Ana SayfaYazarlarToplumun yarısını ‘soyun o zaman dövüşeceğiz’ demeye zorlayan iktidarlar

Toplumun yarısını ‘soyun o zaman dövüşeceğiz’ demeye zorlayan iktidarlar

 

Küçük ve yoksul bir ortaçağ köyünün papazı, çok sıcak bir yaz gününde uçsuz bucaksız izlenimi veren, tek bir ağacın bile bulunmadığı bir bozkırda yürüyerek yol almaktaymış… Hedefi, ölen aile büyüklerini gömmeden önce kendisinden son bir dua isteyen uzaktaki akrabalarının yaşadığı kilisesiz, kendisininkinden de küçük bir köymüş…

 

Güneş doğmadan çıkmış yola, hiç durmadan yürümüş, yürümüş…

 

Öğleye doğru artık yürüyecek takati kalmamış, içinden “bari tek bir ağaç gölgesi” diye geçirirken, onca yorgunluğuna rağmen gözüne kestirebileceği uzaklıkta yeşil bir adacık görmüş. Tuttuğu dilekle ağaçların eşanlı varlığı papaza o kadar mucizevî görünmüş ki, aklından Tanrı’nın onları oracıkta ve o anda yaratmış olabileceğine dair belli belirsiz bir düşünce bile geçmiş.

 

Öyle veya böyle, her iki ihtimal için de Tanrı’sına şükrederek, belki su da bulma umuduyla yeşil adacığa doğru ilerlemeye başlamış.

 

Yeşil adacık, uzaktan vaat ettiğinden çok daha davetkârmış… Su da varmış üstelik… Biraz soyunup dökünmüş, uzun uzun su içmiş, ardından bacaklarını, kollarını, yüzünü yıkayıp sırtüstü uzanmış.

 

Tam uykuya dalmak üzereyken bir atın nal seslerini duymuş, at birkaç dakika sonra sürücüsüyle birlikte karşısındaymış…

 

“Bu topraklar kralımızın ve ailemizin” demiş sürücü, zaten her halinden bir asilzade olduğu anlaşılıyormuş, “oturduğun yer de bizim ve yabancılar burayı kullanamaz”.

“Sadece birkaç dakika” demiş papaz, “sonra yine yoluma devam edeceğim”.

Adam ısrar etmiş: “Hayır, hemen şimdi kalkacaksın!”

Papaz: “Kralımızın ve ailemizin, diyorsun, peki nasıl elde ettiniz bu toprakları?”

Adam: “Atalarımızdan kaldı.”

Papaz: “Onlar nasıl elde etmiş?”

Adam: “Onlara da atalarından kalmış.”

 

Konuşma bu minval üzere uzamış da uzamış… Papaz sorularını hep yüzünde bir gülümsemeyle sorarken, asilzade her soru-cevapta biraz daha öfkeleniyormuş. Sonunda “Eeee, yeter artık” diye patlamış, “büyük büyük dedelerim dövüşerek elde etmiş bu toprakları…”

 

İşte o zaman papazın yüzündeki gülümseme gitmiş, ciddileşip ayağa kalkmış, soyunmaya başlamış. Üzerinde sadece pantolonu kalınca adama dönmüş ve “Soyun o zaman” demiş, “dövüşeceğiz!”

 

Nöbetleşe tahammülsüzlük, nöbetleşe zorbalık

 

Hikâyedeki asilzadenin tavrının, Türkiye’de iktidar kullananların genel tavrını pek güzel tasvir ettiğini düşünüyorum. Yalnız bugünküler değil, geçmiş iktidarlar da hep böyle davranmadılar mı? Hükmettikleri toprakların (ülkenin) sadece kendisine ve kendisine benzeyenlere ait olduğunu söyleyip, geri kalanları nefessiz bırakacak bir baskı altında tutmadılar mı? Kendisine benzemeyenleri, yani toplumun yarısını  “soyun o zaman, dövüşeceğiz” deme noktasına getirmediler mi?

 

Yönetim anlayışı böyle olan, ülkenin nefessiz bırakılan yarısını “soyun o zaman dövüşeceğiz” ruh haline taşıyan iktidarların, iktidarı kaybetmelerinden sonra rövanşist tepkilerle karşılaşmaları, temenni edilmese de,  şaşırtıcı olmamalı.

 

Bu iktidar etme biçimi ve onun karşı tarafta körüklediği öç alma duygusu, tahammülsüzlüğü ve iktidar zorbalığını “nöbetleşe” hale getirip içinden çıkılmaz bir döngüye yol açıyor. Nasıl ki bir zamanlar laik-seküler çevreler “çağdaşlık” adına kendilerininkine benzemeyen hayatlara karşı tahammülsüzdüler, şimdi de aynı tahammülsüzlük, İslam’ın vaz’ettiği doğrular ya da vatan sevgisinin “doğru” biçimi adına kendilerine yöneltilmiş durumda…

 

“Siz bizi mağdur ettiniz, biz de sizi edeceğiz”

 

Geçenlerde, videosunu sosyal medyada yüz binlerce insanın izlediği bir Mine Kırıkkanat performansında, bu “soyun o zaman dövüşeceğiz” ruh halinin dört dörtlük bir doğrulanmasına şahit olduk.

