Ana SayfaYazarlarDört adam, bir efsane (*)

Dört adam, bir efsane (*)

 

I

1952 yılının bir Şubat akşamında  Hal DeJulio, sıklıkla yaptığı gibi yakınlardaki bir lise maçına gitmeye karar verdi ve Oakland Lisesi’nin yolunu tuttu. Üniversiteyi bitireli üç yıl olmuştu; sigortacılık yapıyor ve iyi sayılabilecek bir para kazanıyordu. Ancak çok sevdiği basketboldan erken yaşta kopmuş olmak, onda bir gönül yarasıydı. 1949’da San Francisco Üniversitesi’ndeki son yılında, onun da yer aldığı takım, sonradan ün kazanacak koç Pete Newell’in yönetiminde NIT’i (National Invitational Tournament) kazanmıştı. Newell, başarıyı bir tramplen olarak kullandı ve California Üniversitesi’ne gitti. DeJulio mezun oldu ve basketbol oynamak için bulabildiği fırsatlar, Cumartesi-Pazar sabahları arkadaşlarıyla parktaki açık sahada buluştukları birkaç saatten ibaret hale geldi. O da hem mezun olduğu okula yardımcı olmak, hem de basketbolla haşır neşir olduğu zaman dilimini genişletebilmek için, yeni bir iş icat etti kendine… Lise maçlarını gidip yerinde izliyor, beğendiği oyuncuları San Francisco’nun yeni koçu Phil Woolpert’e söylüyordu.

 

O akşam niyeti, daha önce epeyce ismini duyduğu Oakland Lisesi pivotu Truman Bruce’u izleyebilmekti. Ayrıca rakip takım McClymonds’da da ele avuca sığmayan kısalar olduğu söyleniyordu. Maçta dakikalar ilerledikçe, DeJulio’nun dikkati tek bir oyuncu üzerinde toplanmaya başladı. McClymonds’da pivot oynayan, ince, uzun, dal gibi siyahi bir çocuk vardı. DeJulio kadrolara baktı ve çocuğun adının Bill Russell olduğunu öğrendi. O güne kadar hiç duymamıştı. Notlarını karıştırdı; çocuğun önceki haftalarda en iyi karmalara bile seçilememiş olduğunu gördü.

 

Tuhaf bir şey vardı bu çocukta… Topu alması, yere vurması, pas vermesi… Hepsi son derece sarsakça hareketler gibi görünüyordu. Ama hatâ da yapmıyordu. Hücumda hiçbir atışı yoktu neredeyse… Yalnızca çemberin altında topla buluştuğunda, uzanıp sayı bulabiliyordu. Bütün bunların yanında sahadaki diğer çocukların hiçbirinde olmayan inanılmaz bir atletik yeteneğe sahipti. Herkesten yükseğe sıçrıyor, ulaşılmaz gibi görünen topları havadan tek tek topluyor, koşmaya başladığında sahayı dev adımlarla birkaç saniye içinde eritiveriyordu. O gün Russell sadece 14 sayı attı. Fakat bunların 6’sı takımının maçtaki son sayılarıydı ve kazanmalarına büyük ölçüde yardımcı olmuştu. DeJulio, maçtan sonra McClymonds’un koçu George Powles ile konuştu:

– Nasıl bir çocuk bu, akıllı mı?

– Çok akıllı.

– Sence kolej seviyesinde oynayabilir mi?

– Bilemem, daha yeni başladı. Gitmesi gereken çok yolu var.

 

II

Powles doğru söylüyordu… Bu ince uzun oğlanı okulda görüp de ilk kez basketbol antrenmanlarına çağırmasının üzerinden henüz bir buçuk yıl bile geçmemişti. Russell, dersleri pek iyi olmayan, sessiz, içine kapanık bir delikanlıydı. Bunun sebebi, henüz 12 yaşındayken annesini kaybetmiş olmasıydı. Kamyon şoförlüğü yapan baba, güneydeki ırkçılıktan yıldığı için ailesini Louisiana’dan California’ya taşımış, o dönemde hızla büyüyen Oakland’da iş bulmuş ama güzel günler uzun sürmemişti. Bill ve ağabeyi Charlie, annelerini böbrek yetmezliği denen illete kayıp verdikten sonra, babaları işteyken evin sorumluluklarını paylaşıyordu. Bu da sokakta oynamaya bayılan Bill’in, derslere ve ödevlere daha az zaman ayırması anlamına geliyordu.

