Adanın kıyısında oturuyoruz. Yüzlerine, kirpiklerine denizin, kızılın-bronzun tonlarıyla dünyanın en güzel makyajı yerleşen uzun saçlı, duru, derin mavi gözlü kadınlar, yanınca hatları keskinleşen, gözleri büyüyen erkekler, gün doğmadan tuttukları balıkları ince zeytin dallarına geçiriyorlar. Yine zeytin dallarıyla közlenen ateşin çevresine dikiyorlar sonra…
Zeytin dalı özeldir zira; “Zeytin ağacının közleri kolay kolay kül bağlamaz, öteki odun küllerine benzemez, ta uzaklara kadar karanlığı deler, ışığını yöreye cömertçe gönderir”… (¹) Yanan dalların buğusu, tütsüsü balıklara geçiyor, siniyor yavaş yavaş. Lezzetini başka, “adalı” kılıyor.
Akşamüstü… Aylardan haziran. Şeftali ve nar ağaçları iyice çiçeklenmiş, bizim gibi onlar da denize eğilmiş, yakından ve hâlâ hiç alışmadan bakıyor. Deniz o kadar durgun ki, “karıncalar su içiyor denizden”… İlerdeki bembeyaz değirmenin yanında “ulu çınar iriliğinde incirler, telli kavaklar, kavaklara sarılmış asmalar” da az uzaktan seyrediyor bizi…
“Çınarların altına çoktan hasırlar serilmiş, fırınlardan taze çıkmış sıcak buğulu ekmekler getirilmiş, kalaylı sahanların yanına konmuş…” Barba Tanasi’nin mor şarapları, yanında serin, bakır maşrapalarıyla hazır. Rakı, mastika, uzo da var isteyene… Ve yaban gülleri, boynu eğri mor menekşeler, buhur buhur yaban naneleri, kekikler… Sonradan Vasili’nin getirdiği şarapları da unutmayalım tabii. Yanında delikli taze yörük peyniriyle, onun da lezzeti başka.
Her şey kendi kokuyor
Ekmek mis gibi kokuyor; rokası, teresi, taze soğanı, domatesi… Her şey kendi kokuyor. Zeytin dallarının közüyle yanak yanağa kızaran “barbunilerin, orkinosların, fener balıklarının, palamutların, mezgitlerin” kokusu adayı tutmuş. Adayı tutmuş da, denize yayılmış çoktan.
Denizde olanlar da uzaktan yanmış, mis gibi balık yağının kokusunu alıyorlar. “Dümeni adaya kırıyorlar; kim olursa olsunlar, ister yedi kat yabancı olsunlar, gelip babalarının sofrası gibi sofranın başına geçip oturuyorlar.” Ekmekler bölünüyor ortadan, maşrapalar vuruyor birbirine…
Bir kez daha anlıyorum ki, insana duyulan aşkın, denize ve bilhassa bir adaya duyulan sevdayla bir ilgisi var. Aşka küssen, seni küstürse bile, o hâliyle de var. Anlattığım denize, kıyısına oturduğum adaya, insanlarına, balıklara, mor şaraplara Yaşar Kemal götürdü beni. Onun “Bir Ada Hikayesi” dörtlemesindeki, “fotoğraflı”, naklen satırlar… “Gitmiş, yemiş-içmiş kadar oldum” dersin, hatırına.
O adayı, o doğayı, o insanları, o kitaplardan okurken… Aslında oradan, o adadan, o kıyıda, o ateşin başında, hasırlara oturduğumuz yerden okudum hep. Öyle anlattı, öyle anlatır çünkü. Denizin küsebileceğini, mübadelenin derin, yaşayan izleriyle adanın da incinebileceğini, kırılgan efsanelerini ondan da öğrendim. Romandır, bazen düştür, hayaldir, arzudur, ütopyadır belki ama hikâyesi, efsanesi “hakiki”dir. “Dağın Öte Yüzü”nün önsözünde dediği gibidir: “Eğer insanın bir düş, bir efsane yaratma niteliği olmamış olsaydı belki de insanoğlu olmazdı. İnsan mit yaratan bir mahluktur…”
Haritalardaki “hatır adaları”
Efsane, düş deyince, bir bakıma önceki yazımdan (9 Mayıs 2021), “Ben bi gideyim”den, Sait Faik’ten, Burgazada’dan devamla… Edebiyatta “ada”nın ayrı bir yeri var. Hakkıyla “yazar” deyince, çoğu zaten kendi başına “ada” da… Hikâyesi, romanıyla bir “ada edebiyatı”ndan da söz etmek mümkün.
