Ana SayfaManşetMaskeli balo

Maskeli balo

Topluma değil, otoriteye karşı sorumluluk. Ahlaki kabule dayalı gönüllü uyum değil, fırsatını bulduğunda yan çizen zoraki bir katlanma. Hak kavramına yabancı, şiddetle iç içe, bileği yettiğinde fail, zayıf düştüğünde mağdur bir erkeklik dünyası.

Alt gelir grubuna seslenen bir markaya ait marketin kasasında sıra bekliyorum. Önümde ödeme yapmaya hazırlanan adama “Beyefendi maske takmak zorundasınız” diyorum. (Sizi temin ederim ki sesim nötr. Bir baba şefkati taşımıyor ama asla azarlayıcı, gerilimli bir ton yok.) Adam kafasını çeviriyor, ters ters bakıyor. Boynunda bir fular var; onu ağzına doğru çekiyor. Kasadaki kızı da “sizin de maskesiz müşteri kabul etmemeniz gerekir; her gün yüzlerce insan ölüyor memlekette” diye uyarıyorum. Ters bakan “beyefendi” artık bu “tacizimi” kaldıramıyor; “maskesizlikten mi ölüyorlar” diye soruyor. “Sizin yapacağınız tek şey özür dileyip dışarı çıkmaktır” diyorum beyefendiye. (Sesim yine nötr, fakat cümlem had bildirici!) “Uymuyorum ben kurallara, var mı diyeceğin” diye efeleniyor. “Sizin keyfinize bırakılmış bir konu değil bu, kimsenin sağlığını riske sokmaya hakkınız yok” diyorum. (Klişeler kulvarına girdik işte. Sesim yükselmiş, parmağım kalkmıştır artık.) Bir erkeğe parmak kaldırmak ha! Olacak iş değil. “El kol işaretiyle konuşma, sen kimsin” i hak ediyorum tabii. Sen benim kim olduğumu biliyor musun/sen kimsin… Bu ikili “kimlik sorusu”nun milli söylemimiz olduğunu hatırlıyorum. Bunun arkasından ne gelir sizce? “Çık dışarı” komutu… Beni dışarıda dövüşmeye davet ediyor beyefendi. Üçüncü cümlede geldiğimiz yer bu. İkimiz de altmış yaşını aşmış insanlarız. Adam çelimsiz, dışarıdan bakan birisi için kuşkusuz bu kavganın favorisi benim. Bence de öyle. Saçı sakalı ağarmış iki adamın cadde ortasında tekme tokat birbirine girişmesini canlandırıyorum gözümde. “Çık git buradan; efelenmekten önce utanmayı öğren” diye bağırıyorum. Adam çıkıyor. Arabasına biniyor. Kontağı çeviriyor ve camdan okkalı bir küfür sallayıp tüyüyor. “Terbiyesiz” diyor arkamdaki kadın. Kızmış adama.

       Bu tartışmayı dinleyen, sıra bekleyen başka insanlar var. Hiç seslerini çıkartmıyorlar biz atışırken. Hepsi maskeli, mazbut kişiler. Adam gittikten sonra hepsi bana hak veriyorlar. Baştan beri orada bulunan, mağaza sorumlusu olduğunu söyleyen genç bir kız benden özür diliyor.

       Eve geliyorum, bir kahve yapıyorum; yıllarca bıraktıktan sonra geçtiğimiz aylarda başladığım sigaradan sağlam bir fırt çekip, şezlonga çöküyorum.

       Hatırladığım bir metafor var. Galiba Ahmet Altan’ındı. Bazı sıradan, günlük olayları, toplumun sağlık sıhhat durumunu anlatması bakımından kan tahliline benzetiyordu. İnsan bedeninden küçücük bir kan alıp incelersiniz; size o beden hakkında dünya kadar bilgi verir.

       Hamasete bayıldığımız bir gerçek. Belli ki övülmeye, övünmeye hayli ihtiyaç duyuyoruz. Övünürken kurduğumuz cümleler çok kaslı, çok maskülen. Yiğitlik, kahramanlık, cesaret, şehadet… Kimse yarışamaz bunlarda bizimle. Bir karış toprağa olan hassasiyetimiz dünyaca ünlüdür. O toprakların üzerinde nasıl bir “medeniyet” kurduğumuzla çok ilgilenmeyiz.

       Çiğ bir bencillikle harmanlanmış ataerkil kültürün kuşatıcılığı içinde yaşıyoruz. Bu kültürün izini sürebilmek için Türkiye’nin modernleşme-kentlileşme dinamiğine bakmak gerektiğini sanıyorum.

İstanbul’u saymazsak Türkiye’de şimdi anladığımız anlamda kent yoktu. Biz kentlerimizi son yüz yılda, bir büyük taşra olan Anadolu’nun insanlarıyla kurduk. Bugünün kentlerinin çekirdek nüfusu, Cumhuriyet modernleşmesinin kültürel imkanlarıyla tanışmış, bir ölçüde farklılaşmıştı. Fakat kentlerin asıl gövdelenmesi Anadolu’nun giderek artan bir ivmeyle oralara akmasıyla oluştu. Üstelik süreç, bu toprakların kent hayatında çok önemli etkisi olan Gayrimüslim’in tasfiyesinin üzerine bindi. Hikayemiz, bir tarım toplumunun kentlileşmesi hikayesidir özetle.    

