Erman Toroğlu, televizyonda Cem Yılmaz’la muhabbette:
CY: Ben hiç futboldan anlamıyorum usta. Onun için kesinlikle çok iyi anlaşıcaz. Sen de anlamıyorsun oyundan, o yüzden anlaşıcaz demiyorum da…
ET: Ama senden iyi hakem olurmuş.
CY: Valla mı?
ET: Onlar da anlamıyorlar çünkü.
CY: Hiçbiri mi anlamıyor şu anda?
ET: Şenol Güneş fena değil. O da sana yakın.
Girin internete, Şenol Güneş’in işini, düşüncesini ve yeteneklerini değil de işte bu tarzda doğrudan kişiliğini (sık sık da kişisel tercihlerini) hedef alan çok sayıda malzemeye rastlayacaksınız.
Türkiye’yi tanımayan biri, ülkenin milli futbol takımını çalıştıran teknik direktörler arasında gelmiş geçmiş en iyi istatistiklere sahip olanının futbol bilgisine ilişkin olarak yazılıp çizilenleri okusa, acaba Türkler hakkında nasıl bir kanaate ulaşırdı? Futbol yazarı Ahmet Çakır, Türkiye’nin Şenol Güneş’in teknik direktörlüğünde dünya üçüncüsü olduğu yıl şöyle yazmıştı:
“Aradan 10 yıl geçip bu tartışmaları biri incelediğinde şaşkınlığa uğrayacak. Bakacak ki, futbol tarihimizin en parlak bilançosunu elde etmiş adam, en adi en aşağılık saldırılarla muhatap olmuş. Ama, bu memlekette böyle şeyler oluyor.”
Bunu, şununla kıyaslayın: Polonya Futbol Federasyonu, 1974’te ülkesinin milli takımını dünya üçüncülüğüne taşıyan teknik direktör Kazimierz Gorski’yi bütün turnuvalara götürüp alkışlatma kararı almıştı…
Orası da ülke, burası da ülke, peki bu fark nereden kaynaklanıyor? Nasıl oluyor da dünya üçüncüsü takımın başındaki kişi, toplumun geniş bir kesiminde nefret objesi haline gelebiliyor? Futbol kamuoyunda neden bir “Şenol Güneş nefreti” var? Bu nefret salt futbol çerçevesinde kalınarak anlaşılabilir mi? Sanırım benim gibi birçoğunuz da bu soruların cevabını merak ediyorsunuz… Bu varsayımım doğruysa, Şenol Güneş portresinin yukarıdaki sorulara cevap çabasının etrafında örülmesine de bir itirazınız olmayacak demektir. Öyleyse, başlayalım…
Bir “taşra nefreti” olarak “Şenol Güneş” nefreti…
Ben, “Şenol Güneş nefreti”nin Türkiye’deki “taşra nefreti”nin futbol alanındaki tezahüründen başka bir şey olmadığı kanaatindeyim. Taşra nefreti, taşranın taşradan taşmasıyla başladı ve günümüzde de bütün şiddetiyle sürüyor. Tabii bu nefretin günümüzdeki akıl dışı boyutlara ulaşması için birkaç aşamadan geçmemiz gerekti. 1960’lar, 70’ler, 80’ler boyunca başta İstanbul olmak üzere büyük kentlere akan köy ve kasabalılar, “biz”e değmeden yaşadıkları sürece fazla bir sorun teşkil etmediler. Bunun en güzel göstergesi, başı kapalı kadınlara yönelik bir öfkenin o yıllarda ortaya çıkmamasıydı. Çünkü o zamanlar da vardılar fakat evlerimizde temizlikçi, okullarda ve işyerlerinde hizmetli olarak vardılar… Keza taşra erkekleri şehirdeydiler fakat henüz şehrin nimetlerinden bir şey talep ediyor değildiler… Ne zaman ki bunu talep etmeye başladılar, “biz”imle aynı caddeleri, sokakları, mekânları paylaşır oldular, işte o zaman külahlar değişti. Başı kapalı kızları üniversitelerde, okullarda, hastanelerde görmek istemediğimizi deklare ettik ve bunu zecrî tedbirlerle uyguladık. Davranışımızın gerekçesi “laiklik”ti ama gerçekte bunun altında “sınıf nefreti”nin yattığını bal gibi biliyorduk.
Nuriye Akman bir söyleşide Şenol Güneş’e bunu bodoslamadan sormuştu: “Bazı kesimlerin sizi Milli Takım antrenörlüğüne layık görmemelerinin sınıfsal bir açıklaması var mı?.. Taşradan gelmeniz, onların İstanbullu oluşu da bir etken mi?”
