1925-Meclis Başkanı Abdülhalik Renda Raporu, 1925-İçişleri Bakanı Cemil Uybadın Raporu, 1925-Şark Islahat Planı, 1926-Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey Raporu, 1926- Vali Ali Cemal Bardakçı Raporu, 1930- Umum Müfettişi İbrahim Tali Öngören Raporu, 1931-Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Dersim Raporu, 1931-Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay Raporu, 1932-İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Raporu, 1935-Başbakan İsmet İnönü Raporu, 1936-Başbakan Celal Bayar Şark Raporu, 1940- CHP Azınlıklar Raporu, 1943-Umum Müfettiş Avni Doğan Raporu, 1947-Maliyet Müfettişi Burhan Ulutan Cenup-Şark Anadolu Hakkında Bazı Notlar, 1959- Celal Bayar’ın hazırlattığı Türkiye’de Bugünkü Kürtçülük Fikir ve Cereyanının Doğuşu Raporu, 1961- 27 Mayısçıların hazırlattığı DPT Kürt Raporu, 1987- Bülent Ecevit DSP Güneydoğu Raporu, 1990- SHP (Deniz Baykal-Hükmet Çetin- Eşref Erdem) Güneydoğu Sorunlar Raporu, 1991- Mehmet Metiner RP Güneydoğu Raporu, 1991-MÇP Güneydoğu Raporu, 1992-Adnan Kahveci- Kürt Meselesi Nasıl Çözülmez?, 1992-Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Emekli Org. Kemal Yamak Raporu, 1992- Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kaya Toperi ve Cumhurbaşkanı başyaveri Aslan Güner Kürt Sorunu ve Güneydoğu Anadolu’daki Durum ve Çözüme Yardımcı Olabilecek Öneriler, 1992-Mazlumder Kürt Raporu, 1993-ANAP Güneydoğu Raporu, 1993- Hikmet Özdemir Güneydoğu İçin Bir Model Önerisi, 1993-Türk-İş Doğu ve Güneydoğu İncelemeleri Raporu, 1993-İktisadi Kalkınma Vakfı Kürtler ve Türkiye Raporu, 1995-Refah Partisi Kürt Raporu, 1995-Sakıp Sabancı Doğu Anadolu Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Politikaları Raporu, 1995- Doğu Ergil (TOBB) Doğu Sorunu, Teşhisler ve Tespitler Raporu, 1995- Ümit Özdağ-Kemal Görmez-Erol Göka Türk Metal-İş Sendikası Kültürel Yapı ve Kültürel Kimlik Sorunu Raporu, 1996- RP Kürt Raporu, 1996-Hak-İş Güneydoğu Raporu, 1997- Bülent Tanör TÜSİAD Demokratikleşme Perspektifleri Raporu, 2008- Yılmaz Ensaroğlu-Dilek Kurban TESEV: Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası, 2008- Taha Özhan-Hatem Ete SETA- Kürt Meseles: Sorunlar ve Çözüm Önerileri, 2009- Özdem Sanberk BİLGESEM Kürt Sorununun Çözümü İçin Demokratikleşme, Siyasi ve Sosyal Dayanışma Açılımı, 2010- TESEV Kürt Sorununun Çözümüne Doğru, 2010- AK Parti Demokratik Açılım Kitapçığı…
Liste böyle uzayıp gidiyor.
Ama meğer üzerine 100 yıl boyunca adlarını yan yana yazınca bile bir sayfayı dolduran onlarca rapor yazılıp çözüm yolları aranan mesele aslında hiç yokmuş.
Bu yokluk da ilk kez keşfedilmiyor.
100 yıl boyunca her devirde bu raporlar yazılırken de birileri böyle bir sorunun olmadığını iddia etti.
Ama onlar böyle bir sorun yok dedikçe, sorun yok olmadı ve çözümü için her devirde, her kesimden siyasetçi, parti, sendika, vakıf, danışman, uzman yeni raporlar yazmak zorunda kaldı.
Adına Şark Sorunu, Doğu Sorunu, Güneydoğu Sorunu, Güneydoğu Anadolu Sorunu ya da Kürt Sorunu denmesi de sorunun var olduğu gerçeğini değiştirmedi, sadece teyit etti.
