Geçen hafta yazdığım, ‘Doğa ve yürüyüş üzerine’ başlıklı yazıya ve yazıda bahsettiğim ‘gönüllü sadelik’ kavramına dair kulak arkası edemeyeceğim bir isimden bazı sorular geldi: Yürümeyi özel şekilde anlamlandırma ve yüceltme erkek zihninin bir uzantısı olabilir mi? Yürümeye aynı şekilde yaklaşan kadınlar var mı? Acaba kadın zihni açısından doğanın anlamı ve dolayısıyla gönüllü sadelik farklı bir şey olabilir mi?
Doğrusunu söylemek gerekirse hiç düşünmediğim şeylerdi. Yani, yürüyüş ve doğa ilişkisine ya da sade yaşamın sağladıklarına dair kadınların farklı düşünebileceklerini, başka türlü bir zihni bakış olabileceğini hiç sorgulamamıştım. Fakat, biraz düşününce farklı zamanlarda özellikle yürüyüş ya da yürüme üzerine yazdığım yazıların hemen hepsinin erkek ellerinden çıkma kitaplarla ilişkili olduğunu fark ettim. Fazlaca erkek yazardan okumuştum bildiklerimi ve bu bir tür körlük yaratmış olabilirdi. Biraz düşününce hemen aklıma Rebecca Solnit’in, Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi (Encore) kitabı geldi; bu harika kitapta aradığımız soruların cevapları saklı olabilirdi!
Bu benim epey zaman önce zevkle okuduğum, sonra tekrar tekrar okunacaklar listesine eklediğim kitaplara yaptığım gibi, Alman ekolünden yetiştiğini söyleyen mücellitimize götürerek yurt dışından temin ettiğim Hollanda beziyle ciltlettiğim bir kitaptı ve bunun anlamı üzerine düşülerek okunmuş olmasıydı ama bir kadının gözüyle doğa ve yürümek ilişkisi açısından hiç yaklaşmamıştım. Kitabın her yerine yayılan feminist bakışı, ‘doğaya ve yürümeye sevdalı’ erkeklerin yazdıklarındaki tavsiye verme, rol biçme ve kendini tırmandıkları dağların en tepelerine yerleştirme merakını üstünkörü geçmiştim. Oysa Solnit, yürüme literatürünün Thoreau gibi Stevenson gibi kurucu babalarından başlayıp Lesli Stephen’den geçip Yürümeye Övgü’ye kadar uzanan geniş bir erkekler listesine çok sert yükleniyordu: hepsi de ayrıcalıklı yaşamlardan gelen bu ‘seçme’ erkeklerin zihinle yürüme ve doğa arasında kurdukları ilişkideki kendi kendilerini ve Rousseauvari bir erkeksi kır yaşamını yüceltme biçimlerinden söz ediyor, didaktizmlerinden ve ahlakçılıklarından ikrah getiriyordu: “Yüz elli yıldır devam eden ahlak dersleri! Beyefendilerin bir buçuk asırdır bitmek bilmeyen telkinleri!..Yürüme etrafına çizdikleri sınırları görmekten aciz, vaaz verip duran beyefendilerimiz sadece bu türden yürüyüşleri hararetle tavsiye ederler (kentlerde yürümenin en zevkli yanlarından biri hiç faziletli olmayışıdır.) Beyefendiler dememin sebebi, yürüme üzerine yazanların hepsinin sanki aynı kulübün üyesiymişler izlenimi bırakmalarıdır -fakat gerçek bir yürüyüş kulübü değil de, ortak geçmişe dayalı bir tür gizli kulüp diyebiliriz buna. Genellikle ayrıcalıklı ailelerden gelirler (İngiliz olanların çoğu yazarken, herkesin Oxford ya da Cambridge’de eğitim gördüğünü varsayar gibidirler; Thoreau bile Harvard mezunudur), dindarlığa bir miktar eğilimlidirler ve daima erkektirler: Ne dans eden köylü kızlar ne de çıtkırıldım hanımlardır yazanlar. ” (s.181-182).