 

O sıralar lise ikinci sınıfların takımını çalıştıran Powles, boyu 1.95 civarında olan bu çocuğu birkaç antrenmanda denedikten sonra, on altıncı adam olarak kadrosuna aldı. Henüz doğru dürüst turnike atmasını bile bilmeyen Russell, on beş tane forması olan takımda bench’in en sonunda oturuyor, oyuna girdiği nadir anlarda bir formayı arkadaşıyla paylaşıyordu.

 

McClymonds, Oakland’da genelde siyahi ve Meksikalı göçmen ailelerin çocuklarının gittiği, fakir bir liseydi. Beyaz öğrenciler azınlıktaydı. Okul, San Francisco, Oakland, San Jose ve Alameda gibi şehirlerin olduğu Bay Area liginde sadece altı takımın yer aldığı bir grupta mücadele ediyor, parasızlıktan başka gruplardaki takımlarla maç organize etmekte zorlanıyor ve sezonu pek az maçla tamamlıyordu. Ayrıca, spor yazarlarının ve koçların oylarıyla belirlenen haftalık, aylık ve sezonluk başarı listelerinde çoğunlukla beyaz sporcular tercih edildiği için, McClymonds oyuncularını kimse tanımıyordu. DeJulio’nun Bill Russell ismine daha önce hiçbir yerde rastlamamış olması bu yüzdendi.

 

Ertesi yıl Powles terfi etti ve lise sonların ağırlıkta olduğu asıl okul takımını çalıştırmaya başladı. Russell da yazın boş durmamış, sürekli basketbol oynamıştı ama hâlâ oyunu iyi bildiği söylenemezdi. Şut atmayı beceremiyor, topu olduğu yerde bir-iki kez yere vurduktan sonra, en yakındaki arkadaşına verip sahanın boş bir köşesine doğru koşuyordu. Powles, onu okul takımı antrenmanlarına çağırdı. Russell “Koç, ben daha lise ikinci sınıfların takımında bile oynayacak durumda değilim. Oradaki çocukların hepsi benden daha iyi. Boşu boşuna gelmeyeyim” cevabını verdi. Koç Powles, elini o yaz biraz daha uzamış olan delikanlının omzuna koydu ve ona ömrü boyunca unutmayacağı bir şey söyledi:

“Bak evlat, eğer bir başkasının senden daha iyi olduğunu düşünüyorsan hiçbir zaman onu geçemezsin.”

 

Powles’un sürekli ısrarı, Russell’a güven vermesi, en küçük bir hareketi ona öğretmek için saatlerce uğraşması, bir resmin fırça darbeleriydi sanki… Tablo yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Sezonun ortaları geldiğinde Russell, ilk beşe yerleşmiş, topladığı ribaundlar ve blokladığı şutlarla çember altında vazgeçilmez adam olmuştu. O günlerde diğer lise takımlarında ilk beşte en fazla bir siyahi oyuncu oynuyordu. Oysa Koç Powles, üç siyahi ilk beş oyuncusuyla akıntıya karşı kürek çekmekten hoşlanan biriydi.

 

III

Hal DeJulio, San Francisco Dons’un genç koçu Phil Woolpert’e Bill Russell’ı anlatırken, sözcük bulmakta zorlandı. “Sahadaki bütün oyunculardan daha çok koşuyor ve herkesten daha yükseğe sıçrıyor” diyebildi sadece… Anlatabileceği ofansif bir beceri yoktu. Woolpert fazla heyecanlanmadı, “Bir de ben izleyeyim” dedi. Ama onun izlemesine fırsat kalmadan, McClymonds’un kısa metrajlı sezonuna nokta konmuştu bile…

 

Okul bittiğinde, Russell’ın bir işe başlamaktan başka yolu yoktu. Herhangi bir üniversiteden burs teklifi almamıştı ve babasının, onu okutabilecek parayı bulması imkânsızdı. Oakland’daki askeri tersaneye başvurdu ve part-time işçi olarak kabul edildi.

 

San Francisco Üniversitesi’nde koç Phil Woolpert için uzun ve sıkıntılı bir yazdı. Newell ayrıldıktan sonra göreve gelmişti ve bu, takımın başında üçüncü yılıydı. Cizvit papazların kurduğu bir okul olan USF’in sadece üç bin öğrencisi vardı. Atletik bursların sayısı çok kısıtlıydı. Kuzey California dışındaki yeteneklerin peşine düşebilmek için bütçeleri de yoktu. Zaten bunu yapabilseler bile, yetenekli gençleri ikna edebilecek imkanlara sahip değildi okul… Antrenmanları camları kırık, soyunma odaları soğuk ve loş küçük bir salonda yapıyorlardı. Seyirci alabilen bir salonları olmadığı için, iç saha maçlarını Kezar Stadı’nın altındaki geniş galerilerden birinde, kurulan portatif tribünler önünde oynuyorlardı.

