Kim olduğunu şu an hatırlamıyorum, herkesin hayatında aslında tek bir fikri savunduğunu söyleyen bir düşünür vardı. Giderek kendimi o durumda hissediyorum. Gündelik olayların yüzeysel akışı içinde zihnen gezindiğimizde birçok fikir geliştirebilir ve onları zamana, duruma göre değiştirebiliriz. Ancak olguları olabildiğince bütünlükleri içinde anlamaya yeltendiğimizde temel yaklaşımımızın içine çekiliriz.
Birçok kişi için söz konusu temel yaklaşım bir ideolojidir… Bazısı liberalizmi veya sosyalizmi, başkaları milliyetçiliği ya da dini ‘gerçekleri anlamlandırmak’ için doğru çerçeveler olarak kullanır. Ancak bu durum çoğu zaman yüzeyselliği aşmak bir yana, onu kalıplaştırır. İnsan inandığı ideolojinin anlamlandırmasını gerçek sanmaya başlar.
Yüzeysellikten kurtulmak için meylettiğimiz ideolojiyi de sorgulamamız, onun bize niçin doğru geldiğini anlamaya çalışmamız gerekir. Bu da bizi zihniyete getirir… Acaba zihnimiz niçin bazı varsayım ve kabulleri, öte yandan bazı norm ve kodları, dolayısıyla bazı düşünce ve davranışları ‘doğal ve normal’ saymakta, bunun dışındakileri yadırgamakta?
(Konuya aşina olmayanlar için bilgi vermek gerekirse; insan türü doğal seçim sonucu yedi farklı zihniyet geliştirmiş – otoriterlik, ataerkillik, relativizm, demokratlık, oportünizm, sosyallik (‘social’ değil ‘sociabile’) ve kayıtsızlık. Kimse tek bir zihniyete sahip değil. En az iki, çoğunlukla 3 veya 4 zihniyetten oluşan bileşimlere sahibiz. Söz konusu zihniyet bileşimleri doğumla birlikte – bazı bilim insanlarına göre ana rahminde- oluşmaya başlıyor, gençlik yıllarına gelindiğinde yerleşmiş oluyor, ama sonrasında da değişebiliyor. Zihniyet bileşimi her birimizin herhangi bir durumda bilinçdışı düşünce ve davranışını tetikliyor ve tutumumuzu kendi gözümüzde ‘doğal ve normal’ kılıyor.)
Çok farklı zihniyet bileşimlerine sahip insan ve gruplar olabildiğine göre, aslında bütün zihniyet bileşimleri ‘insana ait’, yani ‘doğal ve normal’. Ama bazıları bize daha ‘doğal ve normal’ geliyor… Acaba niçin?
Bunun cevabı belirli bir kültürün içine doğan ve genetik olarak belirli potansiyel yatkınlıkları olan insanın, hayatın ilk anından itibaren bir bilinçdışı adaptasyon süreci içerisinde olması. Edindiğimiz zihniyet bileşimi bizlerin çevre koşulları karşısında hayatta kalmamızı, istediklerimizi elde etmemizi ve istemediğimiz durumlar ve sonuçlardan kaçınmamızı sağlayan en kolay tutumu kendi gözümüzde meşrulaştırıyor.
Velhasıl eğer bir ideolojiye yatkınlığımız olmuşsa veya hâlâ varsa, bu durum zihniyet bileşimimizin söz konusu ideolojiyi (bilinçdışı adaptasyon nedeniyle) daha doğru ve ‘çekici’ kılmasından kaynaklanıyor. Kendimizce farklı ideolojileri mukayese edebilir, tartabilir, belirli birini ‘rasyonel’ analiz sonucu seçmiş gibi hissedebiliriz. Ne var ki bilinç bu tür seçimlerde genellikle arka planda kalıyor.
Seçtiğimiz ve bize ait olduğundan emin olduğumuz fikir ve tutumlar, hemen her zaman, az veya çok (ama genellikle çok) bilinçdışı adaptasyonumuzun sonucu olarak kendimize ‘yakın’ bulduklarımız oluyor.
