[26-27 Aralık 2020] Bu ağır, bu largo, bu muhteşem âhenkle başlar, Nâzım’ın Şeyh Bedreddin Destanı. Ne tuhaf. Yukarıdaki minyatürlerde en medenî (gül koklarken) ve en törensel (divan toplantısındaki) hallerini gördüğünüz I. Mehmed (1413-1421) ile onu izleyen II. Murad’ın (1421-1451) saltanat dönemlerinin bir ucunda Nâzım, diğer ucunda Nihal Atsız durur.
Şimdi nereden? Metin Karabaşoğlu peşpeşe çok önemli şeyler yazıyor Serbestiyet’te. İman ile siyaseti, devleti, hikmet-i hükümeti (raison d’état) yüzleştiriyor. Geçmiş ve güncel savaş, şiddet, yönetim, iktidar uygulamalarının karşısına İslâmiyetin temel ilkelerini (veya bu ilkelere ilişkin kendi yorumlarını) dikiyor. Makyavelizmin kirletmediği bir Müslümanlığı savunuyor.
Bir tarihçi olarak, sadece İslâmiyetin değil, herhangi bir inancın devlet ile ilişkisi açısından bunun mümkün olup olmadığını bilemiyorum doğrusu. Yani bilemiyorum derken, herhalde mümkün değil demek istiyorum. Karabaşoğlu saf ve temiz bir ahlâktan yana. Bana bu ahlâk sadece bireysel düzeyde olabilirmiş gibi geliyor. Yukarıda, hemen ikinci cümlemin başında kasten din demedim. İman dedim. İman başka, din başka. İman kamusal alana çıkıp kollektifleştiğinde iman olmaktan çıkıyor, din oluyor. Müslümanlıktan değil Marksizmden gelen biri olarak, benim sol siyaseti terketmemde bu sezgi önemli rol oynadı. Marksizm için de çok söylendi tabii, en azından zamanla “seküler bir din” haline geldiği. Doğru. Bir yerden sonra, kendi ahlâkını korumayı imkânsız kılıyor.
Bu karamsarlık Metin Karabaşoğlu’nu yudum yudum, tadını çıkararak okumama engel değil kuşkusuz. En son Bir şehzadenin romanı’nda (25 Aralık), Kuran’a dayandırdığı bir suç ve masumiyet anlayışı açısından Osmanlı’daki kardeş katli uygulamasına eğildi. Kabul edilemezliğinin altını çizdi. “İster Yıldırım Bayezid’in yaptığı gibi fiilen gerçekleştirilmiş, ister Fatih Sultan Mehmet tarafından ‘münasip bulunarak’ kanunlaştırılmış olsun; nizam-ı âlem, devletin bekası, vatanın selameti, kamu yararı, toplum güvenliği… [vurgular benim – HB] hangi gerekçe üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın, bu uygulama İslâmiyete ve insaniyete aykırıdır, zulümdür.” Devamında, edebiyat yeteneği olsa “[b]abası öldüğünde kendisi sultan yapılırken kardeşlerinin öldürüleceğini bilen bir şehzade[nin]… [b]abası ölünce ağabeyi sultan olurken kendisinin öldürüleceğini bildiği gibi, babası ölmeden ağabeyi ölürse sultanın kendisi olacağını da bilen bir diğer şehzade[nin]” romanını yazmak isteyeceğini kaydetti.
Belki, son yıllarda önüme gelen birçok öğrenci, Osmanlı İmparatorluğu’nu İslâmiyetin olabilecek en kusursuz uygulaması, gelmiş geçmiş en mükemmel Müslüman toplumu ve medeniyeti gibi düşündüğünden, ben de bu yanılsamayı neresinden düzeltmeye başlayacağımı bilemediğimden… Hem çok dokundu Karabaşoğlu’nun bütün yazısı ve özellikle bu cümleleri. Hem, çoktandır düşündüğüm ama sürekli ertelediğim bir konunun o kadar içine çekti ki, yazmayı kaçınılmaz kıldı. Yazmadığım sürece, en azından yazmaya başlamadıkça, başka şey yapamaz oldum.
Hayır. Korkmayın. Metin Karabaşoğlu gibi ben de romancı değilim ve olamam, olmaya kalkışamam, olmam teklif dahi edilemez. Ama başkalarının yazdığı roman ve hikâyelerden hareketle, Osmanlı şiddet tarihinin günümüze nasıl yansıdığına girebilirim. 20. yüzyılın büyük tarihçilerinden [Sir] M. I. Finley’in küçük bir kitabı var, Ancient Slavery and Modern Ideology diye. İlkçağ Köleliği ve Çağdaş İdeoloji. Günümüzün ideo-politik tercihlerinin Eski Yunan ve Roma köleliğine bakışı nasıl kuşattığı ve şekillendirdiğini inceliyor. Historiyografi derslerimde okutuyorum. Şimdi kafamdan geçenler de ona benzer. Tabii hiç, hiç mukayese edilemeyecek derecede daha mütevazi ölçülerde. Gene de İngilizce yazacak olsaydım, Moses Finley’e nazire, Ottoman Dynastic Violence and Modern Ideology diyebilirdim. Osmanlı Hanedan Şiddeti ve Çağdaş İdeoloji. 20. yüzyıl edebiyatına ister görece realist, ister trajik, ister alabildiğine idealist yansımaları.
Bu sadece bir giriş notu. Dört beş yazı sürebilir. Elimde, Metin Karabaşoğlu’nun aradığı kategoriye girebilecek iki “şehzade romanı” var: Vera Mutafcieva’nın Cem Sultan’ı ile Nihal Atsız’ın Deli Kurt’u. Bunları yanına Ömer Seyfeddin’in de iki hikâyesini koyuyorum: Ferman ve Teselli. Padişah emretti diye illâ idam edilmek isteyen Tosun Bey ve idamını tam bir teslimiyetle beklemenin mükâfatını gören İskender Paşa. Hepsi üzerinden, devlet ve ölüm konusuna bir başlangıç yapmayı umuyorum.