Ana SayfaManşetAbbas Sayar’ın Yozgat’ı

Abbas Sayar’ın Yozgat’ı

Abbas Sayar’ın son derece önemli eseri Yılkı Atı’nı ilk okuduğumda, baş karakteri bir at olan bu küçük, özlü hikâyenin nasıl bu kadar canlı ve gerçeklik hissiyle bir hayvanın gözünden anlatılabileceğini çok düşünmüş ve cevabını bulamamıştım. Şimdilerde Yozgat Var Yozgatlı Yok’u okuyunca anladım bunu.

Sabri Ülgener’in izinden giden değerli iktisat tarihçisi Ahmet Güner Sayar, 1967 yazında memleketi Yozgat’a gider. Giderken de yanına Tanpınar’ın, kendi deyimiyle “muhteşem eseri” Beş Şehir’i alır. Amacı, okumaya doyamadığı, hiç bitmesin istediği bu eserden hareketle Yozgat’ı daha yakından ve daha derinden anlamaya çalışmak, Yozgat’ın bu şehirler arasına girip giremeyeceğine kafa yormaktır. Babası Abbas Sayar’ın Yozgat Var Yozgatlı Yok adlı eserine yazdığı Önsöz’de şöyle der: “Tanpınar’ı okuduktan sonra davasız ve iddiasız, sessiz ve sakin, hırs ve telaştan azade bu Orta Anadolu kentine farklı bir gözle bakmayı denedim.” (s.13).

Farklı bir göz dediği, Tanpınar’ın gözüdür. Şehrin tepelerine çıkıp onun gibi bakmayı dener ama gördüğü manzara aceleye gelecek hiçbir işleri yokmuş gibi bir durağanlık içerisinde yaşayan, dışarıdan bakıldığında belirgin bir mimarisi ve kültürel geçmişi olmayan, bütün bilinmezlikleri içerisinde bilindik bir Şark kayıtsızlığına gömülmüş, yazılabilecek çok fazla şeyi yokmuş hissi veren küçük bir şehirdir. Tanpınar’ın o biteviye uzayan cümlelerini bu iki dağın arasına sıkışmış şehrin kuytularından bulup çıkarmak pek mümkün gözükmemektedir. “Görülen o idi ki Yozgat Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’inin dışındaydı” (s.14) diyerek belirtir bu düşüncelerini.

Ahmet Güner Sayar belki de giderken Yozgat için Tanpınar’dan ilhamla bir kitap yazmayı düşünmüş ancak çok geçmeden neredeyse bütün hayatını İstanbul’da geçirmiş “dışarıdan” biri olarak bunu yapamayacağına hükmetmiştir. Şehrin tarihi ve geçmişine dair anlatılanlarla ilk bakışta dışarıdan görülen basitliği ve umarsız hareketsizliği arasında büyük bir çelişki ve anlaşılmazlık vardır ve bu açığı ancak tarihin en derinlerine kadar inebilecek kadar şehrin ruhuna girmiş biri yapabilir sonucuna varır. Bu kişi ise, Abbas Sayar’dan başkası değildir, olamaz; “Abbas Sayar, Yozgat’a karşı sergilediği duyarlılıktan ötürü, daha ilk adımda, bir kültür tarihçisinin Yozgat temelli arayışında gerekli şartı yerine getirdiği için, Tanpınarvari bir Yozgat envanteri için biçilmiş bir kaftandı.” (s.16).

“Envanter”, Abbas Sayar söz konusu olduğunda ne kadar da soğuk ve sevimsiz bir kelime. Çünkü, Abbas Sayar şehrin kültürüyle ilgilense de bir kültür tarihçisi değildir. O, tarihi romanları, karşısındaki gerçekliğin ruhuna varamamanın, yeterince derinden duyup hissedememenin eksikliğini tarihin vesikalarıyla kapatmaya çalışan, “uzaktan” bir yazım şekli olarak görür. Onun bütün işi, şehrin kültür varlıklarıyla değil onun sahipleri olan insanlarıyla, yani Yozgatlılarladır. Abbas Sayar, bir insan arayıcısıdır. Her yerde onu arar ve en çok Yozgat’ta bulur. Şehrin köylerinde, dağlarında, hayvanlarının yakarışlarında ve derelerinin her engelde beli bükülen akışında onu arar. Ali Emmi’nin anlattıklarında, Üssüğünoğlu’nun küfürlü konuşmalarında ya da Beydiyar’ın serin sularında…Ve her yerde de onu bulur aslına bakılırsa. Onun için her yer Yozgat her yer Yozgatlıdır.

