Kumral saçları alnına düşmüş, yumuşak ama bir o kadar dik başlı. İstediği tarafa ayırmış kendini, bir düzeni yok. Düşürmüş yüzünü. Bembeyaz mermere benzeyen teni pürüzsüz. Elindeki deftere ne yazdığını çok merak ediyorum. Kalemi sürekli oynuyor, sayfanın sonu geldiğinde arka sayfaya geçiyor. Temiz bir sayfa açar gibi yazdıklarının izi çıkan sayfayı pas geçiyor. Sayfayı her çevirdiğinde beni daha da meraklandırıyor. Ne yazıyor ki bu kadar. Üstelik neden diz üstüne yazmıyor da deftere yazıyor. Onun yaşındakiler çoktan unuttu kağıdı kalemi.
Yeşil bir kalem seçmiş kendine. Sever yeşili. Kalemin ince ucu kayar gibi ilerliyor. Tıkır tıkır yazıyor hiç teklemeden. Hayran seyrediyorum. İlgilenmiyormuş gibi yapıyorum.
Yazmaya devam ediyor ben yokmuşum gibi. O yazdıkça çiçek açan badem ağaçlarını, kiraz ağaçlarını, papatyaları, çimenleri görür gibi oluyorum. Uçuşan kırlangıçların kanatlarının hışırtısı sarıyor ortalığı. Kanatlar gökyüzünde yarışıyor kendi sesiyle. Kanatlar sesten hızlı.
Yazmaya başladığında suskun oturuyorum koltuğumda. Göç hazırlığı yapan kuşlar geçiyor gözlerimin önünden. Kumral başını defterinden kaldırıp bana baktığında, bilirim o yollar sarı sıcak yaza döner. Topraktan çıkan buğu usul usul karışır havaya, suya. Toprak kokar ortalık. Tozlu yollarda az önce oradan geçen birinin ayak izleri silinir. Uzaktan bir yerden bir yusufçuk kuşunun sesi duyulur. Ben onu her duyduğumda çocukluğumun şehrine dönerim. Bir çeşit ışınlanma. Uzay zaman çizgisinde bir yolculuk. Bir bakmışım ordayım. O iç avluda. Dünyanın çok büyük ve büyülü bir yer olduğunu sandığım zamanlarda dururum.
O kumral baş arkasını gül ağacına dönmüş, incecik bacaklarını bağdaş yapmış divanda oturuyor olur. Saçları alnına düşmüş. Parmaklarında mürekkep izleri. Defteri masada. Masada taze ceviz. Demek ilkbahar. Parlak kaplı kitaplar bir de. İri gözlü güzel çocuklar resmedilmiş kitabın çıkartılabilir kabına.
Ciltlenmiş, üzerine altın yaldızla isimleri yazılmış. Kitabın adı, yazarın adı, sahibinin adı. Babası ciltletmiş çarşıda. Hevesle beklemiş. Beklerken kendi romanını yazmış sayfalar dolusu. Yusufçuğun sesini dinlemiş. Sığırcıklar bir konmuş bir kalkmışlar ağaçlara. Kalemini uzatıp bir yol çiziyor onlara. Kuşlar yola gelmiyor. Yoldan çıkmak için aslında kuşlar. Bu dünyada kafese kapatılmazsa eğer bildiğinden şaşmayan, adres sormayan kuşlar uçuşu mavilerde. Kumral başı gökyüzüne bakıyor. İyice geriye atıyor başını. Bir sağa bir sola. Bir şarkı çalıyor radyoda.
Evin önündeki arktan şırıl şırıl akıyor su. Buz gibi su. Ayağını soksan donar, öyle. Evlerin önünden geçen su kentin yola gelmiş deresi, minik çok minik bir ırmak. Çağlamayan. Karpuzlar sallandırılır bu soğuk suya. Gazozlar sonra. Kumral saçlar yaz sıcağında, toprak inim inim inlerken susuzluktan o arktan akan suya atar kendini. Soğuk su saçlarından aşağı süzülür. Saçında pırıl pırıl inciden damlalar. Bedeni yeniden dirilir. Islak ıslak oturur kenardaki taşa. Karpuzdan kocaman bir dilim verir birileri eline. Dirseklerinden suları akarken karpuzun ballı kırmızılığından kocaman bir ısırık alır, bir tane daha, bir tane daha. Isırık izleriyle dolu karpuz bir gün bir sergide bulabilir kendini. Yaşanmışlığın acısını ve zevkini tarif etmek için bir ucundan asılı sallanır sanatseverlerin karşısında. Ev kek kokar sonra. Patates kızartması yuvarlak kesilmiş. Köfteler elim kadar. Sıradan değil kuru köfteler. Evde çekilmiş kıyma makinesinde. Kasapların eti işlemeden sattıkları yıllardan. Vejeteryanlar daha yokken. Biz daha onları duymamışken. Annem et yemem için bana ısrar etmezken. Sanki eskiden yermişim gibi. Karpuz peynir varken et yermişim gibi.
