Karl Popper’in özgürlük savunusunu hangi temeller üzerine kurduğunda kalmıştık. Devam edelim.
1958’de Avusturya’da özgürlük anlayışına dair bir konuşma yapar Popper ve bu konuşma 1967’de yayınlanır. Konuşmasında kendini “fazlasıyla eski moda bir filozofum” diye tanıtır ve “tamamen aşılmış ve eskimiş bir felsefeye” bağlı olduğunu belirtir. Onun inandığı felsefe “çoktan geçmiş bir çağın,” yani usçuluk ve Aydınlanma çağının felsefesidir. Popper, “bütün filozofların en büyüğü” diye selâmladığı Kant gibi, insanın kendini bilgi aracılığıyla özgürleştirebileceğine inanır.
Bu nedenle önce “usçuluk” kavramından ne anladığını açıklar. Usçuluğun merkezinde eleştiri vardır. Onun indinde usçuluk, hatalarımızın ve yanılgılarımızın eleştirisinden öğrenmekten başka bir şey değildir. Eleştiri hem başkalarının eleştirisi olabilir hem de kendi özeleştirimiz; başkalarının eleştirisi kıymetlidir ama daha önemli olan, bizim kendi düşüncelerimize eleştirel bakabilmemizdir.
“Usçu, basitçe, haklı çıkmaktan çok öğrenmeye değer veren; yabancı fikirleri olduğu gibi kabullenmek yerine, kendi fikirlerini başkalarının eleştirisine açarak ve başkalarının fikirlerini eleştirerek öğrenmeye açık olan insandır. Burada vurgu, eleştiri fikrinde veya daha doğrusu eleştirel tartışma fikrinde yatmaktadır. Demek ki gerçek bir usçu ne kendisinin ne de bir başkasının bilgeliği tekeline aldığına inanır.” (s. 129)
Salt eleştiri bizim doğrudan yeni fikirlere varmamızı sağlar mı? Elbette hayır. Fakat sadece eleştirel tartışma, bir fikri farklı yönlerden görmemize, onun hakkında adil bir yargılama yapabilecek bir olgunluğa varmamıza ve nihayetinde fikirler sahasında iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etmemize yardımcı olabilir.
“Usçu, usunu başka insanlara borçlu olduğunu bilir. Ussal, mantıksal, eleştirel yaklaşımın yalnızca başkalarının eleştirisinin sonucu olabileceğini ve ancak başkalarının eleştirisi aracılığıyla özeleştiriye ulaşabileceğini bilir.” (s. 129)
“Yetişkin insanların öndere gereksinimi yoktur”
“Aydınlanma” derken Popper, usçuluktan daha fazla bir şey kasteder. Her şeyden önce bu kavram bilgi vasıtasıyla kendini özgürleştirme ile ilgilidir. Entellektüellerin sorumluluğu, başkalarına kendilerini ruhsal olarak özgürleştirmelerinde ve eleştirel yaklaşımı anlamalarında katkı sağlamaktır. Ama Fichte, Schelling ve Hegel’den bu yana bu sorumluluk bir kenara itilmiştir.
“Çünkü ne yazık ki entellektüeller arasında başkalarına gösteriş yapma ve onları, Schopenhauer’in dediği gibi, bilgilendirmekten çok kandırmak isteği son derece yaygındır. Birer önder, birer peygamber gibi sahneye çıkarlar — biraz da peygamber gibi, yaşamın, dünyanın ve insanların, tarihin ve varlığın karanlık gizemlerinin bildiricisi gibi sahneye çıkmaları beklendiği için. Çok sık olduğu gibi burada da ne yazık ki sürekli talep, arzı üretir. Önderler ve peygamberler hep aranmıştır. Önder ve peygamberlerin bulunması da mucize değildir. Ama H. G. Wells’in bir zamanlar dediği gibi ‘yetişkin insanların öndere gereksinimi yoktur’; yetişkinler de öndere gereksinimleri olmadığını bilmelidir.” (s. 130)
Popper’a göre, peygamberlik iddiasından bariz şekilde uzaklaşmak her entellektüelin ödevidir. Bir aydınlanmacı ile peygamberlik taslayan biri arasındaki en belirgin fark, kullandıkları dildir. Anlaşılmak istendiği için bir aydınlanmacı, olabildiğince basit, açık ve doğrudan konuşur. Dilin basitliği, aydınlanmacı bakımından hayatidir. Çünkü aydınlanmacının gayesi, kandırmak ve hattâ ikna etmek bile değildir. O daha ziyade mantıksal ve disiplinli bir eleştiriye kapı aralamanın peşindedir:
“İkna etmek değil sarsmak ve özgürce fikir oluşturmaya dâvet etmek ister. Özgürce fikir oluşturmak onun için değerlidir; sadece hepimiz özgürce fikir oluşturarak doğruluğa daha çok yaklaşabileceğimiz için değil, aynı zamanda özgürce fikir oluşturmanın kendisine de saygı duyduğundan dolayı. Oluşturulan fikrin kökten yanlış olduğunu düşünse bile ona saygı duyar.” (s. 131)
“Zor yoluyla varılan uzlaşma değersizdir”
Aydınlanma, özgürce fikir oluşturmaya verilen değeri John Locke’dan almış ve geliştirmiştir. Bu değeri mayalayan birincil faktör, Avrupa’daki din savaşlarıdır; zira bu savaşlar dinsel hoşgörü fikrini doğurmuştur. Dinsel hoşgörü, savaşmaktan yorulmanın veya dini fikirleri terör ve şiddet yoluyla değiştirmeye çalışmanın nafile bir yol olduğunun görülmesinin bir neticesi değildir; daha derin ve müspet bir anlamı vardır:
“Dinsel hoşgörü, zor yoluyla varılan uzlaşmanın tamamıyla değersiz olduğu, yalnızca özgürce kabullenilen bir inancın değerli olabileceği yolundaki pozitif bilgiden doğar. Bu görüş bizi daha ilerilere götürür. Her içten inanca saygı duymaya ve bireye ve kararlarına saygı duymaya götürür. Immanuel Kant’ın, Aydınlanma’nın son büyük filozofunun sözleriyle, insan kişiliğinin onurunun tanınmasına götürür.” (s. 131)
“Kişiliğin onurunun tanınması” ifadesinden Kant’ın muradı, her bir bireyin ve onun düşüncelerinin saygıyla karşılanması gereğidir. İnsanlar arasında özgür düşünce alışverişini mümkün kılan bu ilke, düşünce özgürlüğünün de olmazsa olmazıdır. Çünkü ancak başka düşüncelerle karşılaştırarak kendi düşüncelerimizi teste tabi tutabilir, dayanıklı olup olmadıklarını ölçebiliriz.
