İnsanın kendi yazdığına karşı okuyucuyu uyarması çok rastlanılır bir durum değil, ama başlığa bir miktar kuşku ile yaklaşmakta yarar var. Hiçbir şey aniden sonlanıp başka bir şeye yol açmıyor. Birçok ara kademeden geçerek görünür hayattan siliniyor, ama o zaman bile tortusu zihnimizde yer almaya ve bilinçdışını etkilemeye devam ediyor.
Ancak yine de bazı inanç, alışkanlık, tutum veya düşünce kalıplarının zaman içinde sorguya açıldığına ve zayıfladığına tanık oluyoruz. Eğer evrimsel biyoloji ve psikolojiyi temel alırsak, söz konusu ‘çepere itilme’ ve ‘saygınlık kaybı’nın ana nedeni, üzerinde konuştuğumuz olgunun değişen koşullara adaptasyon yeteneğinin belirgin şekilde azalmasıdır.
Diğer deyişle, bireyci özgürlükçülüğün ‘sonu’ndan bahsettiğimde, bu yaklaşımın günümüz dünyasında sorun çözme kapasitesini önemli ölçüde kaybettiğini, ‘hayati’ addedilen bazı durumlara çare üretemediğini, hattâ sorun yarattığını öne sürmüş oluyorum.
Oysa 18. yüzyıl ile birlikte bireyci özgürlükçülük entelektüel hakimiyetini ilân etmiş, sonrasında tarihsel olarak kısa sayılacak bir otoriter sosyalizm rekabetinden başarı ile sıyrılmış ve ‘tarihin sonuna’ kadar medeniyete damga vuracağı düşünülmüştü.
Gerçi 19. yüzyıl ve sonrası otoriter zihniyetin tümüyle dışlanamayacağını göstermişti, ama bu, merkezi devletin ve uluslararası sistemin bizleri mecbur ettiği bir ‘kabul edilebilir yük’ olarak algılandı. Hele Sovyet sisteminin çöküşünden sonra bireyci özgürlükçülüğün önünde duracak hiçbir güç yok sananlar vardı.
Ne var ki günümüz küreselleşmesinin önemli unsurlarından biri olan yığınsal demografik hareketlilik, kamusal alanın bireyci bir bakışla ele alınmasını zora soktu. Artık her biri birey olarak farklılaşmış tekil insanlarla değil, farklılığı kendi kimliksel nişanesi haline getirmiş kültürel gruplarla birlikte yaşamak zorundaydınız.
Yani özgürlüğü birey üzerinden tanımlamanın ‘ötekilerle karşılaşmalarda’ sorun çözemeyip, sorun yarattığı bir durum… Niye böyle olduğu, zihniyet analizine oturttuğumuzda hiç de sürpriz değil. Ancak meseleye bu çerçeveden bakmadığınızda beklenmedik bir durumla karşı karşıya olduğunuzu düşünebilir ve yaşanan sorunların sorumluluğunu dışarıdan gelmelerine karşın sisteminize uyum sağlayamayan ‘ötekilere’ yıkabilirsiniz. (Ki bu da bilinçdışı tepkilerin yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve popülizm arayışlarında toplumsallaşmasına neden olabilir…)
Meseleyi anlamak için sürecin başına ve zihniyete dönelim… Batı dünyası tohumları 11. yüzyılda atılan, adım adım hayatın ve düşüncenin her alanına sirayet eden ve Aydınlanma ile birlikte ‘egemenliğini’ ilan eden relativist zihniyet içinde yoğrulmuş bir zihin çerçevesine ve kültüre sahip.
Bu devrimsel nitelikte ve üstünlüğünü sanat-bilim-teknoloji-kalkınma alanında kanıtlamış bir zihniyet. Temelinde ise ‘nasıl bilgi edinebildiğimiz’ sorusuna verdiği cevap yatıyor. Buna göre gerçeklik ile zihnimiz arasında bir mütekabiliyet var ve bu ilişki herkesin kendi deneyimine göre şekilleniyor. Ancak hiçbir kimsenin deneyimi bir başkasınınkini tam olarak kapsamıyor. Dolayısıyla herkes (her bir tekil kişi) gerçekliğin bir başka yönünü anlıyor. Söz konusu ‘anlama’ becerimizden kuşku duymamıza gerek bulunmuyor, çünkü zihnimiz ile dışındaki gerçekliğin tözü (substance) aynı.
