[23-24 Ocak 2021] Günlerden bir gün, mahkemeye götürülmüşlerdi sabahtan. Geride beş altı kişi kalmıştık. Ansızın bir telâş koptu, “komutanım!”la biten tekmil haykırışları duyuldu. Tümen komutanı (Osman Fazıl Polat) teftişe gelmiş meğer. Ne tesadüf; iki yıl geçmeden, onun ve bizim Mamak’taki varlığımız aşağı yukarı aynı sıralarda sona erecekti. Bizler 14 Temmuz 1974’te tahliye olacaktık. 20 Temmuz 1974’te ise Kıbrıs Harekâtı başlayacak; Tümgeneral Polat “Mağusa Fatihi” diye anılır olacaktı.
Sözünü ettiğim teftiş günü, bunlar çok uzaktaydı kuşkusuz. 25-26 yaşımdaydım ve gelecek pek parlak gözükmüyordu. Henüz 14 Ekim 1973 seçimleri bile cereyan etmemiş; Bülent Ecevit’in CHP’si beklenmedik bir başarı sağlamamış; Süleyman Demirel ise günlerce evine kapanmamış; affın kapısı aralanmamıştı.
Paşa geldi koridorun sol ucundan. Koğuşun kapısını açtılar. Canhıraş bir dikkat! çekildi. Ranzalarımızın ayak ucunda, hazırolda durduk. Girdi. Peşinde maiyeti, dolandı bir. Sağa sola bakındı. Yatakların iyi yapılmış olup olmadığını inceledi. Gri tahta sandıklarımız vardı, elbise ve çamaşırlarımızı koyduğumuz. Hepsi aynı hizadaydı. Birinin üzerine oturdu. Bir de aşağılarda gezdirdi gözlerini. Düşündü. Önemli bir şey demesi lâzım. Sonunda buldu. Sessizliğin içinde, “Bunların terlikleri neden tek tip değil?” diye sordu.
Herhalde ancak Kafka böyle düşleyebilirdi sahneyi. O kadar absürddü ki, nöbetçi başçavuş da bilemedi nasıl karşılık vereceğini. Anlaşılmaz bir şeyler geveledi. Paşa da üstelemedi. Ama aslında çok ciddî bir kaygıyı yansıtıyordu söylediği. Altı yıl sonraki 12 Eylül (1980) rejimi, 12 Mart’ın yarım bıraktıklarını tamamlama arzusunu, kâh seyyar satıcılara da üniforma giydirme, kâh hapishanelerde sürekli İstiklâl Marşı söyletme, kâh üniversitelere zorunlu İnkılâp Tarihi dersleri koymak suretiyle saf Atatürkçü bir gençlik yetiştirme çabalarına vardıracaktı.
Askerlerin aklına gelmesine karşın, hiçbiri özellikle faşist ve militarist değildi aslında. Tersine, modernitenin, modernizasyonun ve modern devletin homojenleştirme, türdeşleştirme, standartlaştırma eğilimlerinin sadece bazı uç noktalarını ifade ediyordu. Geleneksel köylü toplumlarının yerelliği, heterojenliği, renkliliği ve keşmekeşinin üzerinden silindir gibi geçti bu eğilimler. 16. yüzyıl sonu Avrupa ordularına üniforma giydirilmesi (adı üstünde, uni-form, yani tek tip) ve aylar boyu “talimhane”de (drill ground) yanaşık düzen eğitiminden (close-order drill) geçirilmeleriyle başladı: sağa dön, sola dön, geriye dön, yerinde say, uygun adım marş! Tüfeğini doldurup ateşlemek ve temizleyip tekrar doldurmak için 23 veya 36 basit hareket. Uzun mızrağını yerde sürümek, omuzda taşımak, düşmana doğrultmak, dürtmek ve geri çekmek için 18 basit hareket. Bunların yüzlerce, binlerce defa tekrarlanması. Otomatikleşinceye, bütün bölük bir “makina düzeni” kazanıncaya kadar. Devamında bir de Sanayi Devrimi. Artık (markasına göre) bütün silahlar, bütün top ve tüfekler, her türlü cephane hep aynı çap ve kalibre.
Gerisi, alandan alana, sektörden sektöre sıçramalarla çorap söküğü gibi geldi. Hızlandırılıp 19. yüzyıla, kısmen de 20. yüzyıla sıkıştırılmış bir versiyonunu, Tanzimat ve Cumhuriyet reformlarında izlemek mümkün. Sadece subayların değil, bürokrasinin de peşpeşe kıyafet değişimlerinden geçirilmesi. Baştan tasnif edilmiş görevler, tanımlar, rütbeler, sıfatlar. Her türlü bürokratik belgenin şu kadar damga ve şu kadar imzaya bağlanması. Hep aynı yeknesak prosedürler (aynen tüfek doldur-boşalt gibi). Ölçü ve tartıların metrik sistemde birleştirilmesi. Yerel değil ulusal vergi sistemleri. Dağınık lehçelerin, yerel ağızların üzerinde yükselen tek bir yazı dili. Eğitim, okullar: Tevhid-i Tedrisat; standardize süreler, müfredat, diplomalar.
Yanlış anlaşılmasın; bunlar olmamalıydı, tarih hatâlı bir mecradan gelişti, keşke modernite hiç yaşanmasaydı… değil muradım. Sadece, tam ne olduğuna ve bunun için ödenen bedele dikkat çekmeye çalışıyorum. Modernite sırf iyilik ve güzellik olmadı — ve bedavaya gelmedi insanlığa. Tersine: yüksek bir fiyat ödendi, “ilerleme” uğruna. Yeryüzünün nadir bazı köşelerinde birkaç yüzyıl boyunca spontane ilerleyen süreçler bağlamında bile çok haşin bir “büyük dönüşüm”dü yaşanan (bkz Karl Polanyi, The Great Transformation). Kırsaldan ve tarlalarından (Marx’ın ifadeleriyle, binyıllar boyu “göbekten bağlı” oldukları “emeğin doğal laboratuvarı”ndan) koparılıp yeni endüstri kentlerinin cangılına fırlatılan köylülerin işçileşirken yaşadığı şokun, Avrupa dışı yerli halkların sömürgeleştirilme ve köleleştirilme tecrübesinden aşağı kalır yanı yoktu.