Diğer taraftan, Anadolu insanına Tanpınar gibi dışarıdan ve “konforlu” bir yerden, İstanbullu gözüyle bakamayacak kadar şehrin bütün çaresizliğinin ve kadere terk edilmişliğinin iliklerine kadar içindedir. Bu, bir kültür ya da tarih meselesi değil bizatihi sert realitenin kendisiyle ilgili bir iştir. Bu şehir onun açısından edebiyatı yapılamayacak kadar gerçektir. Bu nedenle, oğlu Ahmet Güner Sayar, babasına Yozgat’ı Tanpınar gibi yazmayı teklif ettiğinde hiç düşünmeden reddedecektir. Ahmet Güner Sayar çok da beklemediği bu tavrı şöyle açıklar: “Abbas Sayar’ın yapılan bu teklifi hiç düşünmeden geri çevirmiş olmasının gerisinde bir şair ve edebiyat adamı olarak onun siparişle iş yapılamayacağı ilkesine bağlılığı vardır.” (s.16).

Belki de…Ancak ben daha çok onun Tanpınar’la taban tabana zıt bir kalem oluşunda arıyorum bu nedeni. Tanpınar ne kadar İstanbullu ise ve İstanbul’un yazarıysa, Abbas Sayar da bir o kadar Anadolu’nun yazarıdır. Birincisindeki uzun cümleler yerini hayatın yükünün altında ezilmekten tükenen enerjisiyle kesik kesik konuşan köylülerin yalın, kısa ve öz deyişlere bırakmıştır. Abbas Sayar, kısa cümlelerin yazarıdır. Oturup uzun uzun düşünüp yazmaz; sayısız kere düşülüp ifadeye dökülmekten gelen bir kendiliğindenlikle anlatmaktadır. Yaptığı tek şey yıllar yılı içten içe defalarca yazıp silip tekrar yazdığı satırları kağıda dökmektir. O, özü çıkarılmış ve yöresel olanın bütün yaşatıcı gücünü kendi içinde teksif ederek güçlü bir enerji kazanmış canlılığın akışkan hareketinin edebiyatını yapmıştır.

Abbas Sayar’ın son derece önemli eseri Yılkı Atı’nı ilk okuduğumda, baş karakteri bir at olan bu küçük, özlü hikâyenin nasıl bu kadar canlı ve gerçeklik hissiyle bir hayvanın gözünden anlatılabileceğini çok düşünmüş ve cevabını bulamamıştım. Şimdilerde Yozgat Var Yozgatlı Yok’u okuyunca anladım bunu.

Birincisi, Abbas Sayar yazdığı atı tam altı ay boyunca izlemiş ve her halini incelemiş olan keskin bir gözlemciydi. Şimdi okuyunca anlıyorum ki bütün gençliğinin en değerli enerjisini sahibinin zenginliği ve bağlı olduğu ailenin geçimi için harcadıktan sonra günün birinde güçten düşünce nasıl da acımasızca kış ortasında sokağa, yani yılkılığın ölümcül dağlarına bırakılışının anlatıldığı hikâyedeki yılkı atı, bizatihi Abbas Sayar’ın kendisi ve kendi hayatının izleriydi.  

