Tam Lübnan’a gideceğim gün, bir arkadaşım “İsrail’e girmiş olanların Lübnan’a giriş yapamayacağını” söyledi. İnternetten biraz arama yaptıktan sonra, Dışişleri Bakanlığı’nın e- vize kısmında şöyle bir nota rastladım: “Lübnan’a seyahat edecek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları 180 gün içinde 90 gün süreyle vizesiz giriş yapabilmektedir. Boykot Yasası gereği, pasaportlarında İsrail’e giriş-çıkış damgası bulunan kişilerin ülkeye girişlerine izin verilmemektedir.”
Geçen yıl Nisan ayında İsrail’e gitmiştim. Derhal pasaportumu çıkartıp tek tek sayfaları inceledim. Pasaportta İsrail damgası bulmayınca sevindim. Sonradan hatırladım ki, kapıda pasaportlarımıza mühür vurulmasın diye 50 dolar civarında para ödemiş ve bize verilen özel giriş belgesiyle Ürdün üzerinden İsrail’e geçmiştik. Artık rahatlamıştım. Yıllardır merak ettiğim, bir zamanlar “Ortadoğu’nun Paris’i” denen Lübnan’ı ziyaret edebilecektim.
Beyrut Havalimanına indiğimde, pasaportumun sayfalarını tek tek, inceden inceye inceleyen hanım memurun sorduğu sorulardan, benim ziyaretimden pek memnun olmadığını anladım. Beyrut’a neden geldiğimi, kimleri ziyaret edeceğimi, buralarda akrabalarımın olup olmadığını sordular. Bütün bu sorulara kendimce samimi cevaplar verdim, ama halen tatmin olmadıklarını görmekteydim.
Sonunda beni özel bir odaya aldılar ve pasaportumun birkaç fotokopisini çıkardılar. Bu arada “Ortadoğu konulu bir uluslararası konferansa katılıp, tekrar Türkiye’ye döneceğimi” tekrarladım. “Beni neden bu kadar sorguladığınızı anlamadım” deyince, yetkili biri “ Siz İsrail’e girmişsiniz” dedi. “Nasıl girmişim” diye karşılık verince, derhal pasaportun arkasındaki küçük bir yapıştırma kâğıdı (sticker) gösterdi ve “işte bu” dedi. “Ben İsrail’e değil, Filistin’e gittim” desem, karşımdaki memur Arap değil de gayrimüslim ise, bu cevaptan da hoşlanmayacak. Onun yerine, pasaporttaki ABD vizesini de göstererek, “bakın ben bir akademisyenim ve şimdiye kadar 40 civarında ülke dolaştım. Ülkenizi ziyaret edip geri döneceğim” demeyi tercih ettim. Neyse, sonunda insafa gelip Lübnan’a girmeme izin verdiler. Böylece, akıl ve mantık ile izah edilmeyecek bir boykot yasasını da kendimce delmiş oldum.
Bir medeniyeti yıkan iç savaş
Lübnan Birinci Dünya Savaşının ardından, Osmanlı İmparatorluğunun dağılması sürecinde Fransa mandasına geçti. Henüz İkinci Dünya Savaşı son bulmadan da, 1943 yılında bağımsızlığını elde etti. Ülkedeki kozmopolit yapı, etnik ve dinî çeşitlilik, bağımsızlık sonrası süreçte rejimin yapısının ve siyasi temsilin şekillenmesinde belirleyici rol oynadı. Örneğin cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyanlardan seçilirken, başbakanın Sünni Müslüman, başbakan vekilinin Rum Ortodoks Kilisesinden, meclis başkanının ise Şii Müslümanlardan olmasına karar verildi. Parlamenter demokrasiyi benimseyen Lübnan’da, Meclisteki 28 kürsü Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında; keza üst düzey yürütme görevleri Mecliste temsil edilen 18 dini gurup arasında paylaştırıldı.
Bir yere kadar yürüdü; sonra yürümedi. 1975 yılında patlak veren Lübnan iç savaşı, tam bir felâket oldu. 15 yıl sürdü ve 230,000 insanın ölümüne, 350,000 kişinin yaralanmasına, 35650,000 kişinin iç göçe maruz kalmasına, yaklaşık bir milyonun da kendi ülkesinden toptan göç etmesine yol açtı. İç savaş, ağırlıklı olarak bankacılık ve turizme dayalı ekonomik yapıya büyük zarar verdi; milli gelirin yarı yarıya azalmasına yol açtı.
