[23 Temmuz 2021] Kuzey Kore örneğinde en aşırı, en absürd hallerini görsek de, “dış” korkusu ve nefreti tabii çok daha yaygın bir fenomen. Kim Jong-un’un nice şanlı öncelleri var. Almanya’da 1933’te iktidara gelen Naziler, kültür alanını da mutlak tekelleri altına alma peşinde, 1937’de Münih’te, meşhur bir Dejenere Sanat (Entartete Kunst) sergisi düzenliyor. 112 sanatçının toplam 650 tablo, heykel veya baskısını yozlaşmışlığın örnekleri diye, alabildiğine aşağılayarak sunuyorlar. Genel olarak Modernizmi hedef alıyorlar. Modernizmin çoğulculuğuna ve deneysel özgürlüğüne karşı, “asıl Alman ruhu”nu temsil ettiği iddia edilen basmakalıp bir Klasisizmi öne çıkarıyorlar. Bu doğrultuda, düşmanlaştırdıkları eserleri (a) dine saldıranlar; (b) Yahudi sanatı; (c) Alman kadınları, çiftçileri ve askerlerine saldıranlar diye üç büyük grupta topluyorlar. Duvarlarda “Yahudi ırkının ruhu… Alman kadınlığına hakaret… işte onların ideali: geri zekâlı ve orospu… hasta kafalar… Yahudiliğin, doğaya dönüş diye Zencileri örnek alması…” konulu, aşağı yukarı bu mealde sloganlar yer alıyor.
Faşizm ve Nazizm yenildi diye, kökü kazındı mı bu fikriyatın? Ne gezer! 1945 sonrasında, İkinci Dünya savaşı yerini Soğuk Savaşa bırakırken yaşanan bazı gelişmeleri, yakın zamanda yayınlanan Dmitri Şostakoviç ve Halim Spatar (20 Temmuz 2021) yazımda şöyle anlatmıştım: “Stalin, sadık adamı, ‘sosyalist gerçekçilik’ teorisyeni Andrey Jdanov’u kültür ve sanat alanının başkomiserliğine yükseltmişti. Aynı zamanda son derece milliyetçiydi Jdanov; Lenin olsa, tipik bir Büyük Rus şovenisti derdi. Bu arada Soğuk Savaş başlamış; Jdanov dünyanın ‘emperyalist’ ve ‘demokrat’ diye ikiye ayrıldığı teorisini kurmuş; (İttihatçı ve Kemalist kuşaklara mensup Türk milliyetçileri için de bir küfür sözcüğü olan) ‘kozmopolitizmi’ hedef tahtasına oturtmuştu. Bu, kültür ve sanattaki bütün Batı etkilerini silip yerli ve millî Rus yapıtlarını öne çıkarmak anlamına geliyordu. Atlas Okyanusu’nun bir ucunda Senatör Joseph McCarthy ‘Amerikan aleyhtarı’ faaliyetlere karşı; diğer ucunda, SSCB’nin Rus Federe Cumhuriyeti’nin Yüce Sovyet Başkanı Andrey Jdanov ‘Rus olmayan’ sanat eserlerine karşı harekete geçmekteydi.” Benim için bu üçlü ortaklık çok önemli: Hitler, Stalin, McCarthy. Şimdi de dış dünya toptan şeytanlaştırıldığında ve “dış” olan her şey kötülenmek istendiğinde derhal uyanan hassasiyetlerimin, tüylerimin diken diken olmasının ardında, bu Yirminci Yüzyıl vatandaşlığım yatıyor.
Çok çok geniş bir perspektiften, denebilir ki çok derin kökleri var bu “dış” korkusunun. O nisbette de gerilere uzanıyor. Bir bakıma doğru. Belirli ölçüler içinde. Hemen bütün hayvanlarda ve ileri hayvanlarda, memelilerde, yırtıcılarda, primatlarda, maymunlarda (monkeys) ve kuyruksuz maymunlarda (apes) gözlenebilen bir davranış biçimi. Sürü halinde, kendi sürüsü içinde varolmak, beslenmek, korunmak ve çoğalmak — bırakalım diğer cins ve türleri – kendi cins ve türü içinde bile, sürü dışına karşı en azından ihtiyatlı bir şüphecilikle elele gidiyor. Bu güvensizlik, alan mücadelesinin kritik temas noktalarında düşmanlığa, kavgaya, öldürmeye açılabiliyor.
