Uzayıp giden yokuşu tırmanırken içim içimi yiyordu. Hava sıcak. Çok sıcak. Bir hızlanıp bir yavaşlıyorum. Bugün doğum günü, keşke olmasaydı. Bugün olmasaydı. İçimdeki şüphe benden bütün dünyaya yayılıyormuş gibi hissediyorum. Evin köşesindeki bakkal beni görünce dışarıya çıkıyor. Selam verecek ya da bir şeyler söyleyecek gibi bir hali var, yok şimdi uğraşamam bununla. Adamı zaten sevmiyorum. Dedikoducu yavşağın teki. Bakkalı arkamda bırakıp evin kapısının önünde duruyorum. Bir nefes almam lazım. Alamıyorum.
Yokuştan mı?
Yok yok, içimdeki endişeden. Ellerim kaskatı kesilmiş.
Giriş kattaki evin penceresi açık, aşağıdan geçen su borusuna basıp kendimi yukarıya doğru çekiyorum. Perdeyi aralayınca masanın üzeri görünüyor. İçerisi loş. İki tekli bir de üçlü koltuk, kitaplık ve masa, dört de sandalye. Tamamı bu. Kalanlar aksesuar. Masanın üstünde bir çift beyaz spor çorap duruyor. Parlak bir hediye paketinden çıkarılmış. Paket ucuz.
Sonra masanın üstündeki diğer şeyleri görüyorum. Rakı kadehlerini. Bir de sandalyeye asılı kadın çantası. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Su borusundan atlayıp kapıya yöneliyorum. Dış kapı açık. Merdivenin önünde duruyorum. Çıksam mı, geri mi dönsem. Kararsızım. Hiç gelmemiş olmayı diliyorum. Keşke gelmeseydim. Girişte öylece duruyorum. Merdivenden inen birinin öksürük sesiyle irkiliyorum. Düşünmeden kapıya geri dönüyorum. Dışarıya çıkınca sokağın köşesine doğru hızlı hızlı yürüyorum. Oracıkta bekliyorum. Merdivenlerde duyduğum öksürüğün sahibi çıkacaksa çıksın dışarı. Hiç sabrım yok.
Derken dördüncü katta oturan emekli müdür Raif amca dışarıya çıkıyor. Karısı kolunda. Bunlar da hiç ayrılmazlar. Her yere beraber giderler. Raif amca öksürmeye devam ediyor. Koah’ı var zavallıcığın, evde hep oksijen tüpüyle yaşıyor. Onlara bakıyorum. Raif amca ölünce karısı ne yapacak ki yalnız başına. Evde bir sürü malzeme, hepsi amcanın. Yürüteç, özel yatak, depoda yetişkin külotları, nebülizatör, oksijen tüpleri…
Kadın gruplarına ilan verip dağıtırlar artık ya da satarlar kim bilir. Sırtları içe doğru yuvarlanmış, sokağın öbür ucuna doğru yavaş yavaş ilerliyorlar. Arkalarına dönüp bakmayacaklarına emin olunca tekrar giriyorum kapıdan. Kapının üstündeki delikten içeriye bakmaya çalışıyorum. Dar açı. Hep böyle miydim ben, hep en dar yerinden mi baktım dünyaya. Elimi uzatıp zile basıyorum. Zilin sesiyle geriye doğru sıçrıyorum. Korkuyorum zilden. Kapının açılmasından korkuyorum. Korkaksın diye fısıldıyorum kendime. Korkaksın. Kalbim gümbür gümbürderken bir daha basıyorum zile. Daha kuvvetli. Sonra bir daha basıyorum, bir daha. Açılmıyor.
Kapının önünde gözümden yaşlar akıyor. Kendimden geçmiş bir şekilde yumruk yaptığım elimle kapıya vurmaya başlıyorum. Sonra aklıma apartmandakiler geliyor. Sessiz bekliyorum. Biri kapıdan başını uzatıp “ne bu rezalet kardeşim, anahtarın var girsene içeri!’’ diyecek diye korkuyorum. Sahi anahtarım var. Anahtarım var ama cesaretim yok. Kapıyı açsın istiyorum, huzuru kaçsın. Gelsin karşımda dursun. Gözlerime baksın. Kapı duvar. Kulağımı kapıya dayıyorum. İçerde hafif tıkırtılar. Uyduruyorum belki de, o kadar hafifse tıkırtı ben nasıl duyuyorum. Yatak odası taa arka tarafta. Oradan gelen sesleri duymama imkan yok. Oradaki sesleri bir tek bitişik dairedekiler duyar, biz onları onlar bizi. Biliriz. Tekrar yumruklamaya başlıyorum. Bir tek benim gürültüm var şimdi apartmanda. Açılmıyor kapı. Terden sırılsıklam oldum. Bırakıp gitmem lazım artık ya da içeri girmem. İçeri girmemin bir anlamı kalmadı ki artık, zaten çoktan toparlanmışlardır. Rezalet. Kapıya sırtımı dayayıp oturuyorum yerde bir süre. Nefesimin düzelmesini bekliyorum. Çantamdan çıkardığım tişörtümü değiştiriyorum üzerimdekiyle. Temiz giysi bana bir ferahlık veriyor. Elimdeki sırılsıklam olmuş. Ter endişeyle karışmış. Pis pis kokuyor. Katlayıp çantama koyuyorum. Çıkmaya karar veriyorum. Dışarıya. Çıkmalarını beklememeye.
