İnönü’nün son zamanlarına yetiştiğimde yirmili yaşlarımın başlarındaydım. O nedenle onun bu cümlesini hala hatırlarım. Son günlerde AKP Genel Başkanının “Yeni Anayasanın tartışılması zamanı geldi” yollu açıklamasını duyduğumda İnönü’nün ancak çok kızdığında söylediği bu söz ağzımdan dökülüverdi: Hadi canım sen de!
Milletin aklıyla bu kadar alay edilmez!
Derdi belli; asıl tartışılması gerekenleri tartışmamayı sağlamak.
Ama bir de baktım ki konu ciddiye alınmış ve laf yetiştiriliyor…
Oysa bir partinin Genel Başkanı; Cumhurbaşkanı olmuş!
O partinin Genel Başkanı/Cumhurbaşkanı ve onun ortağı MHP; 2. büyük parti olan ana muhalefet partisi CHP’yi bir şekilde Meclise girmeyi başarmış ve 5. kol faaliyeti sürdüren bir örgüt olarak görüyor. Bunu gerekçe göstererek ciddi ciddi onu millete şikâyet ediyor.
Aynı ikilinin küçük ortağı/Meclisin 4. büyük partisi MHP; Meclisin 3. büyük partisi olan HDP’nin, PKK’nın legal uzantısı olduğunu söylüyor ve derhal kapatılmasını istiyor.
Cumhurbaşkanı, ki o aynı zamanda parti genel başkanı Erdoğan’dır; HDP’yi zaten terörist bir parti olarak görüyor ve o da onu millete şikâyet ediyor.
Cumhurbaşkanlığı adaylarından olan ve seçimlerden 3. olarak çıkan HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş, AİHM kararına rağmen hala hapiste tutuluyor ve yakın bir zamana kadar da salıverilme ihtimalinin olmadığı anlaşılıyor…
Ana muhalefet Partisi CHP; mevcut düzeni, parti-devlet rejimi olarak görüyor ve diktatörlük olarak adlandırıyor.
HDP de aynı şeyi söylüyor.
Diğer yeni küçük partiler de Türkiye’de bir diktatörlüğün hüküm sürdüğünü söylüyor.
Bir yerde Cumhur İttifakı, öbür yerde kendisini toplamaya çalışan Millet İttifakı…
Bir Mecliste tabii ki taraflar olacak;
Çok partili düzenin doğasında bu vardır.
Vardır ama bu taraflar birbirine düşman olamaz. Olursa bu düzenin adı çok partili rejim olmaz.
Siyaset bilimci değilim ama bildiğim kadarıyla bir mecliste partiler arası diyalog yoksa o ‘şey’in siyaset bilimi literatüründe de yeri yoktur.
Ve Montesquieu’dan beri bilinir ki, Anayasalar bir ‘sosyal sözleşme’den ibarettir.
Ve her sözleşmede olduğu gibi sosyal sözleşme yapmak için de öncelikle bir masaya oturulabilmenin ikliminin oluşturulması gerekir.
O iklim oluştuktan sonra o ülkenin sözleşme tarafları kimlerse onların temsilcileri bir masaya oturur ve birlikte yaşayacakları bir geleceğin tahayyülünü yaparlar.
Sözleşmenin tarafları her ülke halkı için değişik olabilir.
İşçiler, işverenler, kadınlar, gençler, farklı cinsler, varsa o toplumda söz sahibi olmak isteyen etnisiteler, inanç grupları, meslekler v.b.
İşte onlar bir masaya birbirlerine duydukları derin saygıyı ifade ederek otururlar ve birlikte nasıl bir yaşam istediklerini yine birbirlerine anlatırlar.
Hepsi de insan oldukları için, kendilerini ve diğerlerini sevdikleri ve saygı duydukları için birbirlerini dinlerler.
Bu andan itibaren her şey bitmiştir.
En yakınlarında bulunan bir anayasa hukukçusunu çağırırlar ve saptadıkları ilkeler doğrultusunda bir anayasa yazmasını isterler. O anayasa hukukçusunun işi çok kolaydır. Çünkü o masa çerçevesinde anayasa aslında çoktan yazılmıştır.
O yalnız kendisine söylenenleri belli bir sistem içinde maddelere döker.
O toplum zaten o sosyal sözleşmenin taraflarını içinde barındırdığından bir referandumla o metni kabul eder ve her şey biter.
Hem de sandığa giden insanların büyük bir çoğunluğuyla nur topu gibi yeni bir anayasanız olur.
Bir tarafta iktidar; anayasa yapacak sayısı yok ve ilk seçimlerden sonra olacağı da pek yok…
Muhalefetin de öyle…
Oysa şu andaki ihtiyaç yeni bir anayasa değil, o anayasanın yapılabilmesi için gereken iklim!
Yani bir Anayasa yapmak için ille de hot zot yapmaya, darbe yapıp kırk yıl sonra yamalı bohçaya döndürdüğün bir metne hiç gerek yok. Zaten Montesquieu’ya göre ona Anayasa da denmez.
Bu iş güzellikle de olur.
Galiba anahtarı yine yanlış yerde arıyoruz…