Tam 25 yıl önce Güney Kore’ye gitmiştim. 15 günlük bir iş seyahati…
Havaalanında ziyaret edeceğimiz esas kurumun gönderdiği minibüse binip Seul’e doğru giderken bizi karşılamak için gelen görevliye, biraz da konuşma olsun diye, kurum içindeki pozisyonunu sormuştum.
“Lowest position” (“en düşük pozisyon”) cevabını alınca, konuşmayı uzatacak cesaretim kalmamıştı. O andan itibaren defalarca test etme imkanı bulduğum bir “Koreli” özelliği olarak yer yer itiraflar da içeren kişisel konulardan bahsetme merakına ilk şahit oluşum da böylece oldu. Başarılı olmak, üst pozisyonlara çıkmak, zengin olmak ciddi itibar meseleleriydi oralarda. Bizdeki gibi gizliden gizliye değil hem de, açık açık ifade ediliyordu. Üstelik üst pozisyonlar saygı, iltifat vs bekliyorlardı. Kurum içinde yerlere kadar eğilerek üstler selamlanıyordu her görüldüklerinde. Bunun eksikliğini hissetmek de, hissettiğini dile getirmek de normaldi.
Orada bulunduğum süre içinde, yaptığım uzun sıkıcı sunumlardan sonra bile bana işle ilgili pek bir şey sorulmadı. Özel hayatım daha çok ilgilerini çekti hep, herkes herkese herkesin içinde kişisel sorular sorabiliyordu, ciddi kişisel konulardan sanki kırk yıldır tanışıyormuş gibi bahsediyorlar, bazen de insanın kendisi hakkında olumsuz görüşlerini içeren itirafları tepkisiz bir ifadeyle söyleyiveriyorlardı. Bize tuhaf gelebilecek ama samimiyetinden hiç şüphe edemeyeceğim bir muhabbet anlayışları vardı.
Bir de terlik aşkları… Gittiğimiz, o yıllarda bile dünya devi olan kurumlarda ayakkabılarımızı çıkardık, “şipidik” terlikler giydik, en şık restoranlarda terlikleri ayağımıza geçirip sadece bizim grup için hazırlanmış orta büyüklükte odalarda yere çöküp yemek yedik. Benim gibi terlik meraklısı ve terliksiz yere basamayan biri için bile gerçekten tuhaftı.
Arada izlediğim birkaç filmi, okuduğum birkaç kitabı saymazsak, geçen hafta yıllar sonra yeniden Güney Kore’ye gitmiş gibi oldum. Netflix’te “My Mister” dizisini izledim.
2018 yapımı, IMDB puanı çok yüksek bir dizi film “My Mister”. Kim Won-seok yönetmeni, Parazit’ten de hatırlayabileceğimiz Lee Sun-gyun ve hem aktris hem de K-popçu, hayranlarının IU olarak seslendiği Lee Ji-eun başrollerinde oynuyorlar. 1 sezon, 16 bölümlük bir “K-drama”.
İlk birkaç bölümde önce bir durup Güney Kore’ye uyum sağlamamız gerekiyor. Başlangıçta, tipik yabancı bakışıyla her karakter birbirine benziyor gibi görünüyor. Konuşmalarda tuhaf vurguları, anlattıklarıyla tonlamaları bizim ölçülerimizle birbirini tutmayan vurguları garipsiyorum. Bir yandan da terlik sahnelerini kesiyorum. Kahramanlarımız balkon terliği bile giyiyorlar, temiz titiz ev hanımlarının içinin yağları erir, o derece terlik giyme, mekana göre terlik değiştirme durumları. En sevdiğine terlik hediye etme, sonra da giymedi diye üzülme buhranları…
Dizi esas olarak Seul’de geçiyor. En çok sokaklarda, metroda, yerel barlarda… Güney Kore’nin ikili hayatını görüyoruz: Tıpkı Parazit’te olduğu gibi, çok Amerikalı sahneler ile gecekondu sahneleri iç içe geçmiş durumda. Son model arabaları ve yüksek hayat standartları ile CEO’lar, yöneticiler bir tarafta, geçici olarak şirkette çalışan “en düşük pozisyon”dakilerin sefaleti diğer tarafta. Ortada bu ikili hayatın dayattığı kocaman bir şiddet duygusu…
IU ya da filmdeki rolüyle Ji-an metroyu kullandığı sahneler dışında sokaklarda ya dalgın dalgın hiç bir yere ulaşma telaşı olmadan yürüyor ya da filmde de anlattığı gibi sıkıntılarından, kendinden uzaklaşmak veya kendisi olabilmek için, koştukça içi açıldığı için koşuyor. Zaten başka bir hobisi olamayacak kadar alt sınıfta ve sadece koşmayı seviyor. O koştukça bizim de içimiz açılıyor sanki.
