Ana SayfaYazarlarBir umudu büyütmeye çalışmak

Bir umudu büyütmeye çalışmak

 

Vatanseverliğin herkes için farklı bir tanımı ve ölçüleri olabilir. Benim için vatanını sevmenin ölçüsü, doğduğunuz, büyüdüğünüz ülkeyi ya da herhangi bir şekilde “vatanım” dediğiniz yeri ve orada yaşayan insanları sevmek ve o memlekette, yanında o insanlar olmadan, ana dilini konuşmadan yaşamanın “neredeyse” imkansız olduğunu düşünmektir. Hayatım boyunca karşıma çıkan birkaç tane yurtdışında yaşama ihtimalini, birkaç yıllığına bile olsa başka bir ülkede yaşama “fırsatı”nı fazla düşünmeme bile gerek kalmadan değerlendirmedim bu nedenle. Başkalarının bu yöndeki isteklerini tabii ki anlayabilirim ama göçmenlik, yani gönüllü, istekli olarak memleketten uzak yaşamak bana göre değil.

 

Şu “neredeyse” lafının açılması gerekiyor kuşkusuz. Vatanım dediğiniz yer, sevdikleriniz ve sizin için ufak tefek riskler taşıyorsa, vatansever bir insansanız, bu riskleri üstlenip yaşamaya devam edebilirsiniz. Ama ya “hayati” riskler taşıyorsa? Bu soruyu ciddi olarak düşünüp de “mülteci” ya da “sığınmacı” olma seçeneğini masaya koymayacak insan sayısının çok az olduğunu sanıyorum. İlk paragrafta çizdiğim çerçevede “vatansever” bir insan olarak, bu sefer, her türlü zorluğa rağmen, içim sızlasa bile, yollara düşerdim. Elimden geldiği kadar da, sevdiklerimi, vatanım bile olsa o “tehlikeli” ülkeden uzaklaştırmaya çalışırdım. Bundan hiçbir şüphem yok. Yani her ne kadar “göçmenlik” bana göre değilse de hayati bir tehlike söz konusu olduğunda “mültecilik” ya da “sığınmacılık” dışında bir seçenek bulunmasının ne kadar güç olduğunu tahmin edebiliyorum.

 

Yılbaşı akşamı Suriyelilerin Taksim’de kimilerine göre “coşkulu”, bana göre ise yaşama sevincinin ne kadar baskın bir şey olduğunu gösteren kutlamalarından bu kadar çok kişinin rahatsız olmasını anlamak çok zor. Her yerde yazılıp çiziliyor, kısacık bir kısmını, tekrarlamak zorunda hissediyorum kendimi:

 

Suriye’de iç savaş var, dolayısıyla herhangi bir bağımsızlık savaşıyla karşılaştırmanın hiçbir anlamı yok. Türkiye’de bu şekilde bir iç savaş olması durumunda, hayatınız ve yakınlarınızın hayatı pahasına, taraflardan birine destek vermeyi seçer miydiniz? Ya savaşın, özellikle de iç savaşın tamamen manasız olduğunu düşünüyorsanız? Hangi safta, kiminle ve hangi ülkeyle birlikte, kime karşı savaşırdınız? Malûm, Türkiye dahil olmak üzere bir çok ülke aynı coğrafyada kendi çıkarlarını korumak için muhaliflerle, rejim güçleriyle ya da başka gruplarla işbirliği yapıyor. Sivil bir insan, bu ortamda kendisini nasıl konumlandırabilir? Her Türkün asker doğduğundan gereksiz yere eminsiniz belki ama her Suriyelinin de mi asker doğması gerekiyor? Yaşamaya tutunmanın, küçük de olsa bir umudu büyütmeye çalışmanın ne kadar insani bir şey olduğunu anlamakta neden bu kadar zorlanıyorsunuz?

 

Berat Özipek’in “Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar-Ayrımcılık, İslamofobi, Entegrasyon ve Ötesi” adlı kitabını okuyorum bugünlerde. Başta Avrupa’da olmak üzere dünyanın değişik bölgelerinde yabancılara, göçmenlere, mültecilere ve sığınmacılara, özel olarak da Müslümanlara yönelik “ırkçılık” ve “ayrımcılık” hakkında yazılmış bir kılavuz niteliğinde bu kitap.

 

Benim genellikle İngilizce olarak karşılaştığım bir kitap türü var: “Comparative Religion for Dummies” ya da “Feminism for Idiots” gibi başlıkları olan kitaplar bunlar. Hiçbir kafa karışıklığına girmeksizin, algılama güçlüğü çeken (“dummy” ya da “idiot” için bu lafı uygun gördüm) birinin değilse de, bir yeni yetmenin işin özünün ne olduğunu dolayımsız olarak anlamasına yönelik yazılırlar. Arada çok kötüleriyle de karşılaştım, ama bazılarını çok da faydalı bulduğumu itiraf etmem gerek. İşte Berat Özipek’in bir el kılavuzunu andıran bu kitabı da aynı şekilde dolayımsız, kısa ve öz ifadelerle, insanın kafasındaki taşların oturmasına yarayan bir kitap olmuş. “Algılama Güçlüğü Çekenler İçin Irkçılık ve Ayrımcılık”.

