Kur’ân’da, Benî İsrail’e gelen emirlere de atıfla, haksız yere bir insanı öldürmenin Allah katında bütün insanları öldürmek derecesinde büyük bir cürüm olduğu bildirilir. Tersi de geçerlidir. Bir hayat kurtarmak, Allah indinde, bütün insanların hayatını kurtarmak kadar kıymetlidir (bkz. Mâide, 5:32).
Bu âyet, hak ve adaletin sayılarla, aritmetikle, oranlarla ilgili bir mesele olmadığının; varolan bir hakkın azlık-çokluk, azınlık-çoğunluk hesapları üzerinden değerlendirmeye tâbi tutulamayacağının apaçık bir ifadesidir. Hak, haktır; azı çoğu, büyüğü küçüğü olmaz. Ortada bir hak varsa, korunmalıdır. Birin üstündeki sayılar üzerinden o hakkın iptali mümkün değildir.
Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, bu âyeti, ontolojik bir çerçevede açıklar. Bu, böyledir; çünkü kudret-i ilâhî nazarında eşit olan, adalet-i ilâhî nazarında da eşittir. Kudreti sonsuz olan Yaratıcı için bir insanı yaratmak ile bütün insanları yaratmak eşit kolaylıkta olduğu gibi, bir insanın hukuku da O’nun katında bütün insanlığın hukuku kadar değerlidir.
Kur’ân’daki bu emir, yine Said Nursî’nin dikkat çektiği üzere, insandaki zulüm potansiyeline fırsat tanımama amacını da içerir. Bir masumun hakkına veya hayatına kasdetmeye şu veya bu sebeple bir yol açıldığında, bu yoldan giderek adım adım bütün insanlığın hakkına veya canına kasdetmeye kadar uzanacak bir zulüm potansiyeli insanda vardır ve Kur’ân’ın haber verdiği Nemrut ve Firavun başta olmak üzere, çağlar boyu zorba ve zalim muktedirler bu potansiyel harekete geçtiğinde zulmün nerelere varacağını bilfiil göstermişlerdir. İşte Kur’ân, daha en baştan bir insanı haksız yere öldürmeyi bütün insanları öldürmek derecesinde bir zulüm olarak tanımlayarak, bu potansiyelin harekete geçmesine asla izin ve müsamaha olmadığını bildirmektedir.
Masumların hukukunu korumanın veciz bir ifadesi olarak bu âyetin yanında başka birçok âyetiyle Kur’ân, adaleti hem bütün varoluşun, hem de insanlığın eksen değeri olarak resmeder. Adaleti olmazsa olmaz temel ilke olarak belirleyen bu âyetlerden biri ise, önemine binaen beş ayrı sûrede tekrar, te’kid ve teyid edilen “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez” âyetidir. Bu âyet ise suçta ve cezada şahsîliği tesis etmekte; birinin hatasıyla başkasının mes’ul kılınmasına, yani kişinin işlemediği bir suçtan dolayı cezalandırılmasına asla izin vermemektedir.
Risale-i Nur müellifi Said Nursî, ‘adalet-i mahzâ,’ yani ‘tam adalet’ kavramlaştırmasını öncelikle bu âyeti merkeze alarak geliştirir ve gerek bütün insanlık gerek İslâm tarihi içerisindeki olayları bu temel ilke açısından değerlendirir. Buna göre, İslâm tarihinde Müslümanların kendi aralarında yaşanmış ilk savaş, yani Cemel Vak’ası bu tam adalet ilkesine dayalı bir içtihad savaşı niteliğindedir. Üçüncü halife Hz. Osman’ın katline kadar varan olaylar zinciri sonunda; bazı sahabiler bütün asilerin bu cinayet suçuyla cezalandırılmalarını isterken, seçilen yeni halife Hz. Ali başta olmak üzere başka birçok sahabi cinayetten kimler sorumlu ise sadece onların cinayet sebebiyle cezalandırılması gerektiğini söylemektedir. Bu ise soruşturmanın salimen neticelenmesi için zamana ihtiyaç gösterdiğinden, diğer görüşe sahip olanlar gecikmenin yeni cürümler için teşvik edici olacağı endişesiyle toplu cezalandırmanın isabetli olacağını ileri sürmektedir.
Said Nursî, ortaya çıkan bu iki ayrı yaklaşımın ilkini ‘adalet-i mahzâ’ ile, diğerini ‘adalet-i izafiye’ ile açıklar; haklı ve isabetli görüşün Hz. Ali’ye ait olduğunu da net biçimde belirtir. ‘Adalet-i izafiye’ için bir uygulama alanı mevcut da olsa, bu, ortada iki olumsuzluk arasından daha ehvenini seçmeye mecbur kalınan durumlar için geçerlidir. Ancak, işlemediği bir suçtan dolayı bir insanı cezalandırmak, meselâ bir kişiyi işlemediği bir cinayetin cezasına çarptırmak, tam olmayıp izafî de olsa ‘adaletin tatbiki’ olarak tanımlanamaz. Bu, zulümdür; asla adalet değildir. Velev ki başka bir suçtan dolayı cezalandırılmayı hak ediyor olsun, bir kişiyi işlemediği bir suçtan dolayı cezalandırmak adalet olamaz. Kamu düzeni, devletin bekası, toplumun güvenliği, umumî fayda, vatanın selameti… hangi gerekçe ile olursa olsun; bir insan işlemediği bir suçtan dolayı cezalandırılamaz, başkasının işlediği bir suçun cezası onun da üstüne yüklenemez.