 

Kırıkkanat’ın Uğur Dündar’ın Halk Arenası programında dizginsiz bir öforiyle dile getirdiği şu sözlerine, salonda bulunanların tezahüratı ve alkışları eşlik ediyordu:

“Kendileri neden şikâyet ediyorlardı? Efendim bizim dinimizi yaşamamızı engellediler. Camilerimizi ahıra çevirdiler, dua bile gizli gizli ediyorduk. Çocuklarımızı türbanlı diye okula almadılar. Böyle demiyorlar mı? Dinlerini yaşatmamışız, camileri kapatmışız, efendim bazı camileri ahır yapmışız, çocuklarının okumasına mani olmuşuz, değil mi, bunu söylüyorlar. Ağlıyorlar ondan sonra, aaaaa bizi çok mağdur ettiler. E, şimdi de siz bizi mağdur ediyorsunuz. Bunun da bir hesap günü gelecek. Şimdi de mağdur biziz. Yarın da biz ağlayacağız, bizi çok mağdur ettiler diye. Biz de sizi mağdur edeceğiz elbette. Elbette bugün gelecek.”

 

Bize bir Ardern lazım, o da iş işten geçmeden lazım

 

İktidarı esas olarak “mağdur edenleri mağdur etmek” için istemek… Karşılıklı olarak giyilmiş bu deli gömleğiyle bir toplum nereye gidebilir? Bu yıkıcı döngü nasıl parçalanabilir? Parçalanabilir mi?

 

Kendisine benzemeyeni mağdur etmek için sırasını bekleyen bu insanlara, sırasıyla mağdur, sırasıyla zorba olmak dışında alternatiflerin de olduğunu bu topluma kim anlatacak?

 

Son iki yazımda, Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in, buna benzer kemikleşmiş karşıtlıkların dışına çıkan eşsiz tavrını konu etmiş, nâçizâne “Ardern aynası” diye politik bir tâbir önermiştim. “Ardern aynası” dediğim özel tavrın açılımını da kendimce şöyle yapmıştım:

“Olumsuz kutuplaştırıcı tutumların kemikleştiği koşullarda ortaya çıkan ve kendisinden yansıyanlarla mevcut ezberlerin sürdürülebilmesini zora sokan yeni, özgün ve olumlu bakış açısı ya da tavır.”

 

Sözünü ettiğim yazılarda, Ardern’in bu güçlü, özgün ve olumlu tavrının Müslüman ve Batı dünyasından siyasetçilerin klasikleşmiş pragmatik ve kutuplaştırıcı söylemlerini nasıl sınırladığını uzun uzun anlatmıştım.

 

Peki, Türkiye’de “Ardern aynası” etkisi yaratmaya aday bir siyasetçi var mı?

 

İmamoğlu ve onun samimi kuşatıcı dili

 

Ardern’in ortaya koyduğu tavır öylesine güçlü ki, benzer bir tavrın Türkiye’deki karşılıklı olarak bilenmiş toplumsal grupların temsilcisi olan siyasetçiler arasından çıkması hayli güç görünüyor. Nöbetleşe tahammülsüzlük-Nöbetleşe zorbalık hikâyesinin yüz yıla yakın bir mazisinin olmasına rağmen bu döngüyü kırabilecek bir siyasetçinin çıkamamış olması da bunu gösteriyor zaten.

 

Tabii ki Jacinda Ardern’in yaydığı ışığın parlaklığıyla kıyaslıyor değilim, tabii ki temkinlilikle söylüyorum, fakat Cumhuriyet Halk Partisi’nin İstanbul Büyükşehir Başkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nda sanki Ardern’in mayası varmış gibi geliyor bana. Yani, sanki “kendisinden yansıyanlarla mevcut ezberlerin sürdürülebilmesini zora sokan” bir hali varmış gibi görünüyor…  

 

En son, kazandığı takdirde taraftarlarının kutlama yapmasını istemediğine dair sözleri (ki 2014’te seçildiğinde de aynısını yapmış) bana özellikle çok çarpıcı geldi:

“Sonuçları açıkladık. İlçe seçim kurullarındaki işlerimiz bitti. Çok önemli bir şey yapacaksınız. Çok asil bir duruştur bu. Ben, 2014’te aynısını yaptım. Arkadaşlarım, bana Beylikdüzü’nde kızdılar ama sonra her birisi bana teşekkür etti. Çünkü ben, o gece, bir vatandaşımın bile, o ‘bile’ çok önemli, bir vatandaşımın bile kalbi incinsin istemiyorum. Korna çalmalar, kutlama yapmalar yapmayacağız. Çünkü ben ne istiyorum biliyor musunuz? 1 Nisan günü, sadece bize oy verenler değil, herkes o mitinge katılsın. Onun için 16 milyonluk miting diyorum. Bunu, benim başarabilmem için, hiç kimsenin kalbinin kırılmaması lazım. Başkaları, başka bir şey planlamış olabilir. Umursamayın. Bu toplumun iyiliğe, güzelliğe, sevgiye, saygıya, iyi düşünen yöneticilere ihtiyacı var.”

 

Seçimden önceki son yazım bu… Bu vesileyle belirtmek isterim: İstanbul’da sırf bu bakış açısı uygulama fırsatı bulsun diye Ekrem İmamoğlu’nun kazanmasını çok istiyorum.

 

- Advertisment -