“Eleştirel tartışma bireyin özgür düşüncesinin temelidir. Bu da düşünce özgürlüğü olmaksızın politik özgürlüğün olmayacağı anlamına gelir. Dahası politik özgürlüğün, her bireyin usundan özgürce yararlanmasının ön koşulu olduğu anlamına gelir.” (s. 132)
“Özgürlük bir nakliye aracı değildir”
Ezcümle Popper, usçuluğun ve Aydınlanma’nın politik özgürlüğü şart koştuğunu belirtir. Peki, bu özgürlük düşüncesi Batı’ya ne kazandırdı? Ne getirdi ne götürdü? Bir teraziye çıkarılsa, özgürlüğün iyilik kefesi mi ağır basar yoksa kötülük kefesi mi? Çok ilgi çekici bulduğu bu soruya Popper, “olabildiğince keskin ve belirgin bir şekilde” dört tez ileri sürerek cevaplamaya çalışır:
İlk tez, Batılı demokrasiler dünyasının, şimdiye kadarki dünyaların en iyisi olduğudur. Şüphesiz bu, söz konusu dünyanın sorunlardan azade olduğu anlamına gelmez ve yine şüphesiz mantıksal düzeyde daha iyi politik dünyalar kurgulanabilir. Lâkin tarihî varlığı hakkında bilgi sahibi olduğumuz politik dünyaların en iyisi budur.
İkinci tez, bu dünyanın bilinebilen bütün dünyaların en iyisi olma gerçeğini, demokrasiye ya da özgürlüğe atfetmekten kaçınılmasıdır. “Özgürlük yaşamanın güzelliklerini evimize taşıyan bir nakliye aracı değildir. Demokrasi hiçbir şey yaratmaz, ekonomi harikası da” der Popper ve insanlara ancak özgür olduklarında maddi olarak daha iyi yaşayabileceklerini söyleyerek özgürlüğü övmenin yanlış ve tehlikeli olduğuna dikkat çeker. “Demokrasi ve özgürlük hakkında söylenebilecek olan, en iyi olasılıkla, kişisel becerilerimizin refahımız üzerindeki etkisini biraz olsun artırdığıdır.” (s. 138)
“Çünkü özgürlük, kölelikten iyidir”
Üçüncü tez, özgürlüğü, kendince nihai bir değer olduğundan dolayı seçmemiz gerektiğidir. Popper’a göre özgürlük, başka maddi değerlere indirgenemeyecek kadar önemli, kendince bir değerdir. O nedenle biz özgürlüğü -bize daha rahat bir yaşam sağlayacağını umduğumuz için değil- başlı başına bir değer olduğu için seçmeliyiz.
“Bir zamanlar şunları söyleyen Demokritos gibi onu seçmeliyiz: “Tiranlık altında zenginliktense demokrasi altında kuru bir yaşamı tercih ederim” ve “Demokrasinin yoksulluğu, aristokrasi veya bir kişinin hükümdarlığı altındaki zenginliğe yeğdir, çünkü özgürlük kölelikten iyidir.” (s. 138)
Dördüncü tez, demokrasi ve özgürlüğe olan inancımızın bizi felâkete de götürebileceğidir. Özgürlük her daim galibiyeti temin etmez; aksine, altından kalkılması güç mağlubiyetlere de neden olabilir. 1938’de Polonyalıların ve Çeklerin, 1956’da Macarların başına geldiği gibi, özgürlük için verilen mücadele başarısızlıkla sonuçlanabilir. Veya Fransız ve Rus Devrimi’nde olduğu gibi özgürlük için çıkılan yoldan sapılabilir, bir terörizme dönüşebilir ve en dayanılmaz köleliğe götürebilir.
Dolayısıyla özgürlüğü savunanlar bunun kendilerini yenilgiye sürükleyebileceğine de hazır olmalıdır. Özgürlük savunusunun değeri de buradadır; biz özgürlüğe başarı ve zenginliğin kapılarını açan bir anahtar olduğu için sarılmayız. Özgür olmadan “insan” olarak yaşamayacağımızdan dolayı onu seçer ve savunuruz.
“Hayır, politik özgürlüğü, bize şunu ya da bunu vaat ettiği için seçmiyoruz. İnsanca bir arada yaşamanın, insana yakışan tek yolunu, kendimizden tam olarak sorumlu olabileceğimiz tek yolunu mümkün kıldığı için seçiyoruz. Olanaklarını gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimiz ise birçok şeye bağlı; her şeyden önce de kendimize.” (s. 138)
* Karl Raimund Popper, Hayat Problem Çözmektir, Çeviri: Ali Nalbant, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005