[19 Ocak 2021] Çok hak verdim okuduğumda. Ben de bazı şeylerin fevkalâde abartıldığını düşünüyorum.
Ne olmuş yani? Gelecek Partisi genel başkan yardımcısı Selçuk Özdağ, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’yi eleştirmeye yeltenmiş. Hiç olacak şey mi? Buna nasıl tahammül edilir? Nitekim MHP genel başkan yardımcısı Semih Yalçın dayanamamış işte. Selçuk Özdağ hakkında bir dizi tweet atmış. “Gevşek, hain, dönek, bukalemun” diye nitelemiş.
Bundan sonra, bazı garip olaylar cereyan etmiş. 14 Ocak Perşembe gecesi, KRT TV programcısı, Ülkü Ocakları eski başkanı avukat Afşin Hatipoğlu; 15 Ocak Cuma günü Selçuk Özdağ; iki saat sonra Selçuk Özdağ’ın MHP hakkındaki eleştirilerini köşesine taşıyan Yeniçağ gazetesi yazarı Orhan Uğuroğlu, silâhlı sopalı bazı grupların saldırısına uğramış. Hatipoğlu “konuştuklarına dikkat et” diye uyarılmış. Beş kişinin dövdüğü Selçuk Özdağ’ın iki parmağı kırılmış; başına 15 dikiş atılması gerekmiş.
Tamamen tesadüf. Fakat muhalefet fırsat bilmiş, derhal tezvirata girişmiş. Yok efendim, Semih Yalçın hedef göstermiş de ondan olmuş bütün bunlar. Güya “sistematik”miş (Kemal Kılıçdaroğlu). “Siyasî terör”müş (Ahmet Davutoğlu). Kim inanır böyle iftiralara? Gene Semih Yalçın, ağızlarının payını vermiş zaten. “Sayın Bahçeli’ye saldırdı. Bu saldırısı çok ağırıma gitti” demiş ve “sözlü polemik ile bu saldırının ne ilgisi var?” diye de eklemiş.
Bu kadar basit işte. Ne ilgisi var, hakikaten? Kaldı ki Semih Yalçın daha sonra bir gazeteciye ek açıklamalarda da bulunmuş. “Bu hareketin delisi çoktur… Talimat falan dinlemezler” demiş.
O “delisi çok” ve “talimat falan dinlemez” tabana bizzat Devlet Bahçeli de seslenmiş, 18 Ocak Pazartesi sabahı. Bir dizi tweet atmış. Saldırıları boş yere büyüten bazı kalemleri tabii olgun bir baba şefkatiyle uyarmış. İsim isim saymış. “Karar gazetesinin kiralık köşe yazarları, meselâ Elif Çakır, meselâ Yıldıray Oğur, meselâ Taha Akyol ve diğer köşesiz sözde yazarlar MHP’yi hafife almasınlar, MHP’ye kara çalmasınlar. Çünkü kazdıkları kuyuya çoktan düşmüşler, kızarmayan yüzleriyle yakayı ele vermişlerdir” demiş.
Hepsi gayet normal reaksiyonlar, bir türlü “akıllı ol”amayan (kim kime demişti bunu, çıkartamadım şimdi) bir muhalefetin bitmek bilmez tahriklerine. Ama gene de mesajı almamak ve anlamamakta ısrar edenler olabilir diye, Devlet Bahçeli’nin danışmanı Yıldıray Çiçek de veciz ve beliğ bir yazı yazmak ihtiyacını duymuş, aynı 18 Ocak sabahı. Hak ve adalet duygularının olanca rencide edilmişliği içinde, “İki tokat, üç sopa yiyen için ortalığı ayağa kaldır”manın ikiyüzlülüğünden şikâyet etmiş.
Doğru söze ne denir? Bir yığın güncel ve tarihsel olay canlandı kafamda, Türkgün’deki yazısını okuyunca. İlkin vakur yalnızlığı içinde o yiğit, o namuslu Donald Trump’a kaydı aklım. O da fecî bir haksızlığa uğradı dünyanın gözü önünde. Taraftarlarını Kongre’yi basmaya kışkırtmakla suçlandı. Oysa aynen Yıldıray Çiçek gibi o da şiddeti kınamıştı. Ne yapalım yani, birkaç saat veya birkaç gün susup da kınadıysa? Ne yapalım, aynı anda “haklı tepki”lerini anlayışla karşıladığını dile getirip “sizleri çok seviyoruz” dediyse? Bu kadarcığını da söylemese miydi? İşte aynen Semih Yalçın gibi onun da bazı şeyler çok ağırına gitmiş.