Çoğunlukla Beyrut’ta yaşanan Lübnan iç savaşı 1990 yılında son buldu. Ancak şehrin tam merkezinde, her tarafı kurşunlarla delik deşik, birkaç boş ve harabe bina dimdik ayakta. Canlı birer müzeyi andıran bu binaların bu şekilde kalmasının en önemli sebeplerinden biri, sahiplerinin ya savaş sırasında ya hayatlarını yitirmiş ya da farklı diyarlara kaçmış olması. Hafızaları taze tutan, bir iç savaşın dehşetini zihinlere resmeden bu binalar (özellikle eski Holiday İnn oteli) Beyrut’a ayrı bir anlam katıyor. Bence bu yaralı binalar bir an önce kamulaştırılmalı ve varlıklarını Beyrut’un canlı tarih müzeleri olarak devam ettirmeli.
Dış müdahaleyi mümkün kılan etnik ve dini fay hatları
Lübnan’daki etnik ve mezhebî yapılanma, komşu ülkelerin müdahalesini kolaylaştırdı. İran, daha 1980’lerden itibaren Lübnan’da Hizbullah örgütü üzerinden çok ciddi bir ağırlığa sahip. Bugün bile, ülkenin hemen hemen dört bir yanında İranlı liderlerin posterleri, Hizbullah lideriyle yanyana asılı duruyor.
Madalyonun diğer yüzünde, Suudi Arabistan’ın da ülkedeki Sünni Müslüman nüfus üzerinde büyük bir ağırlığı hep oldu. Buna rağmen Lübnan’daki iç savaşı asıl FKÖ ve Filistin’den göç eden insanlar tetikledi. FKÖ Filistinli mültecileri silâhlandırıp Lübnanlı Hıristiyanlarla çatışmaya girince, iç savaş ağırlıklı olarak dinî bir karakter kazandı. Lübnan’ı çevreleyen İsrail ve Suriye’nin de ülkedeki iç savaşa bigâne kalması beklenemezdi. İç savaş patlak verdikten kısa bir süre sonra Suriye ordusu 16 bin askerle kuzey ve doğudan Lübnan’a girerken, İsrail de güneyden bir kısım Lübnan topraklarını işgal etti. 2000 yılının Mayıs ayında İsrail, Güney Lübnan’da silâhtan arındırılmış bir bölge oluşturarak geri çekildi. Buna rağmen Suriye ülkede kalmakta bir süre daha ısrarlı oldu.
14 Şubat 2005’te Lübnan başbakanı Refik Hariri’nin Beyrut’ta bir suikast sonucu öldürülmesi, nihayet Suriye ordusunun ülkeyi terk etmesine yol açtı. Zira Hizbullah liderliğindeki 8 Mart ittifakının, suikastin ardında İsrail’in olduğunu iddia etmesine karşılık, Batı yanlısı 14 Mart İttifakı suikastten doğrudan doğruya Suriye’yi sorumlu tutmaktaydı. Esasen genel eğilim de bu yöndeydi. Nitekim suikastı araştırmak üzere kurulan uluslararası komisyon da 20 Ekim 2005’te yayınladığı ilk raporunda, Suriye ve Lübnan hükümetlerinde yer alan kimi üst düzey yetkililerin suikasta karışmış olduklarına işaret ediyordu. Suriye, BM’nin 1559 sayılı kararıyla Lübnan’dan resmen çekilmesine karşılık, İran kadar olmasa da Şii Hizbullah örgütü üzerinden Lübnan’daki ağırlığını hep korudu.
Lübnan’da iç savaş sonrası en ciddi çatışmalar 2006 yılında Hizbullah’ın, İsrail- Lübnan sınırındaki İsrail kasabalarına roketli saldırılarda bulunmasıyla başladı. 160 İsraillinin yanısıra, misillemeler sonucu 1000 civarında da Lübnanlının hayatına malolan çatışmalar, BM Güvenlik Konseyinin 14 Ağustos 2006’da aldığı 1701 sayılı ateşkes kararıyla son buldu. Ancak bir yıl sonra, bu kez Filistin mülteci kampı Nahr el-Bared’de Lübnan ordusu ile militan İslami Fetih el-İslam grubu arasında çatışmalar başladı. Yaklaşık 40,000 mülteci yer değiştirirken, Lübnan ordusundan 169 asker, El Kaide’yi örnek alan Fetih el-İslam örgütünden de 287 militan can verdi.