Hayvanlar âleminden, uzun değişim süreçleri sonucu başkalaşarak çıkageldiğimizden, benzer davranış biçimleri gerek hominin (insanımsı) atalarımızın, gerek son bir dalını oluşturduğumuz bütün Homo ailesinin, gerekse dünyada yakın akrabasız kalakalmış biz Homo sapiens’lerin de ortak özelliğini oluşturuyor. Milyonlarca yıl süren avcılık ve toplayıcılık (dahan titiz bir ifadeyle, leş yiyicilik, toplayıcılık ve avcılık) geçimliği (livelihood), zaten hayvan yaşantısının devamı. Henüz üretim (production) yok, sadece edinim (procurement) var. Bu zeminde, küçük avcı-toplayıcı gruplar, band’lar (bu antropolojik terimi “sürü” diye tercüme etmeyip aynen böyle kullanmak lâzım), sonra klan ve kabileler, emsallerine hep aynı ikirciklilikle bakıyor. En küçüğünden en büyüğüne, sözünü ettiğim bütün devlet-öncesi birimlerin ortak temeli, kandaşlık veya akrabalık. Tek bir ortak atanın soyundan geldiklerini kabul ediyorlar. Biyolojik anlamda yüzde yüz gerçek olsun olmasın, buna inanıyor ve kendilerini böyle tanımlıyorlar.
Bu, dile de yansıyor. Maddî ve sosyal gelişmelerden hareketle kendi evrimini yaşayarak karmaşıklaşan insan dili, kandaşlık ünitesine mensup olanlar ve olmayanlar için farklı kavram-sözcükler üretiyor. Meselâ İç Asya (bozkır) dillerinde jad, yad (yabancı) deyimi ortaya çıkıyor. Muadilleri bütün dillerde var. Bu vokabüler, bir bakıma “bizim” bilincimizde kimin insan olduğu ve olmadığının sınırlarını çiziyor. Bütün ethnonym’lerin (kavim adlarının) ilk anlamı we the people gibi bir şey: “biz, halk, insan.” Bilincin ve düşüncenin ilk şafağında, band’ın veya klanın mensupları kendilerini tanımlamak, kendilerinden söz edebilmek için böyle bir terim uyduruyor: Got. İnuit. Ari (Aryan). Türük (giderek Türk). Theut (giderek hem Töton, hem Deutsch, yani Alman). En eskide, hepsinin anlamı aynı; bir benlik-sözcüğü. Ancak zamanla, klan ve kabileler arasındaki ilişkilerin inişi ve çıkışına bağlı olarak, bazılarına (soyluluk, üstünlük vb) ek anlamlar yükleniyor.
Fakat bu gelişmeler aynı zamanda büyük bir genişleme anlamına geliyor. Akraba (benzer diller konuşan) kabileler birleşip federasyonlar, illâ akraba da olmayan kabile grupları birleşip konfederasyonlar oluşturuyor. Tarım ve tarımsal artı-ürün, nüfus artışı, toprağa yerleşme ve köyleşme, bu açıdan büyük bir eşik. İzolasyonun sona ermesi, birimlerin büyümesi ve birbiriyle ilişkiye geçmesi, yeryüzünün giderek insanlarla dolması ve toplulukları birbirine bağlayan network’ların yoğunlaşması süreçlerini hızlandırıyor. Kandaşlığın birleştiriciliğinin yerini bir kişinin otoritesine tâbiyetin birleştiriciliği, kabilenin yerini şeflik, reislik (chiefdom) alıyor. Derken karşımıza ilk devletler ve imparatorluklar çıkıyor.
Bunların hepsi, kapsamı giderek büyüyen insan ve insanlık tanımlarıyla elele gidiyor. Biyolojik evrim, ardından sosyal evrim ve sonra devletsiz toplumlardan devletli toplumlara geçiş süreçlerinde Homo sapiens, hep hayvan kalmıyor. Hayvanlık mirasından giderek sıyrılıyor. İnsan oluyor veya insanlığı derinleşiyor. Sadece kendi genos’unu (Yunanca) veya gens’ini (Latince), küçük kandaşlık grubunu değil, artık üzerinde oturduğu topraklarda ve bitişik topraklarda ve daha daha uzak topraklarda yaşayan herkesi az buçuk insan kabul ediyor. Hattâ hiç gitmediği diyarların hiç tanımadığı insanlarının varlığını tahayyül edebiliyor.