1935 yılında Atatürk’ün talimatıyla bölgeyi dolaşan dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün yazdığı gizli raporda “Şark Meselesi”ne çözüm önerileri Türk ve güvenlik merkezliydi ama bir sorun olduğu inkar edilmiyordu:
“Ağrı’da Kürtlerin medenileşip, sükunet bulmaları bile kârdır. Karaköse, hükümete bağlı bir Kürt şehridir. Erzincan Kürt merkezi olursa Kürdistan’ın kurulmasından korkarım.
Van ve Erzincan’da acele olarak, Muş Ovası’nda tedricen ve Elazığ Ovası’nda kuvvetli Türk kitleleri vücuda getirmek zorundayız.
Türklerle Kürtler aynı okulda okumalıdır. Bu Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır.
Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır.
Erzurum’un kalkınmasını az senelerde temin edebilirsek, şimalde hududa karşı ve içeride Kürtlüğe karşı sağlam bir Türk merkezini yeniden kurmuş oluruz.”
Sadece iki yıl sonra Başbakan Celal Bayar’ın Atatürk’e sunduğu Şark Raporu’nda ise sorun aynı kalmakla birlikte çözüm önerileri değişmişti:
“Doğu illeri bizim rejimimize gelinciye kadar kat’î bir tarzda hakimiyetimiz altına girmemiştir. Geçmiş hükûmetler, halk üzerindeki hakimiyetlerini ağalar ve şeyhler vasıtasile yürütmek istemişlerdir. Ağalar ve Şeyhler soyduklarının bir kısmını Hukûmet erkânına vermek suretile müşterek idare-i maslahat devri yaşanmıştır.
Şark’ta bugün için dahi tamamen yerleştiğimiz iddia olunamaz. İstinat edeceğimiz en mühim kuvvet: Ordumuz ve Jandarmamızdır.
Doğu illerinde hakimiyet ve idare bakımından göze çarpan bariz bir hakikat vardır: Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarından sonra Türklük ve Kürtlük ihtirası karşılıklı şahlanmıştır. İsyan edenleri tenkil etmek için şiddetin manası anlaşılır ve yerindedir. İsyandan sonra, fark gözetmeksizin idare etmek de, bundan ayrı ve mütedil bir sistemdir.
Müşahedelerime göre, Kürtçe konuşan vatandaşlarımızın hayatında dahi zindeği (yaşamsallık ) vardır. Faaliyet vardır. Bu husus kendilerinde ve çocuklarında nazarı dikkati celp etmektedir. Esasen mevzubahs etmek istediğim hayatiyetin en kat’î bir delili de buldukları boş ve bereketli yerlere derhal hiçbir taraftan müzaheret görmeden yerleşmiş ve işe başlamış olmalarıdır.
…
Hariçten sokulmağa çalışılan politikanın muzır cereyanlarını kırmak ve bu yurddaşları ana vatana bağlamak için devamlı çalışmak ister. Kendilerine, yabancı bir unsur oldukları resmî ağızlardan da ifade edildiği takdirde, bizim için elde edilecek netice, bir aksülamelden ibaret olabilir. Bugün Kürt diye bir kısım vatandaşlar okutturulmamak ve devlet işlerine karıştırılmamak isteniliyor. Ve daha doğrusu bu kısım vatandaşlar hakkında ne gibi bir sistem takip edileceği idare memurlarınca vazıh olarak bilinmiyor. Bunu bir sisteme bağlayarak, kendilerine sarih talimat verilmesini çok yerinde ve faideli bir tedbir olarak telâkki etmekteyim. Hiç olmazsa bu suretle tereddütlerin ve zatî içtihatlara müstenit keyfi hareketlerin önüne geçilmiş olur.”