Gene de asıl felâketler “gecikmiş,” dolayısıyla “yetişmeci” modern devletlerin bir çırpıda “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşmak uğruna “iç sömürgeci” kesilip kendi halkları ve coğrafyalarına cebren, zorla, yukarıdan aşağı bir otoriter modernizasyon empoze ettiği durumlarda patlak verdi. Bunun da belki en korkunç örnekleri (Çarlıktan Sovyetlere) Rusya’da, (Osmanlıdan Cumhuriyete) Türkiye’de ve (Kuomintang’dan Kungçantang’a) Çin’de yaşandı. İki akraba “hızlandırılmış ulusal kalkınma” ideolojisi sahneye çıktı: Kemalizm ve Komünizm. İki yeni Makyavelizmdi bir bakıma, amaç uğruna her türlü aracı mübah gören. Hiçbir boşluk bırakmamak; ister etnik, ister dinî, ister ideolojik, ister kültürel, ister kabilesel… bütün özerklik, uyumsuzluk ve potansiyel direniş “cep”lerini baştan, toptan yoketmek uğruna hapishanelere, kamplara, sansasyonel “vitrin” mahkemelerine, akıl hastanelerine, katliamlara, soykırımlara başvurmayı meşru hale getirdi.
Fizikte bir horror vacui düşüncesi vardır, ilk Aristo’nun ortaya attığı; kabaca “doğa boşluk tanımaz” diye çevrilebilir. Sanatta, belirli bir düzlemin (kağıdın, tuvalin, ahşap panonun) tamamını, yüzde yüz doldurma ve en küçük bir açıklık bırakmama çabası için kullanılır. Yukarıya üç resim aldım, Adolf Wölfli’den (1864-1930). Kendi yoksun ve yoksul çocukluğunda maruz kaldığı şiddet ve tacizler sonucu, akıl hastasıydı, saldırgandı, tecavüzcüydü, sürekli sanrılar görüyor ve yaşıyordu. 1895’te Bern’deki Waldau Kliniği’ne kapatıldı ve bir daha çıkmadı. Son otuz yılını (her anlamda) “deli gibi” resim yaparak geçirdi. İster kurşunkalem, ister kuruboya resimleri hep böyleydi: her sabah kendisine verilen iki beyaz kağıdın her milimetre karesini girift fantezileriyle dolduruyor; âdetâ ruhunun olanca karmaşıklığı o zemine yansıtıyordu.
Wölfli’nin şizofren horror vacui’si ile gecikmiş-yetişmeci modern devletin şizofren otoritarizmi ve horror vacui’si arasında güçlü bir benzerlik görüyorum, açıkçası. İster Kemalizm, ister Komünizm, illâ her yeri kaplayacak, her yeri dolduracak, her şeyi ve herkesi kendine benzetecek. Ne Dersim bırakacak, ne Sincan (Doğu Türkistan). İkisi de ilerleme, kalkınma, çağdaşlaşma, feodalizmden kurtulma-kurtarma adına yola çıkacak.
Biri Kürtlere, Alevilere, Zazalara, aşiretlere, modernite ve Türk ulus-devleti dışında yaşam hakkı tanımayacak. Bunu 1930’larda kanla, katliamla dayatacak (bkz Vahap Coşkun, Dersim Defterleri 1 (3 Ocak 2021) ve Dersim Defterleri 2 (10 Ocak 2021)). Öyle bir dehşete başvuracak ki, bugün tekrar anlatıldığında, kimilerinin hâlâ yok, olmuş olmaz demeyi sürdürdüğü 1915 Ermeni soykırımının da olabilirlik koşulları: nasıl pekâlâ yapılabilir ve aynı amansızlıkla, aynı kahharlıkla, aynı kandökücülükle yapılabilmiş olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacak.
Diğeri Uygurlara, Müslümanlara, geleneksel yaşantılarına, örf ve âdetlerine yaşam hakkı tanımayacak. Yatılı okul adı altında toplama kamplarına tıkacak. İdeolojik beyin yıkama, kültürel imha ve zorunlu doğum kontrolü (nüfus artışını önleme) yaptırımlarına maruz bırakacak. Hele sonuncusu, sırf Marksizm-Leninizm ve Şi Cinping Düşüncesi’nden değil, aynı zamanda Avrupa proto-faşizminden, eugenics (ırk sağlığı) öğretisinden feyiz alacak.
Gel zaman git zaman, bu ülkelerden birinde (Türkiye’de) siyasî iktidar ve kültürel ortam değişecek. Dersim Tertelesini açıkça konuşmak ve zamanın Tek Parti’sini suçlamak, sorumlu tutmak mümkün hale gelecek.
Fakat nihaî ironi. Aynı iktidar Sincan’ı görmezden gelecek. Dersim’in aynadaki aksinden ibaret olduğunu anlamayacak. 1930’ların otoriter-laik CHP’sinin günümüzdeki muadilinin otoriter-ateist ÇKP olduğunu idrak etmeyecek. Çin’in Tek Parti devletinin Müslüman Uygurlara reva gördüğü “terörizm” yaftasını kabullendiği anda, peki ben neredeyim sorusunu sormayacak.