Dilbilimci, yazar Akşit Göktürk, “Ada (İngiliz Yazınında Ada Kavramı)” kitabının girişine, uzaktaki bir “ada”ya dair tutkunun, düşsel özlemin en güzel ifadelerinden birisini yerleştiriyor: “On altıncı yüzyılda, ressamın biri ne zaman bir dünya haritası çizecek olsa, karısı hemen, ‘Sevgilim şuracığa bir ada koyuver, yalnız benim olsun!’ dermiş. Ressam da bu isteği uysallıkla yerine getirirmiş. Bu tür adalar o günün haritalarından hiç eksik olmazmış.
Sözgelişi, İngiliz donanmasının 1583’de İspanyolların Yenilmez Armada’sını bozguna uğratmasından sonra, ünlü İngiliz amirali Sir Francis Drake, İspanya’dan İngiltere’ye dönüşü sırasında, İspanyollardan ele geçirdiği bir haritayı incelerken, haritadaki bir adadan gemilerine içme suyu almayı düşünmüş, gemisinde tutsak bulunan bir İspanyol denizcisine bu adayla ilgili sorular sormaya başlamış. İspanyol gülümseyerek, ‘O adayı bulabileceğinizi hiç sanmam. Sinyoranın hatırı için konmuştur haritaya’ karşılığını vermiş.” Ressamın sevdalısı böyle olmalı… Sevdiceğinin portresine ben kondurmak yetmez, “haritalarına” ada kondurmalı.
Kat yerinden yırtık haritalar
Harita bi âlem, hep devriâlem zaten… Git ya da gitme, bakarken gülümse ya da hüzünlen, ister özgürlüğünü, ister kapanmış/kapatılmışlığını hatırlatsın, insanın duygu coğrafyası… Sınırları gösteren, sınırlardan ibaret idari yahut siyasi haritaları kastetmiyorum elbet. Bir şeye “idari” eklendi mi büyüsü, tadı kaçıyor.
Farzımuhal Sular İdaresi deyince tahayyülün sapıyor; hayallerin dereden, ırmaktan çıkıyor, yerine borular, vanalar, santraller yerleşiyor anında… Göç İdaresi, Gelir İdaresi’ymiş, çağrışımı “İdare et işte”. Öğrenciyken Sosyal Bilimler Fakültesi’nde boy pos gösteren Sosyoloji, sonradan “Sosyal ve İdari Bilimler”e iliştirilince hüzünlenmiştik mesela. Meslek şovenizmi değildi inanın… Toplamacı/toptancı zihniyetlere inceden hüzünlenmek iyi gelirdi, gerekliydi o yaşlarda.
Oysa renkli, resimli, “öteki” haritalar öyle mi? Sınır tanımadan gezin dur, yaşına başına göre. Neresi başkasının hayali/haritası, neresi senin… Denizler mi dersin, dağlar, yaylalar, nehirler mi? Neresi gözünün, neresi dünyanın bir ucunda? Ama çoğu, kat yerinden yırtılmış, eski haritalar… Masanın üstüne yaydığın, sonradan katlayıp da kaldırdığın, unuttuğun, yırtık pırtık hayaller.
Dar zamanların şiirleri
Ne define haritası kaldı şimdi, ne de keşfedilmemiş bir yer… “Atlasları getirin! Tarih atlaslarını!” diyen şair öleli 20 yıl geçti. “En geniş zamanlı şiir”ler bile tarih oldu… Şiiri de azalıyor artık adanın, hatta karikatürleri bile demode. Ne diyeceksin, “Yort savul!” tabii.
En geniş zamanlı şiirler… Köyün en güzel, en zengin kızına, onca yoksulluğuyla gerçekleştirebileceğini sandığı tek armağanı vaat eden, “Bekle beni… Sana dünyanın en güzel aşk şiirini yazacağım” diyerek gurbet yollarına düşen (çünkü o küçük köyde o şiiri bulamazsın) “Old Gringo”lar da eski filmlerde kaldı. Orada öldü… Ama ziyaretime geliyor arada.
Çoğu insanın hayallerine, düşlerine, efsanelerine sızan adanın, o dönemde haritalara bile öylece, kenar süsü, “mahalin/mahallenin yakışığı” misali kondurulması, bende bugünün “sıkıcılığı”na dair bir duygu, bir ipucu, belki de bir yanılsama yaratıyor. “İncelikler yüzünden”…
Titiz bir iş olması üzücü!