Hz. Ali’nin içtihadıyla açıkça netleşen bu adalet ölçüsünü daha da açmak adına, Said Nursî şöyle bir örnek verir: İçinde yüz cani, bir masum bulunan bir gemiyi batırmak hak mıdır, adalet midir? Asla. Çünkü o tek masumun yaşama hakkı dokunulmazdır; bir cana kıymadığı, bozgunculuk yapmadığı halde bir insanı öldürmeye kimsenin hakkı yoktur. ‘Ama o canilerin cezayı zaten hak ettikleri, ayrıca gemi karaya çıkarsa yeni cinayetler de işleyebilecekleri’ gerekçesiyle gemi batırıldığında, masum bir kişi haksız yere öldürülmüş olacaktır; haksız yere bir insanı öldürmek ise, en baştaki Kur’ân hükmünü hatırlarsak, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Cinayet işlememiş o kişinin yaşama hakkı, kesinlik kazanmış bir keyfiyettir. Diğerlerinin yeniden suç işlemesi ihtimaliyle, o mevcut ve muhakkak hak ortadan kaldırılamaz. Zaten olan, muhtemel olana feda edilemez; ihtimal, vâki ve kesin gerçekliğin yerini alamaz.
Velhasıl, ilgili âyet başta olmak üzere adaletle ilgili bütün hükümleriyle Kur’ân’ın, masumun hukukunu dokunulmaz kıldığı; işlenmemiş bir suçtan dolayı cezalandırmayı zulüm olarak tanımladığı açıktır.
Kur’ân tek bir masumun yaşama hakkını bütün insanlık kadar değerli gördüğüne ve masumun yaşama hakkını dokunulmaz kıldığına göre, meselâ Osmanlıdaki kardeş katli uygulamasına bir mü’minin nasıl bakması gerektiği açık ve tartışmasız demektir. İster Yıldırım Bayezid’in yaptığı gibi fiilen gerçekleştirilmiş, ister Fatih Sultan Mehmet tarafından ‘münasip bulunarak’ kanunlaştırılmış olsun; nizam-ı âlem, devletin bekası, vatanın selameti, kamu yararı, toplum güvenliği… hangi gerekçe üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın, bu uygulama İslâmiyete ve insaniyete aykırıdır, zulümdür. Dolayısıyla ilgili Kur’ân âyetlerini kendisi için bağlayıcı bilen hiçbir Müslüman tarafından meşru ve caiz görülmesi, haklı bulunması ve kabul edilmesi mümkün değildir. Zaten, dinen meşruiyeti gayr-ı kâbil olduğu için ihdas edilirken ‘caizdir’ denilememiş, ‘münasiptir’ gibi bir ifadeyle arka kapıdan dolanma yoluna gidilmiştir.
Mü’minlerin hem kendisinin ne yapacağını hem de fiiliyatta yaşananları Kitaba uygunluğuna göre değerlendirmesi gerektiğine göre, sözkonusu uygulamanın, Kitaba uymadığı için reddi bir zarurettir. Ancak bu topraklarda nice dindar insan, hak etmediği halde Osmanlı dönemini zihninde ‘ikinci Asr-ı Saadet’ olarak inşa ettiği için, bu zalim uygulamayı Kitaba uymadığı halde ‘kitabına uydurma’ gayretkeşliği içindedir. Bunun en hazin örneği ise, Kur’ânî ‘adalet-i mahzâ’ ilkesini en berrak biçimde açıklayan Said Nursî gibi bir ismin çizgisine mensubiyet iddiası taşıdığı halde bu zulme meşruiyet üretmek üzere kitap yazmış ‘tarihçi’ler bulunmaktadır.
Halbuki, bu ‘tarihçi’ler dahil nicelerinin güya Osmanlıyı koruma ve kurtarma adına savundukları bu uygulama İslâm’a da, insaniyete de sığmaz açık bir zulüm olduğu için bizzat Osmanlı tarafından eleştirilmiş ve terkedilmiştir. Bu zalim uygulamayı kaldırıp yerine ekber-erşed kuralını getiren I. Ahmed’in yakınındaki isimlerden Müneccimbaşı Ahmed Lütfi’nin Câmiü’d-Düvel’inde Osmanlı bahsinde bu zalim uygulama sebebiyle hem Yıldırım Bayezid, hem Fatih Sultan Mehmed için söylediği sözlerin sertliği ve ağırlığı çok dikkat çekicidir. Babası öldüğünde en büyük ağabeyi sultan olurken ‘fesat çıkmasın, nizam-ı âlem bozulmasın’ diye boğularak öldürülen şehzadeler arasında bebek veya çocuk yaşta olanlar dahi vardır; öyle ki boğulduğunda annesinden emdiği süt burnundan gelenler dahi bulunmaktadır. Ahmed Lütfi, olup bitenin kabul edilir cinsten birşey olmadığını kesin ve keskin bir şekilde anlatır eserinde.