 

Kitap doğrudan Türkiye’deki Suriyelilerle ilgili değil aslında ama çok rahat burada yaşananları anlamak için de kullanılabilir. Ya da Türkiye’deki Suriyeliler için aynı şablon kullanılarak kısa bir çalışma sonucunda yeni bir kılavuz yazılabilir. Çünkü daha ilerisine gitmemize gerek yok, “ama”larla açıklamamıza gerek yok. Yalan olduğu defalarca bize açıklanan bilgileri ısrarla doğru kabul ederek ırkçılık sınırlarımızı zorlamamıza da gerek yok. İstatistikleri yok saymamız, kendi hislerimizden çıkardığımız istatistikleri geçerli kabul etmemiz şu gerçeği değiştirmiyor: Türkiye’de yaşamaya çalışan 4 milyona yakın Suriyeli insana ırkçılık ve ayrımcılık uygulanmasının “meşru” bulunduğu geniş bir zemin ile karşı karşıyayız.

 

Batıda Müslümanlar, göçmenler ve sığınmacılarla ilgili ayrımcılık, ırkçılık yapmak ne kadar meşruysa, Türkiye’de Suriyelilerle ilgili yapılanlar da o kadar meşru. Aradaki tek fark, ırkçı söylemlerin Türkiye’de birbirine zıt bile olabilen farklı ideolojiler tarafından oluşturulabilmesi. Kendisine solcu diyenler de, sağcı diyenler de, milliyetçiler de, ulusalcılar da bu söylemi farklı gerekçelerle kullanabiliyorlar.

 

Ama, buna benzer şekilde, farklı kesimlerden bu ırkçı söyleme karşı çıkıldığını da söyleyebiliriz. Yine Avrupa’daki göçmen, mülteci ve sığınmacı karşıtlığı üzerine de olsa, Türkiye’deki Suriyeliler için de büyük anlam ifade edebilecek bir önemli çalışma mesela, yüreğimize su serpebilir: Banu Cennetoğlu’nun “Liste”si.

 

Banu Cennetoğlu fotoğraf, yerleştirme ve basılı malzeme kullanılan işler üreten bir sanatçı. “Liste” çalışmasında, 1992’den beri Avrupa Birliği sınırlarından geçmeye çalışırken hayatını kaybeden ve mezarı bile olmayan insanların sivil toplum kuruluşları tarafından tutulan ve kişisel çabalarıyla takip etmeye çalıştığı listesini çıkarıyor ve bu verileri kamuya açık alanlarda sergileyerek görünür hale gelmesini amaçlıyor. “Liste”, 2018 Liverpool Bienaline kadar, Yunanistan, Bulgaristan, ABD, Almanya, İsviçre, İtalya ve Türkiye’de kamuyla paylaşılmış, 20 Haziran 2018 tarihinde Guardian gazetesi eki olarak dağıtılmış. 2018 yılı başlarında Liverpool Bienali kapsamında bir caddede 280 metrelik bir duvara yerleştirildiğinde 34.361 kişi listelenmiş. Üstelik sadece resmi veriler kullanılarak. Ölüm sayısının çok daha fazla olabileceği tahmin ediliyor.

 

Sadece ölüm tarihleri, (bilinebildiği kadar) isimleri, cinsiyetleri ve yaşları, nereli oldukları ve ölüm nedenleri… Upuzun ve dümdüz bir “excel” listesi. Hiçbir süsleme yok. Konunun dramatikliğinin önüne hiçbir şeyin geçmesine izin verilmemiş. Çalışma, Avrupa’da uygulanan göçmen, mülteci ve sığınmacı politikalarına ve uygulamalarına ithaf edilmiş.

 

Kime karşı olursa olsun ırkçılık ve ayrımcılık konusunu her iki örnekte değindiğim gibi “ama’sız” açığa çıkaran herkese en azından büyük bir teşekkür borcumuz var. Onlar sayesinde, Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde, yerlerinden yurtlarından uzaklaşmak zorunda kalan insanlarla empati kurmamanın “meşruiyet” zemini sarsılıyor. Yakın dünya tarihi ırkçılıktan ve ayrımcılıktan kaynaklanan büyük felaketlerle dolup taşarken, herhangi bir coğrafyada doğmuş olmak gibi anlaşılmaz nedenlerden dolayı,  insanların yaşama haklarının bile açıkça hafife alınması, kimseye normal gelmemeli.

 

Berat Özipek’in, kitabın sonlarında söylediği şu sözler üzerine düşünmeliyiz:

 

“Rakel Dink’in muhteşem ifadesiyle “bir bebekten katil yaratan karanlığı” sorgulamalıyız. Her dönem kurbanları değişen nefretin kaynağını. İnsanlığın eski bir hastalığının bugünkü yeni tezahür biçimini.

Bu zor bir iş ve nasıl yapılacağını da bilmiyorum. Ama sanıyorum, en azından o ırmağa nefret dökmeyi özendirmeyecek, dökenin aramızda yeri olmadığını bilmesini sağlayacak bir ahlakı aramızda tesis edebiliriz.”

 

 

 

–           

 

 

 

- Advertisment -