31 Mart seçimlerinin gecesi, birkaç istisna hariç televizyonlar, gazetelerin internet siteleri ve onların sosyal medya hesapları için tam bir utanç gecesi oldu.
Başlama vuruşu Anadolu Ajansı’ndan (AA) geldi… Hayır, ajansın her zamanki cinliğine başvurmasından söz etmiyorum, ona zaten alışkınız. Biliyorsunuz, bu cinlik iktidar partisinin oylarının en yüksek olduğu bölgelerin sandık sonuçlarını öncelikle açıklamaya ve böylece bir süre iktidar-muhalefet oylarını mesela yüzde 75’e yüzde 25 seviyesinde gösterebilme temeline dayanır.
Dediğim gibi buna alışkındık, fakat AA bu seçimde şapkadan daha önce hiç bilmediğimiz öyle bir numara çıkardı ki, yalnız kendisinin zaten yaralı olan itibarını yerli bir etmekle kalmadı, kendisiyle birlikte o gece yayında olan herkesi yere serdi (sadeleştirmek için bundan sonrasını sadece televizyonlar üzerinden anlatacağım).
Gürül gürül akan veriler bir anda donuverdi…
AA, saat 23.21’de, yani Binali Yıldırım ile Ekrem İmamoğlu arasındaki farkın 4 bin 500’e kadar düştüğü bir anda veri akışını dondurdu. Oysa sandıkların açılmasından sonraki ilk birkaç saat içinde İstanbul, önceki seçimlerde hiç rastlanmayan bir biçimde veri akışının en hızlı olduğu ildi. Küçücük iller nal toplarken, Türkiye’nin dev metropolünde sandıkların yüzde 60’ı, 70’i açılıp sayılmış, bunlar da AA tarafından sisteme girilmişti.
Sonradan anlaşıldı ki, AA, AK Parti’nin önde olduğu sandıklara öncelik vermiş, bu sayede de başlangıçtaki birkaç saatlik zaman diliminde Yıldırım’ı 5-6 puan önde gösterebilmişti.
Fakat cinlik de bir yere kadar… CHP’nin güçlü olduğu sandıklar mecburen sisteme girildikçe İmamoğlu Yıldırım’a yaklaştı, yaklaştı ve tam geçmek üzereyken AA 23:21’de veri akışını kesti. O anda sisteme girilecek oylar toplam oyların yüzde 1.2’sini teşkil ediyordu ve aradaki fark sadece 4 bin 500’dü…
Şeyi şey olanın şeyi şeyden kurtulmazmış!
Kalan yüzde 1.2’lik verilerin esasen CHP’nin çok yüksek oy aldığı ilçelerden geleceği bir hakikat olarak ortada dururken, aradaki 4 bin 500’lük farkın kapanacağı ve İmamoğlu’nun 20-30 binlik bir farkla seçimi kazanacağı apaçıktı.
Böyle bir anda gazeteciye düşen nedir? Rakamları art arda dizip, kendisini izleyenleri sonucun kabaca böyle tecelli etme ihtimali hakkında bilgilendirmek değil midir?
Üstteki paragrafı okuyanlardan duyar gibi olduğum bir itiraza hemen cevap vereyim: Hayır, bu, “izleyicilerin algısını yönetmek” olmazdı; böyle yapan bir gazeteci, izleyicinin gerçeğe ulaşması için ihtiyaç duyacağı objektif verileri onun önüne sermiş ve görevini yapmış biri olurdu.
Tam bu noktada “sen de amma naifsin be kardeşim, nerede yaşıyorsun sen” diyenler tamamen haklı. Nitekim, televizyonları yöneten meslektaşlarımız AA’nın verileri dondurmasından itibaren kendilerini ve ekranlarını da dondurdular ve 1 Nisan’ın öğle saatlerine kadar seçim haritasında İstanbul’u AK Parti’nin sarı rengiyle boyamaya devam ettiler. O kadar ki, Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) İmamoğlu’nun 27 bin puanla önde olduğunu açıklamasından sonra bile haritaların rengi değişmedi.
Örnek olsun diye 1 Nisan günü saat 12:00 civarında Habertürk’ün halini anlatayım size… CNN Türk’teki işine son verilmesinin ardından Habertürk’te her sabah Ankara Temsilcisi Bülent Aydemir’le birlikte Para Gündem’i sunan Ebru Baki’nin programı… Programa konuk olarak katılan gazeteci Deniz Zeyrek, duvardaki haritayı işaret ederek, Habertürk’te ve diğer kanallarda İstanbul’un hâlâ sarıya boyalı olduğunu hatırlatıp bu ayıba son vermek gerektiğini söyledi. O anda, YSK Başkanı’nın İmamoğlu’nun önde olduğunu açıklamasının üzerinden iki saat geçmişti.
Ebru Baki, AA’nın hâlâ verileri girmediğini söyleyince o sakin Deniz Zeyrek dayanamayıp patladı: “Biz gazeteciler YSK’yı mı esas alacağız, AA’yı mı?”
Bülent Aydemir, Deniz Zeyrek’e hak verdi, sonrasını izlemedim, ne zaman değiştirdiler bilmiyorum.
İşte medyanın seçim gecesi utancı, Ebru Baki’nin sığındığı bu gerekçede yatıyordu: Televizyonlar kılavuz olarak AA’yı esas alıyordu, çünkü AA demek iktidar demekti.