Ama ‘hiç hata yapmamak’ üzerine kurulmuş bir mazi ve hal algısı üzerine kurulmuş bir kollektif benlik algısı elbette ‘ecdad’ın her yaptığında bir ‘hikmet’ bularak bu apaçık zulme dahi gerekçe üretecek; böylece, iş bugüne ve kendisine geldiğinde aynı ‘hikmet-i hükûmet’ söylemiyle ‘beka, selamet, nizam, emniyet’ kelimelerini devreye sokarak Kitabullah’ın açık hükmünü dahi bypass etmeye yeltenebilecektir!
Bir romancı olamayışıma hayıflandığım bir noktadır da burası… Denemenin geniş ve serbest zemininde yazmanın rahatlığıyla, kendimi hiç kurguya alıştıramadım ve dolayısıyla bir hikâyeci ve romancı olmadım ve sanırım hiçbir zaman olamayacağım. Ama bir romancı olsam, bu açık zulmün gayriinsanîliği apaçık anlaşılsın, dolayısıyla ‘beka, selamet, nizam, emniyet’ kelimeleri üzerinden apaçık bir zulme dahi nasıl adalet külahı giydirilebildiği görülsün ve vicdanlar bu duruma karşı uyanık olsun diye, bir şehzadenin romanını yazmak isterdim. Babası öldüğünde kendisi sultan yapılırken kardeşlerinin öldürüleceğini bilen bir şehzade… Babası ölünce ağabeyi sultan olurken kendisinin öldürüleceğini bildiği gibi, babası ölmeden ağabeyi ölürse sultanın kendisi olacağını da bilen bir diğer şehzade… Onların bu şartlarda oluşan karmaşık ruh ikliminde dolaşan bir roman… ‘Devlet’lerin tarihini yazanların ‘insan’ı nasıl paranteze alıp hakkı ve adaleti yok sayabildiğini de bu örgü içinde işleyen bir roman…
Böyle bir roman, tarafımdan yazılamayacağı açık olmakla birlikte, bir kalem erbabınca yazılır mı bilmiyorum. Ama böyle bir roman yazılmasa dahi, şuracıkta dile getirdiğim ölçüler ve olaylar dahi, ‘şanlı tarihimiz’deki ‘kardeş katli’ uygulamasının açık ve feci bir zulüm olduğunu, insaniyeten ve İslâmiyeten kabulüne imkân bulunmadığını herhalde gösteriyor.
Peki böyle bir zulme dahi meşruiyet aramaya çalışan bir zihin, sizce başka hangi zulme kapı aralamaz? Böyle bir zihniyet dünyasının, ‘hikmet-i hükûmet’le sevk edilemeyeceği herhangi bir yol ve yön var mıdır? Beka, nizam, selamet, emniyet söylemleriyle meşru görmeyip tavır koyacağı bir adaletsizlik mevcut mudur?
Tek kapı, tek yön, tek adaletsizlik vardır bu durumdakiler için: kendisine ve aidiyetine dokunan… Bir tek ona tepki gösterir; onun dışındaki bütün adaletsizlikler için muhakkak bir izahı vardır.
‘İslâm’cılık ile ‘Müslüman milliyetçiliği’ arasındaki geçen hafta dile getirdiğim ayrışmanın ve ilki görünen şeyin ikincisi çıkması olgusunun nirengi noktası da işte burasıdır.
Gerçekçi olmak ve bu devletçi damarı gözardı etmemek gerek.
Mazinin acıları ve ayıplarıyla hesaplaşmadan, bir şekilde mazeret ve meşruiyet üreterek insanî, adil ve İslâmî bir hal ve istikbal inşası mümkün değil oysa…
Öte yandan, ‘kardeş katli’ne meşruiyet bulmak için harcanan emekler, bugün bu ülkede ‘dindarlar’ın adalet diye girdikleri yoldan adım adım çıkarak irtikap ettikleri haksızlıkları da sanırım açıklıyor…
(Not: Geçen haftaki yazımda, Tezkire’nin Nisan-Mayıs 2001 sayısında bir tartışma bağlamında Mücahit Bilici’nin kaleme aldığı “İslâmcılığa Dair Bazı Sorular: İslâmcılığın ‘Müslüman Milliyetçiliği’nden Öteye Bakiyesi Nedir?” başlıklı yazıya atıfta bulunmam gerekirdi; bu sorumluluğu, gecikerek de olsa, şimdi yerine getiriyorum.)