Demek ki her birimizin kendi deneyimlerinden hareketle ürettiği algı, fikir, yorum ve tepkiler eşdüzeyli bir zeminde yer almakta. Yani kimsenin fikri bir başkasınınkinden daha değerli değil. Ayrıca bu fikirleri nesnel olarak mukayese de edemiyoruz çünkü herkesin deneyimi farklı…
Bu durumda toplumsal hayat iki vazgeçilmez öğe üzerine oturtulmak zorunda. Biri özgürlüğün ‘birey’ temelinde tanımlanma zorunluluğudur. Diğeri ise toplumsal kararlara ulaşmak için çoğunlukçu yöntemlerden başka meşru bir yolun bulunmadığıdır. (İnsanların konuşup ortak fikirlerde buluşmaları tabii ki iyi bir şeydir, ama kimseyi buna zorlayamayız ve zaten bu tür ortak fikirlere ulaşılması da çok nadirdir ve ayrıca bu ortak fikirlerin dayanıklılığı da azdır.) Basit bir akıl yürütme liberal piyasa sistemi ve liberal demokrasinin de bu zemin üzerinde meşruiyet kazandığını gösterecektir.
Toparlarsak, özgürlüğün birey temelinde tanımlanması, bireysel özgürlüklerin mukayese edilememesi ve bunları tamamlayan şekilde eşdüzeyli bir kamusal alan tasavvuru, Batı modernliğinin vazgeçilmesi zor, fazlasıyla içselleşmiş önermeleridir.
Batı modernliği söz konusu anlayışı bir ‘genel doğru’ kıldığı ölçüde, kamusal ve toplumsal hayatı homojenize etme şansı yakaladı. Herkes kendince ‘birey’ olarak farklıydı ve bu farklılığını yine bireysel olarak sergileme meşruiyetine sahipti, ama aynı zamanda herkes bu norma uygun davranmak, hattâ onu içselleştirmek zorundaydı.
Kültürel benzerlik belirli bir süre Batı’nın ideal hayat yaklaşımını bulduğu sanısını yarattı. Relativist zihniyet bir ortak ahlâk üretmedi, ama modernliği (ve özelde laikliği) bir ortak ahlâk gibi işlevselleştirdi.
Ve şimdi o dünyaya farklı kültürlerden ve farklı zihniyetlerden insanlar geliyor… Ve de bu insanlar bireyi (ontolojik anlamda) öne çıkaran bir yaklaşıma sahip değiller… Bu nedenle çevreye adaptasyon konusunda zorlanıyor, içe kapanıyor ve kültürlerine sahip çıkma isteği duyuyorlar. Ev sahibi toplumların davranışları da misafirlerin daha kimlikçi olmalarıyla sonuçlanabiliyor.
Ne var ki bu insanlar misafir sayılsalar da giderek yerleşik hale geliyor ve ‘içimizdeki yabancı’ya dönüşüyor. ‘Bize ait ve doğru’ sisteme uyum gösteremeyen, uymak istemeyen, onu tahrip etmekten çekinmeyen ve bunları kültürel kimlikler üzerinden kamusallaştıran gruplarla birlikte yaşamak zorundayız.
Bireyci özgürlük anlayışı ne bu insanların kendi içindeki, ne de onlarla ev sahibi toplum arasındaki sorunları çözebiliyor. Küreselleşme ise sadece ‘içimizdeki’ değil, ‘dışımızdaki’ yabancıları da ‘bizim’ sistemimizin parçası kılmış durumda…
Dolayısıyla oturup düşünme zamanı… Küresel dünyanın farklı bir epistemolojik çıkış noktasına ihtiyacı var. Öyle ki, küreselleşmenin ürettiği yeni durumlar o zemin üzerinde çözülme imkânı bulsun. Bireyin önceliğini ve özgürlüğünü ortadan kaldırmayan ama onu farklı bir bağlama oturtan bir zemin…
Gelecek yazı bu zeminin kaçınılmaz olarak yeni bir zihniyeti ima ettiği üzerine olacak.