Ama aynı Bayar’ın 1959’da Cumhurbaşkanı iken sipariş ettiği “Türkiye’de Bugünkü Kürtçülük Fikir ve Cereyanının Doğuşu” başlıklı rapor ise Irak’ta yükselen Barzani hareketinin yarattığı beka kaygısıyla hazırlanmıştı:
“Cumhuriyetin ilânından sonra memleketimizde vukua gelen Kürt isyanlarının hepsinin şiddetle bastırılması, isyana iştirak edenlerin ağır cezalara çarptırılmaları, bu arada kendilerine vaadlerde bulunan büyük devletlerin bu vaadlerini yerine getirmemiş olmaları, Kürt liderlerin ve cahil halkın gözünü yıldırmıştır. Kürtler, davâlarını artık silâhla ve isyanlarla kazanamayacaklarına emin olmuşlardır. Bu bakımdan Kürtçülük dâvâsının önderliğini yapan şahıslar, gayelerine ulaşabilmek için yeni bir metod takip etmeğe başlamıştır
….
Aşağıdaki tedbirler, âcilen ele alınması gereken hususlardır: Şark bölgesindeki istihbarat faaliyeti ve ajanlama işinin takviyesi ve bu bakımdan daha büyük maddî fedakârlıklara katlanılması lâzımdır. İstanbul’daki gençlik esaslı bir kadro ile ve ajanlarla hepsinden önce de bazı Türkçü liderlerle murakabe edilmeli (denetlenmeli) ve kılavuzlanmalıdır. Türk ve Kürt kültürü arasındaki fark görünmez şekle sokulmalı ve onların tertip ettiği Şark geceleri, folklor ve kültür gayretleri maarif ve kültür sistemimize göre ele alınıp Türk kültürüne temsil edilmelerine çalışılmalıdır. Yeni teknik imkânlarımızdan faydalanarak neşriyat yapan üç dış radyonun dinlenmesine mâni olunmalıdır. Posta sansürü Kürt muhaberat ve neşriyatına karşı daha geniş ölçüde işletilmelidir.”
İki yıl sonra DP iktidarını darbeyle yıkan Milli Birlik Komitesi’nin, yeni kurulan Devlet Planlama Teşkilatı içerisinde kurdurdukları Doğu Grubu’nun yazdığı rapor, o sırada hapiste olan Bayar’ın raporuyla aynı kaygılarla hazırlanmıştı, soruna çözüm önerileri ise artık asimilasyon ve inkardı:
“Bölgenin kendisini Kürt sananların nüfus strüktürü Türkler lehine değiştirilecek.
Bunun için Karadeniz sahilindeki fazla nüfusla, yurtdışından gelen Türkler bu bölgeye yerleştirilecek.
Bölgede kendilerini Kürt sananlar bölge dışına göç ettirilecek.
Göç ettirilenler Türk çoğunluğun bulunduğu yerlere yerleştirilecek.
Kendilerini Kürt sananların kamusal alanda, çarşıda, pazarda ve topluluklar içinde kendi dillerinde konuşmaları yasaklanacak,
Türkiye’de kendilerini Kürt sananlar ile İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesmek için bölge iskan sahalarına ayrılacak.
Bölge okulları, köy okulları ve meslek okulları aracılığıyla kız ve erkek misyonerler yetiştirilecek.
Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesi olmadığı anlatılacak.
Bir üniversiteye bağlı Türkoloji Enstitüsü kurulacak ve kendilerini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğu ispatlanarak yayınlanacak.
İslam Ansiklopedisi’ndeki Kürt maddesi tashih edilerek Kürtlerin dağlı Türkler olduğu yazılacak.”
27 Mayıs’tan 12 Eylül’e devletin adını koyamadığı bu soruna karşı çözümü inkar ve asimilasyon oldu, 12 Eylül’ün ardından bu politika devletin şiddetiyle zirvesine ulaştı.
Bu politikalara tepki olarak PKK’nın ortaya çıkışı ve artan şiddet ise önce sivil alanda sonra da devletteki bakış açısının değişmesine neden olmuştu.
Mart 1987’de Mehmet Ali Birand, Milliyet gazetesindeki köşesinde “Kürt sorununu askeri harekatla çözemeyiz” diye bir yazı yazdı. Yazı nedeniyle yargılandı.
Yine aynı aylarda, bugünlerde bir grup heyecanlı gencin Kemalist engizisyon mahkemesinde yargılamaya çalıştığı Murat Belge’nin başında olduğu Yeni Gündem Dergisi “Deve kuşu siyaseti terk ediliyor. Kürt Sorunu gündemde” kapağıyla çıktı.
