Aptallar gemisi

 

Genellikle sıkıcı bulduğumuz sıradan hayatlarımızı bu kadar özleyeceğimiz aklımıza gelir miydi. Sırf meşgale olsun diye ürettiğimiz yapay nedenlerle yaptığımız öylesine yürümelerin, bir köşede kahve içip keyiflenmelerin ya da baharla uyanan parkların yeşilliğinde belki bir Zweig okumanın ne büyük zenginlikler olduğunu bu kadar bilir miydik. Salzburg’un aydınlık ve yeşil tepelerine benzeyen bir yer bulup Dünün Dünyası’nı okumak ne büyük bir zevk olurdu şimdi! 

 

İçinde gün ışığı dolu bir güne güvenle başlamanın umut dolu coşkusunun paha biçilemez özgürlüğünü ve bunun aslında son derece kolay ve yanı başımızda bir şey olduğunu hiç bu kadar yakından hissetmemiştik. Hayatın, herkes için eşit derecede acımasız, eşit derecede savunmasız ve eşit derecede anlamlı bir hediye olduğu gerçeğine hiç bu kadar inanmamış, ölüm karşısında hiç bu kadar korunaksız kalmamıştık. Dünyanın, onca teknolojik ilerlemesine ve insanlığın o büyük kibrine rağmen aslında bir “aptallar gemisi” olduğuna hiç bu kadar yakından tanık olmamıştık.

 

“Aptallar gemisi”, bu “gönüllü karantina” günlerinde izlediğim eski bir filmin adı. Kızgın damdaki Kedi ya da Yıldızı Olmayan Adam gibi izlediğim eski, unutulmaz filmlerden biri. İngilizcesiyle Ship of Fools. “Budalalar gemisi” diye çevirenler de var. Buradaki “fool” biraz enayi, biraz ahmak, biraz alık, biraz da bön demek aslında. Tek başına ne aptal ne de budala tam olarak karşılıyor.

 

Filmdeki aptallar, çoğunlukla, insanlara inanan, hassas kalpli, temiz vicdanlı ve tam da bu yüzden hayat karşısında daha savunmasız ve kaybetmeye daha yakın olan insanlar. Aldatılmaya yatkın, kandırılmaya açık ve saflar. Fakat, sadece onlar değil aptal olanlar. Gemideki herkes aptal!

 

Zalim, ırkçı, ezen, acımasız, hoppa, hafif ve entelektüeller de aptal; güzel, çekici, zengin, bilgili ve tecrübeli olanlar da. Saf ve temiz yürekli insanları ezerek ya da aldatarak, parayla satın alıp insanlıklarını esir alarak veya varlıklarını hiçe sayarak daha iyi bir dünya kurabileceklerini ve böylelikle mutluluğu bulabileceklerini  düşündükleri için. İnsanların kaybetmesi pahasına bu dünyanın kazananları olabileceklerini zannettikleri için. Kötülükten iyilik umabildikleri, kendi milletlerini başkalarından üstün zannettikleri, aynı gemide olmanın gerçekte ne anlama geldiğini anlayamayacak kadar gerçeklikten yoksun oldukları için ve de. Küçük zevklerine teslim oldukları ve dünyayı kendilerinden başkalarına yaşanamaz kıldıkları için.     

 

Bu arada, izleyiciler de aptal. İzleyicilerin de gemidekilerden farklı olmadıkları filmin açılış sahnesinde, cüce karakter Karl Glocken’in ağzından şöyle dökülüyor: “Merhaba, ben Karl Glocken ve bu da aptallar gemisi. Ben bir aptalım ve bu gemi de onlarla dolu. Özgürlüğünü eline almış hanımlar, sporcular, aşıklar, köpeğine aşık olanlar, erkekleri hoşnut eden kadınlar, her şeyi kabullenen Yahudiler, cüceler, her kesimden insan. Kimbilir, yeterince yakından bakarsanız yolcular arasında kendinizi de görebilirsiniz belki.”    

 

1965 yapımı film, 1933 yılında geçiyor. Yahudilere karşı yükselen ırkçılığın gelecekte ne büyük yıkımlara yol açacağının ilk hallerini, sıradan kötülüklerden ne büyük felaketler çıkabileceğini bir kez daha sorgulamamızı ve anlamamızı sağlıyor.