Bu gibi altı çizili satırlara bakayım derken bütün kitabı baştan sona bir kez daha okurken buldum kendimi. Birçoğunun altını kırmızı kalemle çizmiş olmama rağmen, yürümenin bedensel tarihinden kentlerdeki yürüyüşlerin avcı-toplayıcılarınkine benzemesine, kamusal alanın aslında bir yürüme yeri olmasından yalnız yürüyüşleri nasıl bir meditasyona dönüştürebileceğimize kadar hiç fark etmediğim (erkek zihninin oyunlarıydı herhalde!) muhteşem bölümler buldum ve evet sorularımızın bir kısmının cevabının burada olduğunu gördüm. Gerçi Solnit de yürümeyi, yürümenin her türlüsünü ve doğayla yaşanan ilişkinin getirdiği o tarif edilemez coşkulu hazla dolu sadeliği epeyce yüceltiyordu ama başka -ve sanki daha incelikli- bir biçimde. Mesela: “Kendinizi bir yere bütünüyle verirseniz, o yer de size kendinizi geri verir; bir yeri tanıdıkça o yere, geri döndüğünüzde bizi karşılayacak olan anılar ve çağrışımların görünmez tohumlarını atarız; yeni yerlerse yeni düşünceler ve olasılıklar sunarlar. Dünyayı keşfetmek, düşünceyi keşfetmenin en iyi yollarından biridir ve yürürken bu âlemlerin her ikisinde birden yol alırız.” (s.32).
Solnit de yürümeye oldukça güçlü anlamlar yüklüyordu ama daha açılışta erkek zihnine karşıt bir yerden şöyle de diyordu: “Yeni binyılın gelişi, gizlilik ile açıklık, gücün pekiştirilmesi ile dağıtılması, özelleştirme ile kamu mülkiyeti ve güç ile yaşam arasındaki diyalektiği de beraberinde getirdi ve yürüme, en baştan beri, daima bu diyalektiğin ikinci terimlerinden yana olageldi…Sadece yürümek dünyayı değiştirmiş değildir fakat birlikte yürümek, şiddete, korkuya ve baskıya karşı durabilen sivil toplumun bir töreni, aracı ve güçlendiricisi olmuştur.” (s.11,12).
Solnit için de yürüme, hayatın içindeki her şeyle ilgilidir ve bu nedenle her şeyin içinde mutlaka var olan bir eylem biçimidir: “Din, felsefe, çevre, kent politikaları, anatomi, alegori ve aşk acısı diyarlarına kolayca girip çıkan yürüme, dünyanın en tanıdık ama aynı zamanda en karmaşık şeyidir.” (s.19). Zihin, beden ve dünya ilişkisini yürüme üzerinden kurar ve her üçünün birbirinde yok olduğunu yazar: “İdeal olarak yürüme zihnin, bedenin ve dünyanın, sanki nihayet birbiriyle konuşmaya başlamış üç kişi ya da aniden bir melodi oluşturan üç nota benzeri uyum içinde bulunduğu bir durumdur. Yürüme sayesinde bedenimizde ve dünyada var olur ancak onlar tarafından meşgul edilmeyiz. Bütünüyle düşüncelerimiz içinde kaybolmadan düşünmemiz mümkün olur.” (s.22).
Yürüme üzerinden düşünme ve toplum ilişkisine dair söyledikleri harikuladedir: “On yıl önce, zor bir sene yaşarken, endişelerimden kurtulmak için yürümeye başladığım bu yollar ve patikalar, altı millik bir parkur oluşturuyor. Hem işimden kaçmak hem de işimi yapmak için sürekli bu parkura geldim çünkü üretim odaklı bir kültürde düşünmek, genellikle, hiçbir şey yapmamak olarak algılanır ve hiçbir şey yapmamak da kolay bir iş değildir. Bu durumu kamufle etmenin en iyi yolu bir şey yapıyor gibi görünmektir ve hiçbir şey yapmamaya en yakın yapılacak şey de yürümektir. Bedenin istem dışı ritimlerine -nefes alma ve kalp atışına en yakın istemli hareket yürümektir; çalışma ve aylaklık, var olmak ve yapmak arasında hassas bir denge kurar.” (s.22).