Bu kitap, Anadolu köylüsünün çaresizliğinin nasıl merhametsizliğe, kurnazlığa ve acımasızlığa dönüştüğünün bir hayvanın halinden lisan-ı hâl ile anlatılan hazin serüvenidir. Bu şehrin gençliğini verdiği bu insanlar neden ortalıklarda gözükmemekte, Yozgatlılar nerelerdedir? Tam bir vefa adamı olan Abbas Sayar için bu kitap, vefasızlığın bir şair ve ressam gözünden yansıtılan resmidir. Değişenin değil değişmeyenin romanıdır. Abbas Sayar, değişmeyen insanların arayışındadır; “Kırk yıl önce adımını nasıl atıyorsa, iki ay öncesi, elinde çantası Sorgun minibüsünden inince aynı adımı atıyordu. Yani aynı insandı. Belediye Reisi olduğu zaman, birinci, ikinci kez milletvekili olduğu zaman yine aynı insandı.” (Kır Bayır, s.131). 

Abbas Sayar’ın köy romanlarıyla da başı derttedir. Onun eserleri köy romanları diye bilinen akımın, gerçekliği olduğu gibi yansıtma iddiası taşırken nasıl bir çarpıtma yaptığının anlaşılması için zorunlu bir okuma gibidir. Bu kitaplarda, köylülerin içinden değil dışından görülen gerçeklik ruhsuz bir fakirlikten ibarettir. Oysa, Abbas Sayar kitapları tam aksine ruhun ve içsel derinliğin dışsal hayatın bütün yoksunluklarına galip gelebileceğinin romanıdır. Sevgisiz köy romanlarına karşı sevginin yüceltildiği bir edebiyattır. 

Eserlerinde neredeyse hiç kendinden söz etmeyen Abbas Sayar sadece bir yerde şöyle der: “’Yılkı Atı’ romanımla toplumuma bir san’at hizmeti yaptığım kanısındayım, boş bir hikâye değil YILKI ATI.. Boş lâf etmedim YILKI ATI ile..” (s.143). Bu cümleleri neden yazmak zorunda kaldığı ya da öyle hissettiği de ayrı bir muammadır. Boş laf etmediği ve eserinin sanatsal değeri çok açıktır çünkü ama bu tam da Anadolu’nun hal-i pür melali gibidir. Sonra sadece Yılkı Atı değil ki…Kır Bayır ve Can Şenliği de en az onun kadar değerli ederlerdir. Belli ki bu topraklar, olanca yokluk ve yoksunlukların içinde büyüklüklerin görünmez olduğu, zorlukların zamanla kendine olan inancını yitirtecek kadar bunalttığı, kafasındaki hayatları hayata geçiremeyen insanların hayal kırıklıklarıyla dolu telaşsız durgunlukların içinde kor gibi yanan bir ateşin bilinmeyen bir gelecek için sürekli harlandığı bir yerdir. Bu insanlar -Tanpınarvari bir uzun cümleyle söylersek!- “Orta Anadolu bozkırını çizgi çizgi yaran, irili ufaklı binlerce dere”nin bir gün birleşmek umuduyla büküle büküle, ağırlaşa ağırlaşa ama her şeye rağmen varmak istediği bir yer olduğu belli insanlardaki o amaçlı olmanın eminliğiyle içten içe sürdürülen bir puslu hayatın sis perdesinin ardındaki siluetleri gibidir. Abbas Sayar, bu pusu ve sisli perdeyi sıyırır, bir ressamın canlı renkleriyle donatır ve ancak onun gözüyle bakabilirsek anlamlandırabileceğimiz bir tablo ortaya çıkarır. Zaten biraz da bu yüzden ressam olmuştur. Arayıp da bulamadıklarını kendisi yaratmak için…   

Benim baktığım yerden Abbas Sayar, “şehrin ruhu” denilen şeyin ta kendisidir. Yazdıkları, kelimenin bütün anlamıyla içeriden ve de içtendir. Bu nedenle, gün yüzüne çıkmadan önce pek çok tecrübenin içinden süzülüp geldiğinden canlandırmak için dilin gücüne ayrıca ihtiyaç duymayacak kadar yaşam dolu bir pürüzsüzlüktedir.

Kısacası, Abbas Sayar Anadolu’nun kalbidir, Yozgatsa bu kalbin her atışında canlanan bir geçmiş gibidir ve fazla iddialı gibi görünecek olsa söylemek gerekir ki Beş Şehir edebiyatı neyse onun tam tersidir.

- Advertisment -