 

1933 yılında, Meksika’dan Almanya’ya giden bir gemi dolusu insan. Neşeli, kibar, kaba, romantik, duygusuz, mutlu, keyifsiz, düşünceli, eğlenceli her türden insanlar. Bir süre sonra gemi, şekerin başkenti Küba’ya uğruyor ve burada zorunlu olarak yüzlerce İspanyalı işçiyi almak zorunda kalıyor. İşçiler, dünyadaki düşen şeker fiyatlarına isyan edip bütün ekim alanlarını ateşe verince Küba hükümeti son bir görev olarak bu işçileri salimen ülkelerine yollamaya çalıştığı için ilk gelen gemi bu işi üstlenmek durumunda kalıyor.

 

İşçiler, alt güvertede nereyi bulurlarsa orada, üst üste alt alta yata otura yol alıyorlar. Umduklarını bulamamış, kızgın ve hastalar. Aralarında hamile kadınlar, isyankar kızgınlar ve üst güvertedeki “mutlu” insanlara büyük öfke duyanlar var. Umutsuz bir boşvermişliğin vurdumduymaz neşesi yankılanıyor boyuna. “Yukarı” kattaki ayrıcalıklı insanların bir kısmını fazlasıyla rahatsız ediyorlar. Üstleri başları pis ve perişan haldeler.

 

Sınıf farkları ve eşitsizlikler, en çok gemi yolculuklarında görünür oluyor sanki. Belki de bu bir yolculuktan çok hayatın taşınması olduğu için böyle biraz da. Gemiyle giden insanlar bütün hayatlarını yanlarına alıyorlar sanki. Yaşam olanca yoğunluğuyla devam ediyor daha görünür ve daha acımasız bir biçimde. Bir taraftan da hayatın yüklerinden kurtulan insanlarda kaçınılmaz bir “gemi romantizmi” baş gösteriyor.

 

Bu film olanca gerçekçiliğine rağmen oldukça da romantik bir film bu nedenle. Etkileyici sahneleri var. Etkileyicilikleri, çekim kalitesinden, oyunculuktan ve hatta, senaryonun dokunaklılığından kaynaklanmıyor. Tam tersine son derece basit bir çekim tekniği, basit bir sanat yönetimi, basit sahneler ama tıpkı eski film adları gibi konuşmalardan ve sözlerden geliyor sahnelerin etkileyiciliği. İçerikten ve içtenlikten geliyor. İnce, bilgece ve düşündürücü konuşmalar etkiliyor.

 

Bu sahnelerden birinde, her şeyini kaybeden, başına gelebilecek her türlü kötü şey gelmiş ve bütün sorumluluk duygularını kaybetmiş bir boşvermişlik halindeki varlıklı kadın Bayan Lowenthal, uyuyamadığı için çağırdığı gemi doktoruna, konuşmanın bir yerinde “Hiç uyku problemi çekmediğinizden eminim, bana sırrınızı söyleyin” diyor. Çünkü, doktor, oldukça ciddi ve disiplinli, hayatta her şeyi olması gerektiği gibi yapmışa benzeyen bir karakter. Doktor, kısa bir düşünceden sonra, “Temiz bir vicdan elbette!” diye cevap veriyor Alman kararlılığıyla. Kadınsa, “600 kişinin açık bir güvertede kaldığı bir gemide doktor olarak temiz bir vicdana sahip olmanız ne zarif bir sır” diye karşılık veriyor hafiften alaycı bir tonda.

 

Aslında, işçi bir aileden gelen ve geminin alt güvertesindeki işçilere belki de en yakın ve içten davranan kişi kendisi olmasına rağmen bu duyarlılığın içindeki kaçınılmaz sahtelik ya da zorunlu eşitsizlik “temiz vicdanı”nda küçük bir yara açıyor doktorun. Bunları anlatmıyor, söylemiyor ya da göstermiyor ama anlıyorsunuz. Eski filmler, tıpkı Charlie Chaplin filmleri gibi, sözlerin etkileyiciliği kadar sessizlikle de konuşuyor sanki. Daha doğrusu eski filmlerin tamamında biraz da Chaplin etkisi sinmiş gibi geliyor insana.

 

Doktor, filmin sonunda hayatın üzerine yüklediği mecburiyetler ve alışkanlıklardan sıyrılıp Bayan Lowenthal’ın peşinden gitmek istese de son bir kez daha içindeki kurallara boyun eğdiren korku galip geliyor ve gidemiyor. Kalbinin çoktan susturduğu sesine son bir kere daha kulak veremiyor. Sonrasında da o yıkılmaz, ciddi, ağırbaşlı ve kararlı, her şeyi olması gerektiği yapan güçlü karakter, intiharla cinnet karışımı bir halde ölüyor.