Pek itibar etmem ama anlık bir nostaljinin keyfiyle, hınzırlığıyla mırıldanma fırsatını kaçırmayacağım: “Artık güncel şehir efsanelerinin, hatta haritaların ve elbette “harita ressamlığı”nın bile eski tadı yok…” Kim dinler artık, babasını övgüyle, hevesle anlatan Turgut Uyar’ı: “Babam Harita Binbaşısıydı, çok iyi bir hattattı. Ankara’nın Lâtin alfabesiyle ilk sokak levhalarını, geceler boyu çalışarak ilk o yazmıştı. Seksenini aştığında, ölümünden on-onbeş gün öncesine kadar çalıştı ve her akşam içti rakısını…”
Göktürk de o hülyalı haritacılığa, yiten harita ressamlığına değiniyor: “Dünyamızın bütün denizlerinin aşağı yukarı karış karış bilindiği, haritacılığın da matematik hesaplara dayanan bir uzmanlık dalı haline geldiği çağımızda, gerçekte var olanlardan başka hiçbir ada haritalarda gösterilmiyor artık. Walter de la Mare, ‘Haritacılığın böylesine titiz bir iş haline gelmesi ne üzücü şey’ diyor bu konuda, coğrafyada da, harita ressamlığında da o eski şiirin kalmadığından yakınıyor!”
Göktürk, insanoğlunun yüzyıllardan beri, günlük yaşamının katı gerçekliğinden bunaldıkça, gönlündeki adanın mutlu yalnızlığına sığındığını söylüyor. Bunun da “yazın”ın en zengin kaynaklarından birisi olduğunu… Hatta bazı düşünürlerin özlemini duydukları örnek toplumu “açık denizler ortasında birer düşsel adada” kurduklarını… “Sancho Panza bile Don Quijote’nin ardında, efendisinin bir gün kendisine güzel bir ada bağışlayacağı umuduyla dolaşır.”
En güzel mânâsı: Isola…
Adanın her yanının suyla çevrili olması, doğal özellikleri, yazarda “kendine sağladığı anlatım olanakları” açısından da ilgi uyandırıyor: “Bu özelliklerin temelinde, bütün adaların paylaştığı, dışardan ayrılmışlık, kendiyle sınırlanmışlık gerçeği vardır. Bu sınırlanmışlık, ada içinde yaşayan insanın bilincinde birbirine hiç benzemeyen değişik tepkilere yol açabilir: yaşayan insanın gözünde dünyadan daha iyi bir yer de olabilir, daha kötü bir yer de olabilir.”
“Dışarı”daki kaos, şehrin temsil ettiği her türden izdiham, teoride yerini bir sadeliğe, “sessizliğe”, bir tür huzura, güvene bırakır. Belki de en önemlisi, Göktürk’ün vurguladığı “yaşamanın büyük bir yarış halinde sürdüğü dünyada hızla akan zamanın, adada eylemin sınırlanmasıyla duran zamana dönüşmesi, insana rahat bir soluk aldırtması”dır. “Citta slow (yavaş şehir)”un “Isola slow (yavaş ada)” versiyonu, hatta dibi diyebilirim herhalde. “Ada”nın en güzel kelimelendirildiği dil de galiba İtalyanca. Isola…
“Duran zaman”ın cazibesi
“Duran zaman, çevredeki her şeye, görünüşte bir cennet erinci kazandırabilir. Böylece, bu durumda insan bilinci adayı ‘dışarı’dan daha iyi bir yer olarak kavrar. Ama bilincin tepkisi tam tersi yönde de olabilir: ‘dışarı’nın sağladığı olanakların sonsuzluğunda, çok boyutlu bir yaşayışta, tedirginlik değil mutluluk bulan bir kimse, adanın sınırlı ortamında bir darlık, sıkışıklık, tutsaklık duygusuna kapılabilir; duran zaman da onun için bir can sıkıntısına dönüşür.”
Ada ve “duran zaman” deyince Edip Cansever’in sırası şimdi: “Kesiyoruz zamanı iki ucundan /yani biz -ada ile ben- /mor salkımla güvercin arası bir saatteyiz /sözleşip ayrılıyoruz oracıkta /o bir başına kalıyor -ada- /ben bir başıma.” İnziva öyledir, bir tek doğaya tahammül eder, onu ister yanında. Hatta bazen o bile…
Duran zamanı farklı hâlleri, kesitleriyle yaşayabiliyor insan. Bazen de yaşadığı birbirinin aynı günler, o yeknesaklık, günü uzatır, durdurur gibi olsa da toplamında hız rekorları kırıyor. Yitiriyor şiirini… Haftalar güne, aylar haftaya, yıllar iki mevsime dönüşüyor. Ray(ının) üstünde hızla giden ama kompartımanın perdeleri kapalıysa -sana göre- duran zaman… Yahut bulutların üzerindeki uçağın yolcusu.