 

Bunca sorundan başını kaldırıp oyuna odaklandığında, Woolpert “tavşan basketbolu” adını verdiği bir hücum sistemi icat etmişti. Adından da anlaşılacağı gibi bu oyun, koşmaya ve erken şut kullanmaya dayanıyordu. Bunu yapabilmek için, topu rakibin elinden kapabilmeye ya da rakibi zor atışlara zorlayarak ribaundları toplamaya ihtiyaçları vardı. Bunları düşünürken, birden aklına DeJulio’nun söz ettiği “herkesten çok koşan ve herkesten yükseğe sıçrayan ince uzun çocuk” geldi…

 

Ertesi akşam, Russell’ların Oakland’daki mütevazı evinin kapısı çaldı. Bill Russell, işten yeni gelmişti, kapıyı açtı. Karşısındaki adam, “Ben Hal DeJulio. USF’den geliyorum” dedi.

– USF mi, o ne?

– San Francisco Üniversitesi. Eğer bir başka okula imza atmadıysan sana basketbol bursu vermek istiyorlar.

 

Russell misafiri içeri aldı. Söylediklerine inanmakta güçlük çekiyordu. O anlattıkça heyecanı daha da artmış, oturduğu yerde sol bacağı titremeye başlamıştı. Birkaç gün sonra üniversiteden gelen resmi bir mektup, bunun tatsız bir şaka olmadığının belgesiydi. Havalara uçtu; annesine verdiği üniversiteye gitme sözünü tutabilecekti artık…

 

Woolpert, daha ilk antrenmanlarda ondaki cevheri fark etti. Çok zayıf ama tam oynatmak istediği basketbola uygun bir oyuncu bulmuştu. Russell sahadayken, rakip takımın istediği gibi hücum edebilmesine, topu pota dibine indirebilmesine, oralardan rahat atış bulmasına imkan yoktu. O zamanlar blok istatistikleri tutulmuyordu ama Russell için 13-14 gibi blok rakamları sıradandı. Ribaund ortalamaları ise 20’lerde dolaşıyordu.

 

Sonradan Celtics’de de yıllarca takım arkadaşı olacak K.C Jones ile tanışıp aynı odada kalmaları, her ikisini de olumlu etkiledi. Buldukları her fırsatta salondaydılar. Çalışıyor, yorulduklarında da oyun üzerine tartışıyorlar, bu arada basketbola dair ne bulurlarsa okuyorlardı. Artık çok daha “bilerek” oynuyordu.

 

İlk sezon Jones’un apandisitinin patlaması ve uzun süre sahalardan uzak kalması nedeniyle, bekledikleri sonuçları alamadılar. Ama sonraki iki sezon bir masaldı adeta… Boyu 2.05’e ulaşmış olan Russell’ın rakiplere potaya bakmayı yasak eden savunması, K.C. Jones ile Hal Perry’nin başrolü oynadığı tempolu hücumla birleşince, büyük küçük demeden herkesi silindir gibi ezmeye başladılar. Basının favorisi beyaz dev Tommy Heinsohn’un (sonradan Celtics’de Russell’ın yedeği oldu) Holy Cross’u… Adolph Rupp’un Kentucky’si… Newell’in California’sı… UCLA… Kurbanların sayısı giderek artıyordu.

 

1955 ve 56 yıllarında ulaşılan iki NCAA şampiyonluğu, bu süreçte üst üste alınan 55 galibiyetle San Francisco Dons, Amerika’nın en çok konuşulan takımlarından biri olmuştu ve artık herkes bu başarının temelinde sıska ama örümcek gibi kollarıyla her yere yetişen siyahi bir devin olduğunu biliyordu. Nasıl bilmesin? 24 Mart 1956 günü oynanan NCAA finalinde, San Francisco, Iowa Üniversitesi’ni mağlup ederken, istatistik kağıdında Bill Russell satırında 26 sayı, 27 ribaund, 20 blok yazıyordu!