Bundan sonrası, televizyonlar için bir “kılavuzu karga olanın…” hikâyesiydi. O korkuyla, içine girdikleri zilleti bir nebze azaltacak iki fırsatı da kaçırdılar…
Birinci fırsat: İmamoğlu’nun açıklamaları
Hadi diyelim, tabloya ve rakamlara izleyicilerden çok daha hâkim olan gazeteciler için hak ve ödev olan davranış malûm korkular nedeniyle sergilenemedi… Peki, gece boyunca defalarca kameraların karşısına geçerek gerçek durumu YSK verilerine dayanarak açıklayan Ekrem İmamoğlu’nun sözlerini de mi veremezlerdi? Verebilirlerdi ve böylece sadece mikrofon tutarak, yani riske girmeyerek izleyicilerin gerçeğe yaklaşmasına yardımcı olabilirlerdi.
Düşünün, koca bir ülke bir olayın gerçeğinin ne olduğunu öğrenmeye çalışıyor ve gazeteciler olayın iki ana figüründen birinin açıklamalarında haber değeri görmüyor. (Bir kanaldan yapılan, “Çünkü Binali Yıldırım susuyordu, biz de haberde denge prensibimiz nedeniyle İmamoğlu’nun açıklamalarını yayımlamadık” izahı da pek muhteşemdi… Şaka, şaka. Böyle bir şey olmadı, fakat şu manzarada olsaydı, dürüsçe cevap verin, yadırgar mıydınız?)
İkinci fırsat: Erdoğan’ın balkon konuşması: “Dövmiycem, açıklayabilirsiniz…”
Televizyonların, iktidarın hışmına uğramaksızın izleyicilerini gerçeğe yaklaştırma fırsatını teptikleri ikinci gelişme ise Erdoğan’ın Ankara’da yaptığı balkon konuşması oldu.
Erdoğan’ın konuşmasının en ilginç bölümü, sonucun neden yenilgi sayılmaması gerektiğini açıklarken başvurduğu, Ankara ve İstanbul’daki ilçelerin AK Parti’ye teveccühüne dair bölümdü.
Kelimesi kelimesine şöyleydi bu bölüm:
“Şu anda bakıyorsunuz Ankara'da ilçelerin çoğu AK Parti'de, Cumhur İttifakı'nda, böyle bir tablo var. Şu anda İstanbul'da, buraya hareket ettiğim ana kadar, mevcut ilçe sayısından daha fazlası Cumhur İttifakı'nda veya başa baş. Bu ne demektir? Halkımız, büyükşehiri belediye başkanı olarak verse dahi, ilçeleri yine AK Parti'ye vermiş."
Bu cümle Ankara ve İstanbul’da büyükşehir belediye başkanlıklarının kaybedildiğinden başka bir anlama gelir mi? Bir gazetecinin cümleyi böyle tercüme edip, “Cumhurbaşkanı da yenilgiyi kabul etti” demesi elvermez miydi?
Yani aslında Cumhurbaşkanı, kıvranmakta olan televizyonlara bir can simidi atmış, “açıklayabilirsiniz, dövmiycem” demişti ama, buna rağmen hiçbir yerde “Cumhurbaşkanı da yenilgiyi kabul etti” cümlesini duymadık; belli ki meslektaşlarımız o anda “ne olur ne olmaz”ı satın almaktaymışlar…
Televizyonlar Cumhurbaşkanı’nın balkon konuşmasının bu bölümünü nasıl hazmedeceklerini uzun süre bilemediler. Açılımı belliydi ama onlar “Acaba sadece Ankara’yı mı kast etti” (NTV) vb. tevil yolları ararken imdada Cumhurbaşkanlığı İletişim Danışmanı Fahrettin Altun’un açıklaması yetişti: Cumhurbaşkanı’nın bu açıklaması ile Binali Yıldırım’ın “kazandık” açıklaması arasında çelişki yoktu.
Cumhurbaşkanı konuşmasını bir saat kadar önce yapmıştı ve “ilçeler” konusunda tam olarak ne dediği tam olarak kimsenin aklında değildi doğal olarak. Peki o anda, Fahrettin Altun’un açıklamasının yanına Erdoğan’ın cümlesini hatırlatıp iliştirmek, derdi izleyicilerini gerçeğe yaklaştırmak için ona veri sunmak olan gazetecilerin yapması gereken bir şey değil miydi?
Bir parçasını eski merkez medyanın oluşturduğu iktidara yakın televizyonların seçim gecesinde sergiledikleri performans, utanma duygusunun en zor baş edileniyle, başkası adına utanma duygusuyla yüz yüze bıraktı beni. Hakikaten çok zordur bununla baş etmek. Çünkü kendi ayıbının yükünü samimi bir özürle biraz azaltabilirsin, fakat başkasının ayıbında bu hakkın da elinden alınmıştır.
NOT. Son yazımda Ekrem İmamoğlu’nda Yeni Zelanda Başbakanı Jacinde Ardern’in ışığını gördüğümü, İstanbul’da sırf bu bakış açısı uygulama fırsatı bulsun diye onun kazanmasını çok istediğimi yazmıştım. Seçim gecesindeki benzersiz performansı, İmamoğlu hakkındaki hissiyatımı daha da güçlendirdi.