Ama bir “Ada”dasın nihayetinde… Okuduğun, dinlediğin “Adalı hikâyeler”le öyle, dört tarafı suyla çevrili hayallerle, düşlerle gelmişsin oraya. Durup duruyorsun işte, orada… Küçük bir çocuk başını kaldırıyor adada, “Baba bak, uçak geçiyor!” diyor. Babası okşuyor başını: “Elleme geçsin…”
Haritada isim bulmaca
Nerede olursan ol, bahar yine geliyor: “Beş mayısı altı mayısa bağlayan gece karaların ermişi Hızırla, denizlerin ermişi İlyas dünyanın bir yerinde buluşurlar. Eğer bir yıl buluşmayacak olsalar, denizler deniz, topraklar toprak olmaktan çıkar. Denizler dalgalanmaz, ışıklanmaz, balıklanmaz, renklenmez, kururlar. Topraklar çiçeklenmez, kuşlar, arılar uçmaz, ekinler yeşermez, sular akmaz, yağmurlar yağmaz, tekmil yaratık doğurmaz. Hızırla İlyas’ın buluştuğu an, biri mağripten, birisi de maşrıktan kopup gelen iki yıldız gökyüzünün ortasında tokuşur, birleşirler. Gök daha arı, daha başka mavilenir. Yıldızlar daha irileşir, daha parlaklaşırlar. Birleşip ışık olurlar, yeryüzünün üstüne top top sağılırlar.” (²) Haritalar, haritalarda olan-olmayan adalar da insana öyle geliyor bazen. Üzerine parmağını, dikkatini, hevesini, umudunu, dileğini koyduğun an Hıdırellez…
Hayallerinin ayarı kaymazsa, bir oyun da Ada… Çocukken bilhassa sınıfta oynadığımız bir oyunu hatırlatıyor bana. Oyunları sınıfta, atlasla, kitapla, kâğıt-kalemle, isim-şehir-hayvan-bitki vs. ile oynarsan, yakalandığımızda “Ama hocam…”ın şeklen tedrisî bir bahanesi olacağını düşünüyorduk herhalde.
Haritada isim bulmaca… Atlasları açardık, yanımızdakinin haritadan seçtiğimiz bir şehrin, dağın, ırmağın ya da ülkenin ismini, kısacası haritanın karmaşık yüzeyindeki herhangi bir ismi bulmasını isterdik. Genellikle karınca duası gibi yazılmış, haritadaki coğrafî eğreltinin, engebenin kuytusuna bukalemun gibi sinmiş isimler seçilirdi.
Asıl ustalığı Poe anlatıyor
Ustalığın, maharetin, şeytanlığın orada gizli olmadığını yıllar sonra Edgar Allan Poe’nun “Çalınan Hikâye” öyküsünden öğrendim: “Oyunda acemi olanlar genellikle rakiplerinin işini zorlaştırmak için onlara en küçük harflerle yazılmış adları vermeye çalışır. Ama ustalar büyük puntoyla yazılmış, haritanın bir ucundan diğerine uzanan sözcükleri seçer. Bunlar, tıpkı sokaklardaki dev puntolu harflerle yazılmış tabelalar ve ilanlar gibi, fazla bariz oldukları için dikkat çekmez. Burada da fiziksel ve zihinsel dikkatsizlikler arasında bir paralellik vardır. İnsan aklı da fazla açık ve belirgin fikirleri gözden kaçırır.”
Belki de insan Ada’yı, orada hiçbir şeyi, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmayacağı, değerini bileceği düşüncesiyle, özlemiyle seçiyor yahut öyle hayal ediyor. Ama “ıssız ada” fantezisi, gizemi yok artık. Filmlerde bile “Issız Ada”nın yerini uzay, taralel/paralel evrenler, uysa da, uymasa da o bahtsız yorumuyla derin mânâsı tarumar, yerle yeksan olan “Issız Adam”lar alıyor artık. Ne yapalım, olsun, var ya bir “ada”; belki uzakta ama haritası tam içinde…
BİR FİLM/BİR ADA
ŞİİR KALIR ADAYA…
Isola… O İtalyanca mânâsının yanına bir ada, bir sürgün filmiyle Il Postino (Postacı) ilişiyor hayalimde. Ve o adada, sürgündeki Pablo Neruda’nın Türkiyelileştirilmiş dizeleri: “Bu ada fırdolayı, /Allahına deniz be. /Coşar kendiliğinden, /Dakkası bel’olmaz.” Ardından adada, denizde, gökyüzünde rüzgârın bir at gibi, dörtnala koştuğunu, onu bulup götürmek için dünyayı dolaştığını anlatıyor: Sadece o gece için götürse, yeter… “Bir gün rüzgâr adayı şiire boyuyor”, adanın Postacısı, şair Haydar Ergülen’in “Yeşim Cimcoz Yazıevi Şiir Atölyesi”nde yaptığı çalışmaya uğruyor ve o filmi izledikten sonra Dilek Genel’in yazdığı dizelerde esiyor: “Şiir değil miydi? /Şairinde sürgün ada /Şair gider, sürgün biter. /Şiir kalır mıydı adaya?”
YAZI FOTOĞRAFI: SIRRI GÖÇEN.
(¹) Yaşar Kemal – Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana
(²) Yaşar Kemal – Binboğalar Efsanesi