlığı öldürmek de birdir. Kimse, sayılar ve oranlar üzerinden bu haksızlığı meşrulaştırma, bu zulmü adalet diye açıklama cihetine gidemez. Dolayısıyla, kimsenin hayatı paranteze alınabilir, feda edilebilir bir keyfiyette görülemez. Kimsenin hukuku ‘teferruat’ olarak görülemez. Kamu yararı, devletin menfaati, milletin selameti, ulusal çıkar, millî güvenlik, insanlığın geleceği, kutlu gelecek, mutlu yarınlar… hangi gerekçeyle olursa olsun, tek bir masumun hakkı, hukuku ve hayatı başkalarınca feda edilemez. Dolayısıyla, böyle bir hakka yönelik tecavüz de görmezden gelinemez. Tek bir can, velev ki bütün insanlığın güvenliği ve geleceği gerekçe olarak gösterilsin, haksız yere ve rızası dışında feda edilemez.
Sözün kısası, çoğunluk için azınlığı feda eden, dahası ‘seçkin’ bir azınlık adına halkı hiçe sayan türde bir siyasetin; kendisi ve aidiyeti dışındaki hayatları ‘ihmal edilebilir’ gören bir siyasetin benimsenmesi de, hazmedilmesi de bir mü’min için mümkün değildir ve olmamalıdır.
İlgili bahsin devamında, âyetin haksız yere bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı öldürmekle eş tutmasındaki ikinci bir boyuta da dikkat çekilir. İnsanda öyle bir zulüm damarı vardır ki, eğer zalim bir kişi veya topluluğun tek bir insana yaptığı haksızlığı sayıya ve orana vurarak ‘meşrulaştırmasına’ zemin sağlansa, o zulüm damarıyla ona, öbürüne, berikine bir gerekçe bula bula bütün insanlığı öldürmeye kadar işi vardırabilir. Yani haksız yere bir cana kıymaya meşruiyet arayan bir düşünüşte, bütün insanlığa kıymanın bile meşruiyetini üretecek zulümlü bir potansiyel mevcuttur. İşte bu zalim damarın harekete geçmemesi ve yeryüzünü zulümle doldurmaması için, Kur’ân ‘haksız yere bir insanı öldüren’e, ‘bütün insanlığı öldürmüş’ gibi ebedî bir ceza biçerek o zulüm potansiyelini daha en başta kesmekte; masum hayatlara birer birer dokunmak için kimseye meşru bir gerekçe vermemektedir.
Velhasıl, bu âyet, haksızlık ve zulüm yönünde en ufak bir zemin ve çığır dahi açmamayı, öldürmenin politikasını yapmamayı, hayatı korumayı temel ilke edinmeyi, herhangi bir sayı ve oran hesabı üzerinden adaleti çiğnemeye kalkmamayı âmir niteliktedir. Bu âmir ilke gereği, yaşama hakkı dokunulmazdır. Hiçbir gerekçe, haksız yere bir cana kıymanın mazereti olamaz. Öyle ki, bu ilke gereği bir gemide yüz cani bir masum bulunsa, o masumun yaşama hakkı için o gemi batırılamaz. Yine bu sebeple, şüphe ile bir cana kıyılamaz. Yine bu sebeple, yanlışlıkla affetmek yanlışlıkla cezalandırmaktan hayırlı görülmüştür; çünkü diğerinde geri dönüşsüz bir hak hak ihlali sözkonusudur.
Temel ilke bu, ölçüler de böyle ise, uygulamanın da bu şekilde olmasını bekliyor insan. Hak konusunda bireyi toplumla, bir insanı bütün insanlıkla eşitleyen bir Kitaba iman edenlerin olduğu bir toplumda, kılı kırk yarar bir adalet hassasiyeti bekliyor. Hayata saygı, insana saygı, yaşama hakkına saygı bekliyor. Bütün bu haklara saygısızlık içeren her türden uygulama karşısında bir eleştiri, itiraz ve direnç bekliyor.
Geçen hafta bekledim meselâ…
Özellikle de, ‘helikopterden atıldığı’ söylenen bir köylünün ölüm haberi geldiğinde ve ülkenin başşehrinde bir güvenlik görevlisinin üzerine iktidar ortağı partinin bir milletvekiline şoförlük yapan kişi arabayı açık bir kastla bir güvenlik görevlisinin üzerine doğru sürdüğünde.
Beklemeye devam edeceğim…
En baştaki cümleyi ve o cümleye nasıl bir siyaset anlayışının sebebiyet verdiğini unutmadan…