Mülteci sorunu olmasa, Beyrut yine şahlanacak gibi
Sonrasında, yaklaşık on yıldır dini ve etnik çatışmalardan uzak kalan Lübnan hızla eski cazibesini kazanma yolunda ilerlerken, ülkenin önündeki en büyük sorunu Suriye ve Filistin’den gelen mülteciler oluşturmakta. Zira bu, dört milyon civarındaki ülke nüfusuna, 1.5 milyonu Suriye’den, 500,000’i Filistin’den olmak üzere iki milyon mülteci eklenmesi demek. Oran yüzde elli. Türkiye’de 100 kişiye ortalama 2 mülteci düşerken, Lübnan’da 2 kişiye 1 mülteci düşüyor. Parklar ve sokaklar dilencilerle dolup taşıyor. Alışveriş yapmak veya herhangi bir yere oturmak istediğiniz anda, derhal ellerini açıp dilenen insanlarla karşılaşıyorsunuz.
Lübnan’da turist akınına uğrayan en önemli yerlerin neredeyse tamamı Hristiyan yerleşim alanları. Kutsal Kitap’ta sık sık geçen Sur, Sayda ve Kanna, Lübnan sınırları dâhilinde kalmış. Antik Fenike olarak bilinen Biblos kenti ve Harissa tepesi de öyle. Nedense Hristiyan yerleşim yerleri çok daha düzenli ve temiz. Başlangıçta ülke nüfusunun yarısını teşkil eden Hıristiyanlar, iç savaşla ciddi nüfus kaybına uğradı. Bugün belki de ülke nüfusunun ancak dörtte birini meydana getiriyorlar. Oysa Hıristiyan nüfus, çok eskilerden beri Lübnan’ı Batı medeniyetine bağlayan en önemli köprü niteliğindeydi. Bana öyle geliyor ki, Ortadoğu’da Hıristiyan nüfusun giderek düşüşe geçtiği tüm yerlerde siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan bir gerileme, hattâ çoraklaşma yaşanıyor. Maalesef halen çoğumuz, Musevilik ve Müslümanlık gibi Hıristiyanlığın da Ortadoğu’dan çıkmış bir din olduğu gerçeğini ya göremiyor, ya da idrak edemiyoruz.
Lübnan’da ilk göze çarpan şeylerden biri, ülkedeki araba sayısının nüfusa göre bayağı fazla olması. Beyrut’taki son derece lüks arabalara Batı başkentlerinde de rastlayamazsınız. Buna karşılık trafikte hareket halinde olan pek çok da kırık dökük araba var. Bu ülkede zengin ile yoksul arasındaki fark bir uçurum gibi. Sokaklar dilencilerle dolu; buna rağmen sahillerdeki lüks otel ve eğlence mekânları tıklım tıklım. Sahildeki Four Seasons otelinde bir gecelik konaklama fiyatı sordum; 637 dolar dediler. Arap zenginlerin oldukça rağbet ettiği Beyrut’taki konut fiyatlarının yüz bin dolardan başladığı ve Lübnanlıların giderek dağlık kesime doğru kaydığı da gözden kaçmıyor.
Lübnan küçücük bir ülke (10,400 kilometre kare); ancak 225 km’lik Akdeniz sahiline sahip olması ülkeye muazzam bir avantaj sağlıyor. Gerçi sahilleri İsrail gibi düzgün ve temiz değil, hattâ kimi yerlerde, aynen bizdeki gibi denize bitişik yapılaşmalar da var. Ancak iç huzur sağlandığında bütün bu sorunlar aşılabilir. Beyrut çok kısa bir süre sonra “Ortadoğu’nun Paris’i” koltuğuna tekrar oturabilir. Lübnan’ın etnik ve dini çeşitliliğin kıymetini bilmesi, özellikle Hıristiyan nüfusunu ürkütmemesi ve ülkeden kaçırmaması koşuluyla.