Phil Woolpert iyi iş çıkarmıştı…

 

IV

1950’li yıllara gelindiğinde Boston, Amerikan sporlarında beyzbol ve buz hokeyi ile tanınan bir kentti. Şehrin çokluk İrlanda ve İtalya göçmeni Katolikler ile sayıları İkinci Dünya Savaşı yıllarında artan Doğu Avrupa göçmeni Yahudilerden oluşan ahalisi, yazları Red Sox maçlarında, kış aylarını Boston Garden’da Bruins maçlarında geçiriyordu. Bruins’in patronu Walter Brown, Garden’ın boş kaldığı günlerin sayısını azaltabilmek için bir de basketbol takımına ihtiyaç olduğunu düşünmüş ve Celtics böyle kurulmuştu. Brown, 1950 yılında Red Auerbach’ı Washington’dan Boston’a getirip takımın başına geçiren teklifi yaparken “Fazla bir şey istemiyorum, zarar etmeyelim, yeter” demişti. Aslında sahada işler fena gitmiyor, Auerbach geldiğinden beri her sezon kaybettiklerinden daha fazla maç kazanıyorlardı. Ancak 1955-56 sezonunda seyirci sayısı o kadar düşüktü ki, play-off zamanı geldiğinde Brown, oyuncuların maaşlarını ödeyebilmek için borç almak zorunda kalmıştı.

 

Takımın yıldızı, seyircilerin “Houdini” adını taktıkları Bob Cousy idi. Ancak bu müthiş top canbazının tek başına Celtics’i şampiyonluğa taşıması ya da Garden tribünlerini doldurması imkânsızdı. Auerbach’ın aklı fikri, uzun süredir uzaktan uzağa takip ettiği, güvendiği insanlara izlettirdiği genç pivot Bill Russell’daydı… Onu kadrosuna almak için her türlü çılgınlığı yapmaya hazırdı.

 

Auerbach, Russell’ın ismini ilk olarak 1953’te duymuştu. George Washington Üniversitesi’ndeki eski koçu Reinhart’ı ziyarete gitmişti bir gün… O sıralar Batıdaki bir turnuvadan yeni dönmüş olan Reinhart, “San Francisco’da bir çocuk var, daha önce basketbol sahasında hiç görmediğim şeyler yapıyor” demişti (Reinhart’ın bu izlenimi, Russell’ın kolejdeki ilk sezonuna dayanıyordu, yani henüz çok acemi ve takımı da vasat bir çizgideydi). Auerbach, bu ismi bir kenara yazdı. Sonra San Francisco’da yaşayan eski dostu Freddy Scolari’yi arayıp, “Şu oğlana bir baksana” dedi. Birkaç hafta sonra tekrar konuştuklarında, Scolari “Red, sana bir şey söyleyeyim; bu çocuk bir karpuzu kayıktan denize bile atamaz. Hiç şutu yok” dedi. Hattın diğer ucunda bir sessizlik oldu. Muhtemelen Auerbach, purosundan derin bir nefes çekmişti. “Ama şu ana kadar basketbol sahalarında gördüğüm en büyük şey bu!”

 

Auerbach, arkadaşına “Emin misin?” diye sordu, “Evet, niye inanmıyorsun?” cevabını alınca, koçu Reinhart’a hak verdi. Zaten sonraki aylar, San Francisco’nun üst üste kazandığı maçlar ve Russell’ın rakiplerini sahadan silmesiyle geçti. Neredeyse her ay San Francisco koçu Woolpert’i arayıp bilgi alan Auerbach kararını vermişti ama bunu nasıl gerçekleştireceğini bilemiyordu. Çünkü yaklaşan 1956 draft’ında Celtics’in üst sıralarda seçme hakkı yoktu. O zamanlar uygulanan bölgesel draft sisteminde Celtics, yörenin sevilen çocuğu Heinsohn’u seçecekti ama ya Bill Russell başka takıma giderse?

 

Birinci sırada seçme hakkı Rochester Royals’daydı. Auerbach, patron Brown’dan Royals’in patronuyla temas kurup onların draft’taki niyetini öğrenmesini rica etti. Rochester yönetimi, yeni bir uzun almaya sıcak bakmıyordu. O pozisyonda kendilerini yeterli görüyor, kadroya skorer bir guard katmanın daha doğru olacağını düşünüyorlardı. Üstelik Russell’ın Kasımda yapılacak Olimpiyatlar için Melbourne’e gidecek olması, oradan dönüp takıma katılmasının Aralık ayını bulması, adaptasyon açısından önemli bir sorundu. Royals’in patronu, görüşünü samimiyetle söyledi: “Russell ile ilgilenmiyoruz. Sanırım Sihugo Green’i seçeceğiz.” (Dedikleri gibi de yaptılar. Bu tercih, 1984’te Portland’ın, Michael Jordan varken Sam Bowie’yi seçmesine kadar en çok konuşulan draft hatası oldu.)