Şenol Güneş’in o söyleşide bu soruya ve başka söyleşilerde benzer sorulara verdiği cevaplar, bu derin öfkeyi onun taa içinde hissettiğini gösteriyor. Onun futbolcu olarak hiç buna benzer bir tepki ve öfkeyle karşılaşmadığının, fakat milli takımın lideri olduktan sonra bunlardan hiç kurtulmadığının altını özellikle çizmeliyim. Galiba futbol dünyasında futbolculuk, toplumsal hayatta evlerimizde, okullarda ve işyerlerinde çalışan başörtülü kadınlara tekabül ediyor. Ülke çapında bir futbol yöneticisi olmak da başörtülü öğretmenlere, memurlara, doktorlara…
Bakmayın siz “karizması yok, oturup kalkmasını bilmiyor, giyimden anlamıyor” sızlanmalarına… Hoş bunlar da belli bir sinirlilik yaratıyor, onu bazı gözlerde ve zihinlerde antipatik yapıyor ama asıl problem her zamanki gibi “kabul edilebilir” bir dindarlığın sınırlarında geziniyor olması… Kendi cümleleriyle şöyle bir dindarlık:
“Bizim işimiz futbol. Namazını kılıyorsa gitsin kılsın, başka bir şey yapıyorsa gitsin yapsın. Futbolcunun özgür olmasından yanayım. Dünya Kupası’nda, bulunduğumuz yer itibarıyla cuma namazı kılmak isteyen bir gruba, cami olmadığı için bir hoca gelmesinden niye rahatsız oluyor insan? Ama ben şimdi durup dururken, işimi bırakıp da camiye gidiyorsam o başka.”
İnsan tanımadığının düşmanıdır…
Geçenlerde bir arkadaşımla, nefret ettiği bir partiden ve o partinin nefret ettiği destekçilerinden konuşuyorduk… Laf döndü dolaştı, partinin mensubu olan ve arkadaşımın da hasbelkader tanıdığı birkaç kişiye geldi… Bu kişiler hakkındaki ortak kanaati, onların “pırıl pırıl” insanlar olduğu ve bu partiye hiç yakışmadıkları idi… Ben de ona, düşman bellediği hiç tanımadıklarının da böyle insanlara benzeme ihtimalinden söz ettim…
İnsanlar kendilerini ve çevrelerini işte böyle böyle çölleştiriyorlar… “Şenol Güneş nefreti”nden gözü hiçbir şey görmez hale gelen insanlar, onun iyi insanlığını da es geçiyorlar doğal olarak… Güneş’i çok iyi tanıyan ve internette hakkında çok sayıda makalesine rastladığım Hakan Kulaçoğlu neredeyse yalvarır gibi onun futbol adamlığını istediğimiz gibi eleştirmemizi, fakat insanlığına laf etmememizi telkin ediyor bize.
Onun insana duyduğu sevgi ve saygıyı gösteren, benim çok etkilendiğim bir anektodu sizinle paylaşayım (bunu hatırlayacaksınız, Aslı Ortakmaç’ın Güneş’le yaptığı söyleşiden, Güney Kore’deki teknik direktörlüğünün anlatıldığı bölümden aktarıyorum):
“’Yüzleri de isimleri de birbirine çok benziyordu. San- Yon, Çon-Yon, Lee- Yon ve sadece bir harfi değişik pek çok isim. Bu konuda daha önceki hocalar, futbolcularına uzun süre numaralarıyla seslenmeyi tercih ederken, tercümanı Sinan Ersoy, Şenol Hoca’nın bu sorunun üstesinden iki günde geldiğini söyledi. Bunun açıklamasını ise yine Güneş yaptı: ‘Çünkü isimler önemlidir. Dikkatimi buna verdim.’”
Fakat ne böyle incelikleri ne de Hrant Dink’in ailesine taziye ziyaretine gidişi ilgilendirdi futbol kamuoyunu… Varsa yoksa karizma eksikliği, kılığı kıyafeti…
Bir defasında “Futbolun da entelektüelleri olmalı, fakat yok” diye yakınmıştı. Hayalini kurduğu entelektüelin tarifini ise şöyle yapmıştı: “Aydın, insanların gözünün içine değil önüne ışık tutmalıdır…”
Ne yazık ki o entelektüeller yok henüz. Baksanıza, internet, gözüne ışık tutulmuş on binlerin Şenol Güneş’i aşağılama çabalarıyla dolu!