Bu revizyonist bakış açısının siyasetteki en ileri örneği ise, daha sonra HEP’i kuracak Kürt siyasetçilerin de içerisinde bulunduğu İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü’nün genel başkanlığını yaptığı SHP’nin 1989 yılında hazırladığı “SHP’nin Doğu ve Güneydoğu Sorununa Bakışı ve Çözüm Önerileri Raporu”ydu.
SHP Genel Sekreteri Deniz Baykal başkanlığındaki bir komisyonun hazırladığı 14 sayfalık raporda beş kez Kürt kelimesi ve bir kez Kürt Sorunu kavramı geçmekteydi ama zamanın şartlarına göre sorunu tespitte ve çözüm önerilerinde cesur bir rapordu:
“Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı bölümlerinde yaşayan yurttaşların ağırlıklı bir bölümü etnik açıdan Kürt kökenlidir. Özellikle ekonomik ve son yıllarda siyasal nedenlerle de yöreden batı, Orta ve Güney Anadolu bölgelerine yoğun göç olayı yaşanmaktadır. Göç edilen bölgelerde yerleşen Kürt kökenli yurttaşlar farklı etnik yapılarından dolayı ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamda hiçbir farklı uygulama ile karşılaşmamakta, bulundukları yerlerde ekonomik ve toplumsal bütünleşmeye katılmaktadırlar. Buna karşılık ülkenin belli bir coğrafyasında önemli sorunlar yaşanmaktadır. Bu sorunlar, ayrılıkçı etnik grupların silahlı mücadelesi yanında; iktidarın yanlış tespitlerinden, politikalarından ve uygulamalarından da kaynaklanmaktadır.
…
Doğu ve Güneydoğu Anadolu sorunu da, Kürt sorunu da Türkiye’nin demokratikleşme ve demokratik haklar sorunu ile iç içedir. Nitekim sorunların yoğunlaşarak arttığı dönem, demokrasinin askıya alındığı dönemdir. Bunun bir rastlantı olmadığı açıktır. Dünyada demokrasi yönünde önemli açılımların olduğu bir aşamada Cumhuriyeti kuran ve demokrasiyi getiren bir partinin tarihten gelen işlevini çağdaş yorumlarla yürütmeyi üstlenen SHP geçmişte olduğu gibi gelecekte de tüm sorunların demokrasi içinde aşılacağına inanmaktadır.”
İki yıl sonra Refah Partisi İstanbul İl başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkan Necmettin Erbakan’a sunmak için danışmanı Mehmet Metiner’e hazırlattığı “Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri” raporu SHP’nin raporundan daha cesurdu meselenin adını Kürt Sorunu olarak koyuyordu:
“Bugün “Doğu” veya “Güneydoğu Sorunu” olarak adlandırılan sorun, aslında bir “Kürt Sorunu”dur…
Bugün Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinde “Kürdistan” olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir…
Kürtlerin konuştuğu dil olan Kürtçe, Türkçeyle ilgisi olmayan müstakil bir dildir…
Türkiye’nin Güneydoğu’su bugün hâlâ geri kalmışlık sorunuyla yüz yüzedir. Bölgede “Kürt Sorunu” dolayısıyla olağanüstü yasalar uygulanmakta ve bölge geniş yetkilere sahip olan genel bir vali tarafından idare edilmektedir.
1985’te başlayan PKK saldırıları dolayısıyla bölge bir yanda devlet terörü, öbür yanda da PKK terörü arasında sıkışıp kalmaktadır. Bölge halkı PKK’ya bir biçimde arka çıktığı gerekçesiyle sürekli baskı ve işkence altında tutulmaktadır. Özel Tim’in bölgedeki uygulamaları adeta hesap dışıdır. Bölgede yaşayan insanların ne mal ve ne de can güvenlikleri söz konusudur. İnsanlara bölgede gerektiğinde “bok” bile yedirilmektedir.
Demokratikleşme ve insan hakları noktasında Güneydoğu son derece geridir. Yakın bir zamana kadar anlamsız ve çağdışı Kürtçe yasağı dolayısıyla bölge insanları baskılarla yüz yüze gelmiştir.