Kent; köyün içe dönük evreninde kuşaktan kuşağa aktarılan geleneksel değerlerin iş görmediği; sosyal denetimin kalmadığı, anonim, yalnız insanlar dünyası. Köyün ufkundan bakıldığında tekinsiz, belirsizliklerle dolu, kaotik bir dünyayı temsil ediyor. Tek kural var: Ne pahasına olursa olsun ayakta kal, o yaşamdan kopartılacak en büyük dilimi kapmaya çalış. Sokaklarda, meydanlarda gördüğün; otobüslerde kucak kucağa gittiğin; marketlerde yan yana alış veriş yaptığın; pazarda tezgahından mal aldığın; velhasıl belki de hayatta yüzünü bir daha hiç görmeyeceğin o insanların sana bir faydası yok. Düşsen elinden tutan olmaz.   Aranızda bir parça-bütün ilişkisi yok. Onların varlığına aldırış etmen, kendi hayatını zorlaştıracak vazgeçişler yaşaman saçma. Olabildiğince kolay yoldan yürü git. Fakat devletin şakası yok. Onu ciddiye al. Arkasından dolaş, kuytuları öğren, gerektiğinde pazarlık yap, otoriteyle iyi geçin…Toplumun parçası değilsin; elinden geliyorsa devletin parçası ol. Sırtını yaslayacak bir dayın olsun.

       Yaygın kültürün iç sesi bunu söylüyor. Böyle yazınca, soğukkanlı bir rasyonaliteden bahsediyormuşuz gibi oluyor. Oysa burada işleyen otomatik bir güdü. Bu güdünün biçim verdiği yeni bir vicdan, yeni bir ahlak var. Aklın konusu değil bunlar. Bir tür habitus.

        Normu ayakta tutan, ona can veren; toplumsal sorumluluk, bir bütünün parçası olmak duygusu değil. Norm, sindiremediğimiz bir otorite buyruğu. Korkuyoruz otoriteden. Başkalarından utandığımız için değil, devletten çekindiğimiz için uyuyoruz ona. Herhangi bir yolla kendimizi devletten koruyabileceğimize inandığımız, zarar görmeyeceğimizi hissettiğimiz zaman, toplumun gözünün içine baka baka o normu çiğneyip geçiyoruz.    Üstelik küçücük bir konfor uğruna bile yapabiliyoruz bunu. Utanmıyoruz.

       Utanmıyoruz, çünkü bizi ayıplaması gerekenler de suskun. Onlar da o normun sahibinin devlet olduğunu düşünmeye alışmış. Kendilerine yönelmiş bir haksızlık olduğunu fark ediyorlar davranışımızın ama haklarını savunma alışkanlıkları, cesaretleri zayıf. Barbarın şiddetini tanıyorlar. “Erkeklik gururunun” nasıl can yakabileceğini biliyorlar. Normu koyan devletin, onu çiğneyen insana tepki veren vatandaşının başının belaya girmesini engelleyemeyeceğinin; adalet aramaya kalktıklarında onu dağıtmakla yükümlü “sarayların” kapısında sürüneceklerinin farkındalar. Bırakalım tepki vermeyi, “şahit yazılmanın” enayilik olduğunu düşünüyorlar.

       Topluma değil, otoriteye karşı sorumluluk. Ahlaki kabule dayalı gönüllü uyum değil, fırsatını bulduğunda yan çizen zoraki bir katlanma. Hak kavramına yabancı, şiddetle iç içe, bileği yettiğinde fail, zayıf düştüğünde mağdur bir erkeklik dünyası.

       Dünyanın hiçbir köşesinde toplumsal düzen bireylerin üstün ahlakına terk edilerek kurulmuyor elbette. Hukukun yaptırım gücü olmadan yaşamamız imkânsız. Fakat hukukla ahlak arasındaki makas önemli. Yaşayan kültürle beslenmeyen hukuk yeterince iş görmüyor. Kültür hukuku deforme ediyor.

       Öte yandan toplumun çok katmanlı olduğunu biliyoruz. Farklı sosyolojilerin kendi içlerinde de kültürel homojenliğe sahip olmadıklarını görüyoruz. Bireyin kendisine kadar indiğimizde bile her zaman aynı şekilde işleyen saf bir zihniyetten, tutarlı bir davranış kalıbından söz edemiyoruz. Koşullara göre değişebilen tercihlerimiz, reflekslerimiz, tepkilerimiz var. Dolayısıyla toplum ve kültür üzerine düşünürken yapılacak genellemeler ister istemez hoyratlık taşıyor. Fakat yine de baskın olanı fark edebiliyoruz. Orada, burada, şurada hep karşımıza çıkıyor; dahası, onun kendi iç dünyamızda izlerini yakalıyoruz.

       Yukarıda tasvir etmeye çalıştığım kültür; kentlileşen, modernleşen bir toplumsal hareketliliğin içinde kendisine yer arayan; koordinatlarını karşılıklı haklar ve sorumluluklar üzerine kurmakta zorlanan bir bireysel varoluşa işaret ediyor. Oysa hiçbirimiz içe kapalı, izole, özneler değiliz, olamayız. Toplumsal ortaklıklar kurmadan; aidiyet duyguları üretmeden yaşayamayız. Hemşherilerimizi ararız, etnik köklerimize başvururuz, inanç ortaklıklarına sığınırız, modern siyasal kimliklere yöneliriz.

       Meşrebimize hangileri uygunsa, hepsini yapıyoruz.

       Ve yukarıda anlatmaya çalıştığım kültürel ögeleri bu yapılar içinde yeniden üretiyoruz. Ötekinin varlığına saygı, haklarını tanıma, eşitlik, adalet, uzlaşma, şiddet, otorite vs üzerine davranışlarımızı belirleyen zihniyetimiz, bu yapıların da kumaşını oluşturuyor.

       Böylelikle marketteki maskesiz adam karşımıza, bu sosyal yapıların maskeleriyle çıkıyor.

       Kendimizi oldukça kıyıcı bir maskeli balonun ortasında buluyoruz…         

- Advertisment -