Serbestiyet: Merkez Bankası Para Politikası Kurulu dün (24 Aralık) yılın son toplantısında politika faizini 200 baz puan daha artırdı. Bu hamle, piyasa aktörleri ve ekonomistler tarafından doğru ve gerçekçi bulundu. Böylece Türkiye dış yatırımcılar açısından biraz daha cazip bir ülke haline gelmiş oluyor. Fakat bir yandan da Türkiye’nin kuralsız, öngörülemez bir ülke olduğuna dair değerlendirmeler var. Meselâ en son Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Selahattin Demirtaş kararı vesilesiyle, altında imzasının olduğu bir anlaşmaya uymayacağını cumhurbaşkanı seviyesinden ilan etti. Bu sertlikle Merkez Bankası’nın faiz kararı arasında nasıl bir ilişki var? Uyum mu var çelişki mi var?
Etyen Mahçupyan: Son dönem atılan adımlar Türkiye’nin yeni bir öngörülebilirlik çerçevesi yaratma peşinde olduğunu düşündürüyor. Muhtemel partnerlerin zihninde belirsizlik taşıyan ve öngörü imkânını kısıtlayan üç alan var: ekonomi, yargı (insan hakları) ve dış politika (askeri arayışlar).
Son birkaç yıl Türkiye her üç alanda da başına buyruk davranma fırsatını olabildiğince kullandı. Bunun sonucunda ekonomi alanında iflasın eşiğine geldi, yargıyı kurumsal zafiyete uğratıp yürütmenin emrine vererek demokrasiden uzaklaştı, dış politikada ise ‘girişimci’ davranışlarla bir yandan pazarlık gücünü ve bölgesel etkinliğini artırdı, ama aynı anda da sürdürülebilir olmayan bir konumda tıkandı.
Önemli nokta her üç alanda da gidilecek yolun kalmamasıydı. Ekonomi piyasa sisteminin, dış politika küresel güç dengesinin ‘duvarına’ çarpmış durumda. Öte yandan iç politikada demokrasinin daha da yozlaştırılması ile elde edilebilecek ek bir yarar bulunmuyor…
Bir erken seçim hedeflense bile, en azından 2022 ortasına kadar ayakta kalması gereken bir hükümetin bu üç alanda yeni bir hamle yapması beklenirdi. Erdoğan ve ortaklarının ‘demokrasinin’ durumunu iyileştirmek üzere adım atmak istemedikleri, böyle bir gelişimi kendi iktidar anlayışları ve oluşturdukları imtiyaz ve güç düzeni açısından zararlı buldukları açık.
Dış politikada ve askeri maceraperestlikte ise fazla zemin kaybetmek istemediklerini tahmin etmek zor değil. Dört nedenle… Birincisi, Erdoğan’ın bakışı tarihe geçmek için çırpınan ve bunu güç üzerinden yapma dışında pek heveskâr olmayan bir psikolojiyi yansıtıyor. İkincisi, bu stratejinin küresel güçlerin zımni taşeronluğunu ima ettiğinde ya da tersine Türkiye’nin pazarlık gücünü artırdığında işe yarayabileceği görülüyor. Üçüncü olarak, bu tutum ordunun devlet içindeki göreli güç ve önemini artırdığı, askeri teknolojik ilerlemeyi sağladığı ölçüde söz konusu kurumu iktidarın doğal ortağı haline getiriyor. Ve nihayet dördüncüsü, bu dış politika beka söylemi ile bütünleşerek Cumhur İttifakının tabanını konsolide etmeye hizmet ediyor.
Dolayısıyla dış politika alanında iktidar esnek olabilir, ama bunu olabildiğince zamana yaymak ve ‘kullanmak’ isteyecektir. Böylece elde ‘reform’ yapılacak tek alan olarak ekonomi kalıyor. Naci Ağbal’ın Merkez Bankası Başkanlığı’na geliş biçimi ve sergilediği duruş, ekonomideki sıkılaştırmanın iktidar tarafından istenilir değil, mecbur kalınan bir durum olduğunu göstermekte. Ağbal’ın bağımsızlığına böylesine sahip çıkabilmesi, bir yandan gelinen noktanın vehametini, diğer yandan da bunun Erdoğan’a yönelik bir ‘bürokratik ültimatom’ anlamı taşıdığını teyid ediyor.
Son faiz artırımı piyasanın beklentisine uygun, rasyonel bir adım olarak değerlendirildi ve ekonomik öngörülebilirliğe hizmet etti. İktidar bu öngörülebilirliğin karşılığında küresel aktörlerin iç politikadaki olumsuz gidişata, dış politikada ise bir miktar belirsizliğe razı olacaklarını umuyor olabilir. Diğer deyişle, iktidar ekonomiyi piyasa sistemine uyumlu kılmanın getirisi olarak içerde baskı ve keyfiliği, dışarda ise fırsatçılığı öne çıkaran güç siyasetini ‘satın almanın’ peşinde gözüküyor.
Şimdi soruya dönersek, Merkez Bankası’nın 200 baz puan faiz artışı ile iktidarın Demirtaş’la ilgili AİHM kararını tanımaması arasında hem uyum hem çelişki olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekçi olarak baktığımızda, yukarıda anlatıldığı üzere (zorunluluktan da kaynaklansa) araçsal bir uyum söz konusu. Ama normatif bakarsak, bir alandaki evrensel veya ahlaki yaklaşımın ille başka alanlarda da tecelli etmesini bekleyenler için ortada bir çelişki bulunuyor.
Ama belki de esas çelişki, Türkiye gibi ahlâkı araçsallaştırmayı yadırgamayan bir ülkede normatif tutarlılık aramaktır…