 

İkinci sıra St. Louis’deydi. St. Louis Hawks’ın sahibi Ben Kerner, pazarlık etmeyi iyi bilen bir çetin cevizdi. Celtics’den telefon gelir gelmez, onların niyetini anladı. Aslında o da Russell’ın Olimpiyatlardan geç dönecek olmasından rahatsızdı. Üstelik, Harlem’in Russell’a yıllık 50 bin dolar gibi astronomik bir teklif yaptığını duymuştu. Draft hakkını ona kullansa da, sözleşme imzalayamama gibi bir tehlike vardı. Yine de postu pahalıya satmaya karar verdi: “Bakın, elinizde Ed Macauley gibi iyi bir pivot varken, bir de Heinsohn’u alıyorsunuz. İlâveten Russell da gelirse çok kuvvetli olursunuz. Ligin dengeli olması lazım.”

 

Auerbach, onlara ne istediklerini sordu. “Macauley ile Cliff Hagan” cevabını alınca bir an bile düşünmeden kabul etti. NBA tarihini değiştirecek takas böylece gerçekleşmiş oluyor, aslında fena bir oyuncu sayılmayacak beyaz pivot Macauley ile Hagan St. Louis’e giderken, Bill Russell için Boston kapıları açılıyordu… 

 

Sonrasını biliyorsunuz zaten… Bill Russell’ın neler kazandığı, Celtics’e neler kazandırdığı basketbola dair bütün kayıtlarda yazıyor.

 

SON SÖZ

 

Bugünden bakınca, el parmaklarının sayısından fazla şampiyonluk yüzüğü olan başarılı bir sporcunun hayatına çeşitli dönemlerde dokunmuş, onu keşfetmiş, ona oyunu öğretmiş, onu çalıştırmış, geliştirmiş, sadece bir yıldız değil, sonraki kuşaklara ışık tutan bir karakter olmasını sağlamış dört adamdan söz ettim sizlere… Takdire şayan tabii, ama hepsi bu değil… Bu kadar basit değil. Çünkü devir çok başka bir devirdi. Hani hep “zamanın ruhu” diyoruz ya, o zamanın ruhuna bir kara çalınmıştı; beyazdan başka hiçbir şeyi görmüyordu gözü… Teni biraz koyu renkli olana bile tahammülü yoktu. Zenciler yoklukta, yoksulluklarında boğulup gitsinler, ortalıkta gözükmesinler istiyordu “beyaz” Amerika’nın çoğunluğu… İyi okullar, tertemiz mahalleler, ışıltılı restoranlar hep beyazlar içindi.

 

Bill Russell’ın babasını doğup büyüdüğü Louisiana’dan California kıyılarına atan da güneyi kasıp kavuran ırkçılık rüzgârı olmuştu. Bir gün kaldırımda yürürken, durup kendisine yol vermediği gerekçesiyle bir beyaz tarafından itilip kakıldı, bir araba hakaret işitti. O gün, hiç değilse oğullarının bu acımasız iklimde büyümemesi için kendine söz verdi ve belki de her şeyi değiştiren o önemli kararı aldı.

 

Hal DeJulio, George Powles, Phil Woolpert, Red Auerbach… O yılların Amerika’sında dört beyaz adam. Öyle bir Amerika ki o, Bill Russell Melbourne’den olimpiyat altın madalyası ile dönüp, müstakbel eşi Rose’u memleketi Louisiana’ya götürdüğünde, kendilerine servis yapacak lokanta bulamıyorlar. Bir kaldırım kenarına çöküp, krakerle karınlarını doyuruyorlar. Yeteneğin, iş ahlâkının, çalışkanlığın, bilginin, hattâ şampiyonluğun değeri yok. Doğru düzgün bir masaya oturmanıza bile yetmiyor. Varsa yoksa ten rengi!..

 

Anlatmaya çalıştığım dört adam, bu vicdansız akıma gözlerini kapayıp, kulaklarını tıkayacak kadar dürüst ve cesur… İşlerini emek vererek doğru yapmaya, öğrencilerini liyakat ile seçmeye çalışıyorlar. Sanırım böyle oldukları için, hiçbir zaman sırrına eremeyeceğimiz tesadüfler, onların karşısına şimdilerde “yaşayan en büyük basketbol efsanesi” olarak andığımız olağanüstü sporcuyu çıkarıyor.

 

Ama unutmayalım, bu dört yürekli adam olmasa hiçbirimiz Bill Russell ismini duymayacaktık muhtemelen… Metal yığınları arasında kaybolup giden sıska bir tersane işçisini nereden duyabilirdik ki?

 

—————————————-

(*) Bu yazı, Socrates dergisinin Temmuz 2018 sayısında yayımlanmıştır.

- Advertisment -