Bakkalın ters köşesine doğru yürüyorum. Bakkal kapıda. Bana bakıyor. Kızım ben seni uyaracaktım, dinlemedin bakışı var yüzünde. Pislik. Bana bakacağına ona bakaydın, yapma diyeydin, seni çok seven biri var, çok tatlı hanım bir kız, yıkma, yapma, diyeydin. Demez. Hoşuna bile gitmiştir başka bir hatunla eve gelmesi, hay maşallah aslan parçası gene götürmüş birini, demiştir. Keşke ben de yapabilsem demiştir.
Bunun da rezaletlerini biliyoruz. Karısı basmıştı kazan dairesinde bir Rus kadınla. Mahalleyi ayağa kaldırmıştı hırsından kıpkırmızı kesilmiş tombul yüzüyle. Rus kadının saçlarına yapışmış sokak boyunca evire çevire dövmüştü. Kadını niye dövüyorsun, kadının ne suçu var. Bakkal karısının arkasından küfür kıyamet yürümüştü. Üstü çıplak pantolonunun düğmeleri açık. Küçücüktür Allah bilir. Millet alışverişi kesmişti bunlardan. Adam hiçbir şey olmamış gibi dükkanın önündeki sandalyesinde gerine gerine oturmuştu ertesi gün. Karısı içerde kasanın başında. Bir daha da hiç bırakmamıştı kasayı adama. Bırakmadı da ne oldu. İşbirlikçi, pis. Sırıtkan, yapışık.
Birbirine paralel sokaklarda çok da uzaklaşmadan evden çıkmalarını bekliyorum. Bir çeşit volta. Gidip geliyorum. Onları görmek istiyorum. Onlar da beni görsün, hesap versin.
O beyaz çorabı hediye diye getiren kim. Çantamdaki kitabı düşünüyorum. Hediye diye aldığımı. Uzun uzun düşündükten sonra aldığımı. En sevdiğim şairin kitabını. Güçlü bir el silkeledi beni sonra, Sanırım Tanrı’nın eliydi. Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan. Şiirlerini ezbere bildiğim şairi o da sevsin istemiştim. Çok şey mi bu tanrım. Sonra masanın üzerindeki çoraplar geldi aklıma, Ah… dedim sonra Ah! (*)
İkinci paralelde onu görüyorum. Tek başına. Lanet ediyorum kendime. Kızı göremedim. Nasıl biri, benden farkı ne? Daha mı güzel, daha mı alımlı?
Sevimli mi, cilveli mi?
Kimdi hem, kimdi…
O beni görmüyor. Sokağın başında durup bir sigara yakıyor, kederli gibi, dertli.
Niye ki, istediği gibi olmadı diye mi? Baskın yedi diye mi?
Ben kendimi de onu da rezil ettim diye mi?
Boş veriyorum, paralel sokakta onunla birlikte yürüyorum. İki paralel sonra beni görüyor. Duralıyor. Öylece bakışıyoruz. Kaçamaz artık, ben de kaçamam. Bana doğru yürümeye başlıyor. Gözlerimi kaçırmadan onu izliyorum. Sarışın başına bakıyorum. Uzun boyuna.
Sigarasının dumanını savuruyor. Gelip tam karşımda duruyor. Yüzü sapsarı. Donuk bir bakış yüzünde.
Yürüyelim diyorum, ayakta konuşmak istemiyorum.
Yanım sıra yürüyor ses etmeden, ne diyecek ki zaten.
Ben ettim sen etme mi?
Oldu bir kere çok da önemli değil mi?
Yanlış anladın sandığın gibi bir şey değil mi?
Bir arkadaşımdı uğramış sadece mi?
Büyütme bu kadar mı?
Ben ayrılmak istiyorum mu?
Seni sevmiyorum artık, bitsin bu iş mi?