Kendi kendime bunu dediğim anda, beynimde bir ampul yandı ve Ortaçağın çok hakkı yenmiş bir başka kahramanını hatırlayıverdim. Daha önce de yazmış olmalıyım, İngiltere’nin masum ve bahtsız kralı II. Henry’nin öyküsünü. Bahtsızdır, çünkü kendi eliyle Canterbury başpiskoposu yaptığı Thomas Becket inancında son derece katı çıkmıştır her nasılsa. Ulu’l-emre bir dizi itaatsizliği, sonunda kralın sabrını taşırır. Fransa’da seferde olan II. Henry Becket’ın son marifetini öğrendiğinde kızıp köpürür. Pardon, çok ağırına gider. Belki de tahrik olur, ne bileyim (bir zamanlar böyle deniyordu). Bir rivayete göre, “Beni bu lâf dinlemez papazdan kurtaracak yok mu?” diye bağırır (Will no one rid me of this turbulent priest?). Yazılı bir kaynağa göre daha uzun cümleler kurar: “Kapımda ne sefil hainler ve iktidarsızlar besleyip yetiştirmiş olmalıyım ki, avamdan bir papazın efendilerini bu kadar hayasızca aşağılamasına izin veriyorlar?” (What miserable drones and traitors have I nourished and brought up in my household, who let their lord be treated with such shameful contempt by a low-born cleric?)
II. Henry de MHP liderleri gibi en ufak bir şiddet imâsında bulunmaksızın sadece ağır konuşmaya yatkındır besbelli. Ama içinde en ufak bir kötülük olmadığı halde, maalesef yanlış anlaşılır. O çağın talimat dinlemez delilerinden dört şövalye derhal at binip Calais’ye koşturur ve oradan Dover’e geçer. 29 Aralık 1170’te Canterbury’ye varıp katedrale dalar ve başpiskoposu mihrabın önünde kılıçlarıyla doğrarlar. Kafatası parçalanır ve beyni yere akar. Fakat sonrasında, tasavvur edebiliyor musunuz, asil ve necip Kral II. Henry sorumlu tutulur, başpiskoposun kazdığı kuyuya düşmüş, kızarmayan yüzüyle yakayı ele vermiş ve kilisenin taş zeminini kızıla boyamışlığından? Olanca masumiyeti içinde, dönemin yancı muhalefeti diyebileceğimiz Papa tarafından aforoz edilir. İskoçya savaşlarında zor durumda kalır. Olanca haklılığına karşın, çile doldurmaya ve kefaret ödemeye mecbur edilir. 12 Temmuz 1174’te Canterbury’ye gelir. Şehrin kıyısında durup çizmelerini çıkarır. Üzerine bir çuval giyer. Çamurlu sokaklarda, çöp ve pislik içinde yalınayak beş kilometre yürür. Arkasında kanlı izler bırakır. Katedrale varınca, Becket’ın mezarı önünde diz çöker. Bazıları üç küsur yıl önce başpiskoposun öldürülmesine tanık olmuş papazlara kendini kırbaçlatır. 300 kamçı yediği ve dayandığı rivayet edilir.
İşte bu kadar berbat bir dönemdir Ortaçağ, yerli ve millî kralların, nice hurafelerin taşıyıcısı çok-uluslu bir Kilise tarafından ezilip horlanabildiği. Üstelik bugün de Batı, bütün ideolojik şaşkınlığı ve sapıklığı içinde Henry’yi değil Becket’ı kutsuyor (bkz yukarıda solda, katedralin duvarını süsleyen vahşi kılıçlar anıtı). Fakat şükür ki oradan 20. yüzyıl ortalarına dönersek, Yıldıray Çiçek’i isyan ettiren demagojilere en esaslı cevabı gene bir Türk aydını vermekte — Oktay Rifat (yukarıda sağda), ülkemizin Faşizm ve Nazizm gibi canavarlıkları hiç bilmediği ve asla bilmeyeceğinin de altını çizip içimizi ferahlatan; “iki tokat üç sopa”yı ise tabii sineye çekmemizi salık veren “Fareler ve İnsanlar” şiiriyle:
Şükret fare / Bu kapana şükret / Yüzüme bakma öyle acı acı / Gözünü mü oydum / Derini mi yüzdüm / Hayanı mı burdum / Şişlemek elimdeydi / Gazlamak elimde / Diri diri yakmak elimde / Diri diri gömmek elimde / Elini kalbine koy da söyle / Karını mı astım / Kızını mı kestim / Yuvanı mı bozdum / Yooo fare / Olmaz fare / Şunun şurasında minnacık bir kapan bu / Ne tank / Ne top / Ne teyyare.