Bu nedenle örneğin hangi çocuğun ileride milliyetçi, dindar, sosyalist ya da liberal olacağı onun genç yaşta geliştirdiği zihniyet bileşimi ile az veya çok sınırlanıyor (belirlenmiyor!). Zaman içinde zihniyet bileşiminde değişimler olsa da sosyal psikoloji alanındaki gözlem ve deneyler temel zihniyet bileşiminin büyük çapta korunduğunu, radikal değişimlerin kolay olmadığını gösteriyor. Bunun da nedeni genç yaşta geliştirdiğimiz zihniyet bileşiminin karakterimizle de bağlantılı olması…
Peki, bu kadar edilgen miyiz? Çocukluğumuzda yaşanan bilinçdışı adaptasyonun esiri miyiz? Basit bir cevabı var bu soruların: Eğer işin farkında değilsek, evet, esiriyiz. Kendi zihniyetimizin farkındaysak, onu açık yüreklilikle irdeleme cesaretine sahipsek, esir olmama şansını elde edebiliriz.
Ancak bu cesareti gösterebilirsek, bilinçdışı korunma ve avunma dürtülerinden sıyrılıp kendimize ‘dışarıdan’ bakabilir ve kendimizi anlayabiliriz. Ne var ki zihnimizin dışına çıkmamız mümkün değil… O nedenle kendimize ‘dışarıdan’ bakabilmek, kurduğumuz ilişkilerin ‘içinden’ kendimize bakmakla mümkün.
Ancak o zaman kendimizi tanımaya ve kendimizi tanıdığımız ölçüde parçası olduğumuz ilişkileri anlamaya başlarız. Anlamak kaçınılmaz olarak mesafe almayı ve zihniyet terimleriyle bakmayı gerektirir. Aksi halde anlamayız ama zihniyet bileşimimizin ‘doğal ve normal’ saydığı bir tutum içinde kendimizi tatmin eden anlamlandırmayı gerçek ya da makbul addederiz.
Öte yandan mesele göründüğünden daha çetrefil… Çünkü mesafe almanın da bir zihniyet arka planı var! Mesafe alırken de belirli bir zihniyet bileşiminden hareket ederiz ve bu arka planı irdelemek aklımıza gelmez. Bir olguya, kişiye ya da olaya mesafe almak, onunla kendimiz arasında ilişki kurmayı ima eder. Diğer deyişle söz konusu olguya, kişiye ya da olaya ‘nesnel’ bakış, onunla kurduğumuz ilişkiye de ‘nesnel’ bakmayı, yani kendi zihnimiz üzerine düşünmeyi zorunlu kılar.
Bu anlattıklarım anlamanın mümkün ama kolay olmadığını ve kendisini zihniyet ‘aynasında’ irdelemekten kaçınanların gerçekliği anlamaktan ziyade, ‘anlamış olma’ duygusu ile yaşadıklarını söylüyor. Nitekim kendi ideolojisine mesafe alırken bile zihniyetini koruyan ve onu irdelemekten uzak duranların anlama zorluğu yaşadıklarını, farklı yaklaşımları ancak uca çekip kemikleştirerek anlamlandırabildiklerini görüyoruz. Bunun sonucunda gerçekliğin farklı yönlerine eşit mesafe alma yeteneklerini kaybedebiliyor ve arzu ettikleri sonuçlardan hareketle ‘geriye’ gerçeğe ulaşmaya çalışıyorlar…
Eğer benim de bunca yıldır söylemeye çalıştığım tek bir şey varsa, galiba kısaca bu…
İlişkiden hareket etmeyen hiçbir kuram gerçekliğe dair ‘gerçek’ bulgulara erişemez. Gerçekliğin ‘kendi içinde’ nasıl işlediğini anlayamaz. Gerçekleri (örneğin bugünün Türkiye’sinde siyasi gerçekliği) kendimizi unutarak, hasbelkader zihnimize yerleşmiş ideolojilere tutunarak anlayamayız. Anlamak istiyorsak, gerçeklikle zihnimiz arasında kurduğumuz ilişkiyi, diğer deyişle kendi zihniyetimizi masaya yatırmamız gerekir. Bu gayreti gösterdiğimiz zaman bile gerçekliği ‘gerçekten var olduğu haliyle’ değil, ancak kendi zihniyet bileşimimizin anlamlı kıldığı sınırlar dahilinde anlayabileceğimizi kabul etmek durumundayız.