Çil basmış omuzlarını güneşten korumak için tülbentten bir şal atmış omuzlarına. Kırmızı saçlıların kaderinde çil var. Güneş yükseldikçe kırlangıçların arasından onun elinde, ama en çok yüzünde ve elbette omuzlarında çiller çoğalırdı birer birer. Saymakla bitmez. Üzülür, sarardım soldum, yüzüme bakılmaz oldu, der. Onun sadece o güzel sesi geçmeseydi bana da o çiller, o kırmızı saçlar da miras kalsaydı.
Yokuşların ve çiçeklerin şehrinde en ilginç yer neresi diye sorsalar pazarı derim bir de müzesi. Müzeler insanlığın oturma odası çünkü. Neyi var neyi yok sergilerler. Gelinlik kızların çeyizini sergilediği evlere benzer. Ah bir de o mumya olmasa. Kupkuru bedeniyle uzanmış yatarken yatağında. Kırmızı saçları upuzun.
Müzenin bahçesindeki kırlangıç yuvası en sevdiğim şey. Milattan önceden beridir orada, yavrular hep aç. Azıcık biti kanlandı mı ağaçların, çiçeklerin üzerinde başlarlar uçmaya, arklara pike yaparlar. Sonra Pazar yerine düşer yolumuz. Kiralık eşeklerle taşınır nevale. Eşeklerin iki yanından sarkan heybeler dolusu meyve, sebze. Arada bir de dağlardan toplanmış anemon çiçekleri. Pazar yerinin orta yerinde hamam. Eşekler kapıya bağlanır, eşekçi bir sigara yakıp bekler kaldırımın üstüne oturup. İçeriye girme. Sakın. O uzun kırmızı saçlı kadın mermer kurnanın başında su dökünür başından aşağıya. Analarının bacakları arasına kıstırılmış çocuklar çığlık çığlık. Kaynar sular dökülür başından aşağıya. Arınır, paklanır. Kuş gibi çarpar yürekleri çocukların. Kırlangıç mı o hamamın tepesindeki delikten içeriye hücum eden. Çocukların kıymetini bilmeyenlerden alıp kaçıracak olurlar. Göç yollarına düzülme vakti geldiğinde yanlarında kumral saçlı çocuğu götürecekler. Kim bilir. Çırpı kollarıyla analarına sarılırlar, daha çok. Çoktan az sarılanlar büyüdüklerinde aynı evlerde otururlar. Aynı mahallede, aynı masada, aynı şarkıları dinlerler. Saçları beyazladıkça unuturlar. Kırlangıçları, mumyayı, eşekleri, gazozları, karpuzları…
*
Kumral saçlarını alnından geriye doğru atınca gözleri çıkar ortaya. Kocaman, berrak, billur gibi. Kalemin yeşili Toroslarda beş insan boyundaki ağaçlardan çalar rengini. Yazdıkça rengi solar. Güz bir çeşit. Sararır. Bir tomar kağıt birikir masada. Ona baktıkça içimde bir şey kımıldar, evden adımını atmadan daha dünyayı dolaşıp getirir masaya koyar. Bir de yola çıktığında gör sen onu. Konuşmaya başladığında hızına yetişemezsin, kalemi gibi sözcükleri de hızlı. Korkusuz. Ben ne kadar korkuyordum oysa. Annemin çilleri en çok ellerini bastığında ve büyüdüğünde, yüzü kırıştığında, bedeni eğildiğinde, o müzeye gidecek, o yatağa yatacak sanırdım. O kırmızı saçlı mumya annem olacak.
Benim saçlarım hiç uzamadı, hiç uzatmadım. Toprağa rengini veren benim saçlarım olacaksa eğer siyah güller açsın istedim. Olmadı. Güller açmadan soldu tarih önümden akıp giderken. Yusufçuk bir daha hiç öyle bağırmadı. Sesi şehrin gürültüsünde kayboldu, geçmişten gelen yankısı bile duyulmadı.
Bir nesil öyle geçti.
Bahçedeki masada yazarken kumral saçlarını toplamış, bir kalemle, her tarafından dökülen bir topuz yapmış. Dağınık. O yazdıkça benim uykularım yumuşamış. Rüyalarım çoğalmış.
Okur musun diye sormasını beklerken saçlarım uzamış. Sonbahar güneşinin rüzgarla bir ruhumuzu okşadığı akşam vaktinde, bir kayık tabakta karpuzları dilimleyip bırakıyorum önüne. Kan kırmızı karpuzu gördüğünde kırlangıçlar yurtlarını terk edip giden Teneyliler, Hurpiştelilerin peşinde kanat çırparlar. Gölgeler karışır toprağa, suya. Buğu yükselir yeniden yeniden yok olur ayak izleri.
*
Kumral saçları asi, olmuş olanı ama hatırlanmayanı yazıyor durmadan. Aklımda kalandan çok şey biliyor. Kırmızı saçları toprağa yayılan kadınları, çocuk çığlıklarını, akan suları, mezar taşlarını yazıyor. Benim kızım o, benden daha bilge, daha insan.
Dudaklarımda bir fısıltı, bir nefes…
Yaz daha çok yaz…
Anlat durmadan hatırlanmayanı.