Yürüme onun için düşünmenin kendini dışa vurmak zorunda olan hareketidir: “Zihin de bir tür doğa parçasıdır ve yürümek de onu kat etmenin bir yoludur. Yeni bir düşünce, çoğunlukla, doğanın zaten hep orada bulunan bir unsuruymuş gibi gelir bize; düşünmek, üretim değil de bir yolculuktur sanki. Yani, yürüme tarihi bir yönüyle somutlaşan düşünmenin tarihidir; ne de olsa, zihnin değil ama ayakların hareketinin izini sürebiliriz…Sanki zihni harekete geçiren, hareketin kendisi olduğu kadar gözümüzün önünden geçip giden manzaralardır ve yürümeyi hem belirsiz hem de sonsuz ölçüde bereketli kılan da budur: yürümek hem bir araç hem de bir amaç, hem yolculuk hem de bir varış noktasıdır.” (s.22,23).
Solnit, yürümenin varoluş alanımızı genişlettiğini ve adeta zihinsel sınırlarımızı da çizdiğini söyler. Hem yanından geçtiğimiz hem de de gördüğümüz her şeyle bağlantılanarak yürürüz ve ne kadar teksek o kadar birleşir her şeyin içinden geçeriz: “Günümüzde birçok insan ev, araba, spor salonu, ofis, mağaza gibi bir dizi iç mekânda, birbirinden kopuk halde yaşıyor. Oysa yürürken her şey birbirine bağlıdır çünkü iç mekânlarda nasıl var oluyorsak, onların arasında kalan dış mekânlarda da aynen öyle var oluruz. O zaman insan, sadece dış dünyaya karşı inşa edilmiş iç mekânlarda değil, tüm dünyada yaşamaya başlar.” (s.27).
Ona göre modern yaşam hiç olmadığı kadar uzağa götürür bizi ama bir o kadar da yüzeyselleştirir çünkü bir yürüyüşçünün tam aksine acelecidir ve yürüyen insan için fazlasıyla hızlı bir saldırı halidir. Her şey yer çekiminin olmadığı bir boşlukta dönmektedir sanki ve modern insanın ayakları hiç olmadığı kadar yere basmaktan uzak bir sürtünmesizlik içerir: “Yavaş olduğu için yürümeyi seviyorum ve öyle sanıyorum ki, ayaklar gibi zihin de saatte yaklaşık beş kilometre hızla ilerliyor. Eğer bu doğruysa, o halde düşünce ya da düşünceli olmanın hızı modern yaşamın hızına yetişemiyor demektir…Yürüme zihnin, bedenin, doğanın ve kentin erozyonuna karşı dikilen siperlerden biridir ve her yürüyüşçü de tarif edilemeyeni korumak göreviyle devriye gezen bir nöbetçidir.” (s.29,30).
Solnit’in yol aşkını ve kadın zihninden yürümenin ne anlama geldiğini sanırım daha uzun ele almak gerekiyor. Harikulade alıntılardan asıl konularımıza gelemedik bile. Bu bir başlangıç olsun madem, buradan devam edelim. Hem belki bir sonraki yazıya kadar herkes kitabı okumuş olarak gelir (tarif ettiği erkeklere mi benzedim sanki!).
Herneyse, onun Herakles’in ünlü sözünden hareketle “aynı yolda iki kere yürünmez” deyişinde olduğu gibi aynı konuda iki kere düşünülmez diyerek kalanı haftaya bırakalım.