“Dış” korkusu ve buna bağlı ikileştirmeler, dikotomiler sona eriyor mu? Siyasî ve askerî anlamda, hayır. İlkçağ imparatorluklarının da etrafı düşmanlarla çevrili. Eşitsiz gelişim sonucu, bunlar genellikle henüz devlete geçmemiş topluluklar oluyor. Uygarlıkların çevresinde böyle kabile toplumu kuşakları teşekkül ediyor. Örneğin Çin ve Şyung-nu’lar (ve Türkler, Moğollar, Tatarlar ve sair bozkır kavimleri). Örneğin Roma ve Germenler. Örneğin İslâm halifeliği ve Maveraünnehir’deki Oğuz âlemi. “Barbar” kavramı bu karşılaşmalardan, bu encounter’lardan türüyor. Daha doğrusu, çeşitli dillerde barbar-uygar (medenî) anlamına gelen bütün kavram çiftleri bu karşılaşmadan türüyor. Sırf bir zıtlıktan mı ibaret? Çok daha karmaşık. Kâh savaşıyor kâh barışıyor, ticaret yapıyor, karşılıklı hediyeler yolluyor, hükümdar aileleri arasında evlilikler düzenliyor, biri diğerinin vasalı, uçbeyi kesiliyor, belirli bir anda kimin kazandığına göre kâh o yönde, kâh bu yönde haraç alıp veriyorlar.
Asıl önemlisi, ideolojik ve kültürel anlamda bir “dış” korkusu göremiyoruz, bu erken kara devletleri ve imparatorluklarında. Hükümdara itaat edildiği, kanun ve nizam bozulmadığı, kuşatılan şehirler teslim olduğu, içerde vergi-rant ve dışarda haraç düzenli ödendiği, kimse isyana kalkışmadığı sürece sorun yok. Çünkü bunların dışında ve üzerinde, “dış”la ilişki sonucu yitirileceğinden korkulan özel bir kimlik söz konusu değil. Çoktanrılılık da (polytheism) buna elverişli. Zira biricik doğru tanrı kavramı mevcut değil. Mısır, Mezopotamya, Germen, Slav, Yunan, Roma panteon’larınin hem her biri kendi içinde çoğul, hem de bu, birbirlerinin yatay eşdeğerliği ve meşruiyetini kabul etmelerini mümkün kılıyor. Çoktanrılılıkta ilâhî bir yaradan da yok, tanrı ve tanrıçaların insanları kurtarma çabaları da, dolayısıyla peygamberler de, kutsal kitaplar da. Ve tabii “benim dinim doğru, seninki yanlış” anlayışı olmayınca, misyonerlik de vücut bulmuyor. Çok uzun süre, kimse başka halklara elçi yollayıp din değiştirtmeye de kalkmıyor, konumuz açısından asıl önemlisi, başka inanç ve ibadet biçimlerinin kendi ülkesine girmesini engellemeye de. Diyelim Suriyeli bir tacir, gemisiyle kalkıp Atina’nın Pire (Piraeus) limanına geliyor. Hem kendi tanrı ve tanrıçalarına kurban kesip şükranlarını sunuyor. Hem de Akropolis’e çıkıp Parthenon’da kentin ana tanrıçası Athina’na adak adıyor, kurban kesiyor, hediyeler sunuyor, himayesini esirgememesini diliyor. Kimse de karışmıyor buna. Sınır (a) başkalarının ibadet yerlerinin, tapınaklarının, sunaklarının kirletilmemesinde; (b) Sokrates’in suçlandığı gibi, genel olarak tanrıların varlığına gölge düşürülmemesinde çiziliyor.
Bu çerçevede, İlkçağ devletleri de, imparatorlukları da, aralarındaki boşlukları dolduran kabile toplulukları da çoğu zaman eklektik bir açıklık içinde “dış”a karşı. İster savaş, ister göç, ister yağma ve talan, ister kervanlar, ister gemiler, ister dinî ziyaretler yoluyla gelen farklı teknik ve teknolojilere, metalurjiye, mimariye, sair kültür ve sanat örneklerine, bu arada yazıya ve özellikle alfabetik yazıya, hattâ inanç ve ibadet unsurlarına kapalı durmuyorlar. Tersine, etkileniyor ve kâh şunu kâh bunu alıyorlar. Zaten uygarlık böyle yayılıyor.
Bu tabloda fark zamanla, derece derece, (i) tektanrıcı dinlerle; (ii) modernite ile; (iii) milliyetçilikle ve ulus-devletlerle; (iv) ütopik-totaliter ideolojilerle; (iv) bu ideolojileri ve kimlik tanımlarını esas alan çağdaş diktatörlüklerle; (v) sonuçta, hepsinin kesişmesi ve üstüste binmesiyle oluşuyor.