Bugün Güneydoğu’da PKK eliyle sürdürülen Kürt silahlı mücadelesi şehre inmiştir. Devlet, kontrgerillasıyla, özel timiyle, harcadığı trilyonlarca lirasıyla, köy korucularıyla vs. bu sorunun üstesinden gelinemeyeceğini artık anlamış bulunmaktadır.
Kemalist devletin geleneksel zora ve silaha başvurma yöntemi artık iflas etmiştir.”
1991’de Başbakan olan Süleyman Demirel, koalisyon ortağı SHP lideri Erdal İnönü ile birlikte ilk ziyaretlerinden birini Diyarbakır’a yapmış ve burada asimilasyon ve inkar siyasetini bitiren bir konuşma yapmıştı:
“Türkiye, Kürt gerçeğini tanımıştır. İstanbul da, Hakkâri de sizindir. Bu vatan hepimizindir. Kuzey Irak’taki Kürtler kardeşimizdir. Saddam bir vahşete kalkışırsa karşısında bizi bulur.Kürt kimliği diyoruz. Artık buna karşı çıkmak mümkün değil. Türkiye, Kürt realitesini tanımak zorunda. Artık sen Kürt değilsin, Türksün, Orta Asya’dan beraber yola çıktık, dillerimiz yolda değişti falan diyemeyiz. Bu devleti beraber kurmuşuz. Osmanlı dağıldığında iki büyük kavim kalmış, Türkler ve Kürtler. Devletimiz üniter, azınlık yok. Hepimiz bu ülkenin sahibiyiz. Türkiye’de Kürtçe konuşan vatandaş da her şeyin sahibi. Olaya böyle bakmalıyız.”
Cumhurbaşkanı Özal ise çok daha ileri bir noktadaydı. Kürt meselesini kabul ediyor ve çözümü için Öcalan’la diyaloğun da içinde olduğu girişimlerde bulunuyordu:
“Kürt meselesini de mutlaka çözeceğim. Bu benim milletime yapacağım son hizmetim olacaktır. Meseleye Millî Mücadele’den sonraki dönemlerde ‘tedip zihniyeti’yle yaklaşılması hatalı oldu. Türkiye’nin millî bütünlüğü bakımından en önemli mesele Ermeni meselesi falan değil, bu meseledir. Biz ‘tedip’ zihniyetiyle bu işin çözülemeyeceğini düşünüyoruz. Seneler sonra büyük tepkiler ortaya çıkıyor. Bize göre meseleyi ‘tedip’le değil, ‘siyaseten’ çözmek lazım.
…
Türkiye sabrederse, insanca davranırsa bu meselenin önünde sonunda çözülecek bir hadise olduğuna inanıyorum. Mesele zor olabilir ama aşılacak bir meseledir. Ama yılgınlığa düşmemek lazımdır. Bu meselenin Türkiye’nin entegre olmasıyla çözüleceği kanaatindeyim. Türkiye bu meselede süratle entegrasyona gidiyor. (…) Bir kavganın içinde büyük bir mücadelenin hiçbirimize fayda getirmeyeceğini çok iyi bilelim. Kışkırtıcılara da kimse alet olmasın. Bazen böyle kışkırtıcılar çıkıyor “vuralım, kıralım işi bitirelim”. Hangi işi bitiriyorsunuz? Bugünkü modern devrede 21. asra gelirken böyle şey olur mu?”
Özal, sorunun çözümü için raporlar hazırlatmıştı.
1992 yılında Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kaya Toperi ile başyaveri Albay Aslan Güner’in birlikte hazırladıkları rapor askeri ve sivil bürokrasinin bakışının bile ne kadar değiştiğini gösteriyor:
“Uzun zamandır Türkiye’nin güneyinde, belki cumhuriyet tarihinin en önemli problemi ile karşı karşıyayız. Meselenin bu şekilde sürüp gitmesi, ister bölgede, ister batıda yaşayan, ülkemizde Kürt etnik kimliği olmakla beraber, kendilerini Türkiye Cumhuriyeti’nin sadık ve sağlam vatandaşı addedenlerde de bir kırgınlık, endişe ve hassasiyeti yaratmaktadır. Bugün ülkemizde bir Kürt Milliyetçiliği kavramının her geçen gün daha büyük bir kesimce benimsendiğini ve mevcudiyetini kabul etmek gerekir.