Dolayısıyla ‘anlama’ her zaman biraz el yordamıyla ve gri alanlar üreterek ilerler. Yanılmayı en aza indirmek istiyorsak, (kendi zihniyetimizi hesaba katma dışında) anlamaya çalıştığımız olgunun da bir dizi ilişkinin ürünü olduğunu ve ancak söz konusu ilişkilerin ‘içinden’ anlaşılabileceğini idrak etmemiz gerekir.
Diğer deyişle örneğin ‘tek başına’ bir Erdoğan veya devlet (aktörleri) analizi sadece yüzeysellik üretebilir. Farklı aktörler arasında mutlak üstünlüklere, ya da herhangi bir aktörün ‘belirleyiciliğine’ dayanan analizler de hakeza… Siyaseti anlamak farklı aktörler arasındaki ilişkilerin göreceli ağırlıklarının (kendimize göre değil) bizzat söz konusu aktörlere göre nasıl dağıldığını ve nasıl işlediğini irdelemeyi gerektirir.
Örneğe devam etmek gerekirse, Erdoğan-Bahçeli (devlet) ilişkisinin (ekonomi çökerken, Suriye’de sıkışma yaşanırken ve Batı ile gerilim içindeyken seçim tarihinin yaklaşması gibi) günün somut koşullarında ne şekil alacağı, kimi hangi alanda güçlü kılacağı, her aktörün hareket alanının nasıl değişeceği ve bütün bunların iktidarın yönünü nasıl etkileyeceğine ilişkin analizin yokluğunda, siyasete ilişkin öngörülerde bulunmak gülünç olur.
Ama bu da yetmez. Çünkü Erdoğan-Bahçeli (devlet) ilişkisi de bir dizi başka ilişkilerle çevrelendiği ölçüde onlara adapte olmak zorunda. Dolayısıyla dünya konjonktüründeki kritik gelişmelerden, ABD ve Rusya gibi aktörlerin tutumundan ve yurt içinde muhalefetin stratejisinden bağımsız değil.
Erdoğan ve devletin ayrı ayrı ve birlikte bu ‘diğer’ aktörlerle ilişki kurma potansiyeli ise durumu daha da karmaşık ama gerçekçi analize uygun hale getiriyor. Çünkü özellikle devlet aktörleri ile muhalefet partileri arasındaki (var olan ve olabilecek) ilişkiler, iki yıl sonraki Türkiye’yi şekillendirmek açısından çok kritik olabilir.
Kısacası anlamayı zorunlu kılan ciddi bir siyasi analizin, mesafe, ilişki ve zihniyet bağlamından bağımsız olarak yapılamayacağına dikkat çekmek istiyorum. Bu çabayı gösteren bütün analizler aynı sonuca varmayacaktır (çünkü analizi yapanın zihniyetinden ve derinliğinden bağımsız değil) ama her biri saygıyı hak edecektir…
Buna karşılık kendi ideolojisiyle, ama çok daha kritik olarak zihniyetiyle hesaplaşmamış, niye belirli fikirlere sahip olduğu konusuna bigâne kalmış kişiler tarafından öne sürülen kategorik yargıların ‘entelektüel çöp’ mahiyetinde olacağı açıktır…
Gerçekliği anlamakta zorlandığı ölçüde, ‘olması gereken’den hareketle sanal bir gerçeklik üretip, sonra da bunu gerçekliğin öngörüsünde kullanmak, bilinçdışı adaptasyonun ‘düşünme’ sanılmasına iyi bir örnek…
Söz konusu yaklaşıma yapay ‘derinlik’ katarak onu idealize etmek ise bir kaçış… ‘Düşünüyor olmak’ isteyen, ama düşünemeyenler için bir kurtuluş yolu…