Parkın içindeki kahveye doğru yürüyoruz, en arkadaki masa bizim masamız. Oraya oturuyoruz. Hep oraya otururuz. Birkaç masa daha var bizden başka. Bakıyorum, mutlular. Hava güzel, akşam olmuş, güneş batıyor, manzara şahane. Çaylar kahveler. Bira içiyor birileri, yanında kızarmış patates. Kediler sırnaşıyor yemek için. Biri kucağa çıkmış kendini sevdiriyor. Bakışlarım bulanıklaşıyor. Dönüp ona bakıyorum. En yakınımdakine bakışım bulanık. Bir sigara daha yakıyor. Bira istiyor garsondan. Garson dönüp bana bakıyor, elimle yok diyorum ben bir şey istemiyorum. Yalnız kalmak istiyorum. Her şeyi döküp saçmak. Garson çekip gidiyor.
Buz gibi bir birayla geri geliyor, yanında kuruyemiş. Sever paşazademiz. Ben bekliyorum. Onun hayatındaki rolüm bu. O keyfederken izlemek. Yanında olmak. Eşlik etmek. Sessizce sabretmek, sevmesini beklemek. Benim kadar sevmesine hasret beklemek. Birden sinirleniyorum. Nedir bu, nedir?
Adam eve birini attı, ben onu bastım, şimdi geldik burada onun bira içmesini seyrediyorum. Sabırla, açıklamasını, beni ikna etmesini.
Yuh bana!
Anlat bakalım fazla vaktim yok, seninle birlikte burada oturmamın tek sebebi söyleyeceklerini duymak. Sonra sen yoluna ben yoluma, diyorum.
Kocaman kehribar rengi gözleriyle bana bakıyor. Nasıl üzgün. Gözlerine bakmayı o kadar çok severim ki… yakışıklı yüzüne, sarışın başına, hafif kızıllaşan sakallarına.
Kendimi tekmelemek geliyor içimden, onu değil kendimi, üzgün olan o değil benim. Ben ihanete uğradım, aldatıldım, kandırıldım.
Ben… Neyi eksik yaptım, neyi fazla, nerde kaçırdım onu elimden.
Birasını yarılıyor bir yudumda.
Bir arkadaşımın, Ahmet’in kuzeni, diyor. Annesini ameliyat etmiştim. Yaşlı kadın. Kalça kırığı vardı, düşmüş kalkamamış. Bunların hepsi kapılarda beklediler. Ameliyattan sonra da refakatçı kaldı bu kız. Sık sık görüştük. Etrafımda pervane oldu, kontrollere gelirken hediyeler filan. Bir seferinde gelirken sarma getirmiş, en sevdiğim yemek diye. Doğum günüm diye uğramış bugün, zaten yakın oturuyorlar. Hediyesi varmış …
Sustu. Güzel mi, diye sormak istiyorum. Sonra aklıma geliyor.
Senin sarma sevdiğini nereden biliyor, doğum günün filan, diyorum. Burnumdan soluyorum bir yandan da gözlerim dolu dolu.
Ağlama ağlama…
Bana bakmıyor. Bira bardağının buğusunu eliyle siliyor.
Birkaç kere yemek yedik, diyor. Hastanede ama dışarda değil, kafeteryada oturmuştuk. Annesine çok düşkünmüş ağlayıp duruyordu. Ahmet de rica etmişti, ilgilen bizimkilerle diye. Bu işte. Bu kadar.
Bu kadarmış, bu kadar.
Kafeteryadan eve balıklama atlamışlar, anasına da çok düşkün belli, evde bırakıp doktoruna koşmuş. İki şerefsiz.
Beni hiç mi düşünmedin, diyorum. Sevmedin mi beni?
Başı önünde bakmıyor bana. O çorabı düşünüyorum, sonra çantamdaki şiir kitabını.
Ben ne diyeceğimi bilemiyorum, bir heves, bir meraktı belki, zaten bir şey olmadı. Sen geldin dayandın kapıya, diyor.
Bütün kanım başımda toplanıyor. Ateş sarıyor her yanımı, canım yanıyor.
Bundan sonra kapına dayanacak kimsen yok, seni benim kadar sevecek kimse de yok.
Sesim beklediğimden sert çıkıyor. Kendim de şaşırıyorum. Sözcükleri hazırlamaya çalışıyordum kafamda, ağzımdan dökülen laflara şaşıyorum.
Uzanıp elimi tutuyor.
Yapma bunu, diyor. Bizi üzme.
Artiste bak, bizmiş. Biz kim. Elimi çekiyorum. Çantamı masaya koyup içini karıştırıyorum. Hediye paketini görüyor. Yüzünde görüyorum, Yırttık diyor.
Ucunda gemici düğümü olan anahtarları masaya bırakıyorum.
(*) Didem Madak, “Ahlar Ağacı’’