…
Bu mesele ile ilgili her şey tarafsız, önyargısız bir şekilde açıkça ve serbestçe tartışılmalıdır. Tartışma ortamı doğruları ve yanlışları ortaya çıkaracak ve gerçekleri daha kolay öğrenmemize imkân sağlayacaktır. Tartışmayı engellemek, gerçekleri saklamak, meseleyi azaltmayacak, aksine tedbirler yanlış olacağı için giderek daha da büyültecektir Gerek dünyadaki son oluşumlar sonucu ortaya çıkan etnik milliyetçilik anlayışının etkisi, gerekse Türkiye’nin yakaladığı tarihi büyüme fırsatını engellemek isteyen dış güçlerin teşvik ve desteği ile bugünkü ciddi boyutlarına ulaşan Güneydoğu ateşi, eğer bir yanlış yapılmazsa, acele ve fevri davranılmaz, soğukkanlılık kaybedilmez ise 5-10 yıl içinde milliyetçilik akımının şiddetini kaybetmesi ve dış desteğin azalması sonucu kendiliğinden hafifleyerek sönecektir.”
Özal’a ölümünden üç ay önce Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olan emekli orgeneral Kemal Yamak tarafından sunulan rapordaki görüşlerin bile bugün gerisinde kalmış durumdayız. “Bile” çünkü Yamak, Özel Harp Dairesi’nin eski başkanıydı ve Diyarbakır Cezaevi’nde o işkenceler yaşanırken Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı’ydı:
“Özellikle 1800’lerden zamanımıza kadar Osmanlı İmparatorluğu döneminde 12; Türkiye Cumhuriyeti döneminde üçü ciddi olmak üzere 25 olayın vuku bulduğu bu bölgemizde asırlardır birlikte yaşadığımız, bu toprakları birlikte vatan yaptığımız, birlikte kurduğumuz cumhuriyetin eşit haklarla vatandaşı olduğumuz bölge halkımız içinde neden bu olaylar devam etmektedir?… Bugün yirmi senedir Kıbrıs’ta alınamayan eşitlik hakları; Bosna-Hersek’te aranan haklar ve benzer ülkelerde uğruna mücadele edilen bu değer ölçülerinden ve ülkemizdeki eşit vatandaşlık haklarından, birlikte ve iç içe yaşamanın oluşturduğu ortak değerlerden hangisi bu bölgemizde yoktur? Öyle ise aranan nedir, sadece söndürülmesi en zor olan milliyetçilik duyguları mıdır? Bunları enine boyuna inceleyerek, açık-gizli, belli-belirsiz, doğru-yanlış, oluşmuş veya empoze edilmiş sebep ve saikler ne ise gerçek, acı ve üzücü de olsa, ortaya koymak ve tedbirler paketini bu sebepleri ele alarak oluşturmak, yapılabilecekleri yaparak, zamanla yapacakları bilgiye sunarak, yapılamayacakların nedenlerini açıkça ortaya koyarak, sebepleri ortadan kaldırmak veya tesirlerini zayıflatmak ve şikayetçi olduğumuz sonuçları olumlu yönde etkileyecek bir uygulamayı esas almak daha doğru ve etkili olamaz mı?..
Bu mücadelenin sadece asker ve güvenlik güçleriyle yapılması hem yetersiz, hem noksan, hem de yanlış bir uygulamadır. Zira askeri tedbirler başarılı olabilir, fakat hem bölgevi (bölgesel), hem de geçicilik vasfı taşır. Kalıcı, devamlı ve bölgenin bütününü kapsayan sonuçlarla boğuşmak yerine, sebepleri de yok ederek sonuca ulaşacak devlet çapındaki tedbirlere ihtiyaç olduğu kabul edilmelidir.”