Esas erkek, Park Dong-hoon da “mecburen” yaşayan, hayatın getirdiklerine kendini bırakmış beyaz yakalı bir mühendis.
Birkaç bölümün sonunda artık diziye nüfuz edebilir hale geliyoruz. Sorular, sorular, sorular…
Aile nedir? Sevgi emek mi ister? Gerçekten sevenler sürekli sevdiklerinin iyiliğini istemek durumunda mıdır? Aşk bir çatlaklık mıdır? Aşksız bir hayat güzel olabilir mi? Arkadaşlık nasıl yaşanır? Değersizlik hissi insanı ne kadar yorar? Peki, hayata bir daha gelmeyi ister miyiz? En önemlisi, iyilik nedir? Hayatta kendisini nasıl gösterir? Pratikten ayrışabilecek bir iyilik mümkün müdür?
Dizide 21 yaşında bir genç kız olan Ji-an, geçmiş hayatlarını da sayarak, kendisini 30.000 yaşında sanıyor bir yandan, bir yandan da bir an önce yaşlanmak, en azından orta yaşa gelmek istiyor: Belki o zaman hayat kolaylaşır.
Dong-hoon, hayatın bu denli yalan dolandan ibaret oluşundan çok sıkıldığında inziva hayatını seçmiş keşiş arkadaşının yaşadığı tapınağa gidiyor. Keşiş arkadaşı ile yaptığı konuşmalar, ona olduğu gibi bize de iyi geliyor. “Kendini feda etmekten vazgeç, ne sen ne de çevrendeki kimse bundan dolayı mutlu olamaz.” Herkese lazım böyle bir ayakları yere basan bir keşiş arkadaş.
“Ne kadar yabancı bir kültür” diye başladığımız dizi, belki sezon ortalarında, içli bir yerli filme dönüşüyor. Artık Uzak Doğuluları birbirinden ayıramayan o gözünüz gidiyor, hatta bunu çok abes bulmaya başlıyorsunuz. Oyuncular, yönetmen, senarist sanki içimizi okuyor gibi…
Dizinin başlarında tuhaf gelen vurgular, hatta vurgularla yetinemeyip bir kelimeyi üç beş kere söylemeleri de artık gayet anlamlı görünüyor. Hayatın prozodisine uyumlu. Dizi boyunca tekrarlanan bazı şarkılarıyla Soundtrack de yatıştırıcı olarak dinlenebilir, öyle yumuşacık güzel Korece şarkılar… Korece konuşmalar ya da şarkılar dinlemek çok güzel.
Her bölüm yaklaşık 1,5 saat diye düşünürsek, dizi toplam 24 saate yakın bir sürenizi alıyor. Spoiler olmasın diye olan bitenden söz etmek istemiyorum ama zaten olan bitenden çok bunların nasıl yaşandığını izlemek güzel. Bir de insan olmanın özelliklerini hiç yabancılaşmadan derinlemesine taşıyan karakterler ile yakınlaşmak… Üstüne insanın içini ezmeyen, abartısız ama umutlu bir son sergilenince, dizinin bittiğine üzülürken buluyorsunuz kendinizi.
Mazhar Alanson’un “Hindistan” şarkısından bir bölüm geliyor aklıma:
“Doğulu Batılı ayrıyız ya hani,
Onlar ağlar, biz ağlarız…
Karalara beyazlar bağlamış biri,
Kim neyi buldu, biz neyi ararız?”
“My Mister” ya da artık çok sevdiğim Korece ifadesiyle “Na-ui Ajeossi” Doğulu Batılı ayrı olmadığımızı sakince anlatıyor. Soruları olanlara temiz cevaplar sunuyor, günlük olanın gittikçe daha çok bulanıklaştırdığı hayatımıza farklı bir pencere açıyor. Kişisel olana merak, bence hayatımızı güzelleştirebilir.