 

Aynı ikilinin bir başka diyaloğunda, kadın bu kez, hayat boyu arayıp bir türlü bulamadığı “masum sevgi”yi hissettiren ve kendisine iltifat edildiğinde yanakları kızaracak kadar masumiyetini koruyan doktora, kendi çocukluğundaki yaramazlıklarından bahsedip onun çocukluğunu soruyor. Doktorun cevabı, neden bir saf olduğunu anlatıyor: “Tam bir aptaldım. Herkesin söylediğine inanırdım. Büyük umutlarla ve inanılmaz derecede saflıkla doluydum.”

 

Bir başka sahnede, kendinden olmayanlarla yakın ilişki kurması istenmediği için tek kişilik masalara oturtulmuş ama bu durumu kabullenerek neşesinden taviz vermeyen, keyifli Yahudi tüccarın masasına Cüce gelip oturunca, adam, Yahudi olup olmadığını soruyor. Cüce, “Hayır, benim kendi azınlığım var” diye cevap veriyor. Tüccar, yine de “Yahudi olmadığından emin misin genellikle Yahudi olmayanları birlikte oturtmazlar, bu nasıl olur” dediğinde Cüce, her zamanki -tıpkı Yahudi tüccarda da olduğu gibi- hiçbir şeyi umursamayan tavrıyla, “İnsanlarla yakınlık kurma biçimleri bu şekilde galiba!” diye cevap veriyor.

 

Avusturya’nın Almanya sınırından, aksanıyla, tavrı ve davranışlarıyla çok da Almanlara benzemeyen, antisemistist Rieber’in Yahudiler aleyhine pervasızca savurduğu aşağılamalar ve gelecekte yapılması gerekenlere ilişkin ırkçı temennilerine iyi kalpli hiç kimse ihtimal vermiyor. İyi kalpli olmak ne kadar insanlara inanmakla ilgiliyse insanlık-dışı olana da bir o kadar inanmamayı, inanamamayı gerektiriyor çünkü. Anlatılanları kaba bir adamın kişisel hezeyanları gibi gördüklerinden ciddiye almıyorlar. Yahudi tüccar bile, bütün bunların asla gerçekleşemeyeceğine inanıyor çünkü üç kuşaktır Alman olan bu adam, kendisinin Rieber’den çok daha Alman olduğunu biliyor. “Almanya bizim için çok şey yaptı ve biz de onun için” diyor bir yerde: ”Alman Yahudileri çok farklıdır. Onlar için önce Almanya sonra Yahudilik gelir. Biz bir milyon Yahudiyiz Almanya’da. Ne yani hepimizi kesecek değiller ya!” diye de ekliyor keyfinden bir şey kaybetmeyerek.  

 

Uzun hayatı boyunca aradığını bulamayan, “ihtiyar gözlerinin ardında 16 yaşında bir kız çocuğu saklayan” güzel bayan Treadwell ise, açık bir gecede güvertede konuşurken “Keşke yıldızları benimle izleyecek biri olsaydı yanımda” dediğinde konuştuğu adam ona, “Oldukça romantik bir kadınsınız bayan Treadwell’ deyince, gülerek: “Hayatım boyunca bu bana engel oldu.” diyor. Yanındaki kişi, “Ne istemiştiniz hayattan da engel oldu bayan Treadwell?” diye sorunca: “İşe yarar bir hayat ve beni sonsuza kadar sevecek biri. Ne kadar da safmışım değil mi!” diye cevaplıyor. Adam: “Peki ne oldu?” diye soruyor bu kez ve Bayan Treadwell, “Yanlış adamı seçtim…Umut vadediyordu, çok yakışıklıydı. Görüntüsü çok aldatıcıydı.” diye cevaplıyor, aptallığıma doymayayım der gibi.

 

Kısacası, şu kasvetli günlerde izlenmeye değer bir şey arayanlar için, aptallıklarına doyamayanların anlatıldığı film, bu gibi pek çok etkileyici diyaloglar içeriyor ve aslında şunu hissettiriyor; her insan biraz saf ve aptaldır ama kendini daha akıllı, daha milliyetçi, daha vatansever, daha dindar, daha zengin, daha bilgili ve daha üstün görenler galiba daha aptal olanlar…Bu gibi insanlar, her ne kadar çoğunlukla daha belirleyici ve kazanan tarafta olsalar ve daha mutluyu oynasalar; saflığın ve vicdanın ancak kaybederek temiz kalabildiğini bilsek de yine de bir şey var ki içimizin derinliklerinde bizi kaybetmekten alıkoyamıyor: ve işte galiba tam da bunun adına insanlık deniyor!

 

 

 

      

 

 

- Advertisment -