En ileri rapor ise eski bakan Adnan Kahveci’nin 1993’de hazırladığı ama ölümü yüzünden Özal’ın eline hiç geçmemiş “Kürt sorunu nasıl çözülmez” başlıklı rapordu:
“Çözüm vardır. Ama uygulaması siyasi otoritenin tam olarak etkinliğini göstermesine bağlıdır. İlk iş olarak Türk toplumunun şunu kabul etmesi gerekir. Demokratikleşme ne kadar olursa olsun bölücü terör durmayacaktır. Kürtçe ile ilgili yasak kalkınca bölücü terörün duracağını zannedenler de aynı yanlış içinde idiler. ‘Bakın bu hakkı da verdik ama terör durmadı’ bakışıyla yaklaşılmamalıdır. İkincisi, sorunu zamana yaymaktır. Sorunun çözümünü zamana bırakmak yapılabilecek en büyük yanlıştır. Zaman geçtikçe acılar artıp nefret birikeceğinden “Halk buna hazır değil” diyerek demokrasinin gereğini yerine getirmekten kaçınmak sorunu kökleştirir. Her ölen asker ve polisten sonra, Kürtlere karşı ayrımcılığın arttığına dair belirtiler vardır. Bu gizli gizli ve hızla artan ayrımcılığı mutlaka durdurmalıyız. Yoksa hızla iç savaşa gideriz.
…
Kürt meselesinde önemli olan tek şey, kendini Kürt kökenli olarak görenlerin aynı zamanda kendilerini Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci sınıf vatandaşı olarak hissetmeleridir.
…
Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili kabul edilerek Kürtlerin siyasal hakları verilmelidir.”
Bu tarihten sonra farklı siyasi görüşlerden çeşitli kurumlar, partiler, vakıflar, dernekler, uzmanlar tarafından yazılmış raporlarda ortaya birbiriyle zıt çözüm önerileri konsa da bir sorun olduğu gerçeği artık inkar edilmedi.
2005’de Başbakan Erdoğan Diyarbakır’da yaptığı konuşma devletin de bu sorunun adını koymasının miladıydı:
“Bu soruna illa isim koyalım diyorsanız Kürt sorunu, bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur. Türk olsun, Kürt olsun, Çerkez olsun, Abhaza olsun, Laz olsun, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak sorunudur. Kürt sorunu ne olacak diyenlere diyorum ki bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce benim sorunumdur. Biz büyük bir devletiz ve millet olarak bu ülkeyi kuranların bize miras bıraktığı temel prensipler ve Cumhuriyet ilkesi, anayasal düzen dahilinde her sorunu, daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlık hukuku, daha çok refahla çözeceğiz. Bu anlayışla çözüyoruz ve çözeceğiz de.”
Peki çözüldü mü?
Çözüm için ciddi adımlar atıldı, açılımlar yapıldı, çözüm süreci gibi cumhuriyet tarihinin en radikal projesi hayata geçirildi ama sorun çözülmedi.
Sadece HDP’nin varlığı ve aldığı 6.5 milyon oy bile ortada çözülmesi gereken bir Kürt Sorunu olduğunun ispatı.
Ama 2021 yılının Eylül ayı itibarıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ortağı MHP Lideri Bahçeli’nin yaptığı açıklamalara bakılırsa meğer Türkiye’nin böyle bir meselesi yokmuş.
Hatta olan mesele de kimse farkında değilken çözülmüş.
Halbuki sadece 100 yıldır yazılan onlarca raporu tekrar okuyunca bile sorunun ne olduğunu tekrar hatırlamak mümkün.
Üstelik bu raporlar da iktidarın elinin altında.
Bu yazıda da yararlanılan SETA’nın 2011 tarihli “Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası” kitabında yüzyıl boyunca yazılmış tüm raporları AK Parti milletvekili Hüseyin Yayman bir araya getirmişti.
Ama meğer o da boşuna uğraşmış.
Bunca zaman Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, bakanlar, vakıflar, dernekler, akademisyenler, işadamları boşuna raporlar yazmış, çözüm önerileri getirmiş.
Hatta bu uzun yazıya da hiç gerek yokmuş.
Kürt sorunu, bir varmış, bir yokmuş…
Gökten de üç elma düşmüş…