Ekim ayında dış basını takip edenler, Çin’in Tayvan adasını işgaline ramak kaldığını, bunun da olası bir Amerikan-Çin savaşını tetikleyeceğini düşünerek endişelendi. Türk medyasında konuyla ilgili birçok yazıda “savaş tamtamları” ifadesi geçiyordu. Tayvan’daki gerilim elbette ne yeni, ne de sürpriz bir olgu. Sosyalist devrimden sonra Tayvan adasına yerleşen ve 1911’de kurulan Çin Cumhuriyetini sahiplenen milliyetçiler ile Çin anakarasında kalan komünistler arasında en azından yetmiş yıllık bir hesap var. 1971’e kadar uluslararası toplum tarafından Çin milletinin resmi temsilcisi olarak tanınan Tayvan rejimi, bugün Olimpiyat Komitesi ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlara olan üyeliklerinde dahi “Çin Cumhuriyeti” ibaresini kullanamıyor. O yüzden aşağı yukarı “Türk Ankarası”na denk düşen, tuhaf ve gayrı resmi “Çin Taypeyi (Chinese Taipei)” ifadesini gördüğünüz zaman yadırgamayın.
Aslında esas soru, Tayvan’ın neden bağımsız olamadığı değil, “tek Çin” prensibiyle bağlı olduğu devasa bir anakaranın yanında bugüne kadar nasıl hayatta kaldığı olmalı. Bunun da tek bir cevabı var: yetmiş yıl önce Tayvan Boğazında kendine bir yer açarak stratejik bir “üçgen” oluşturan ABD. Soğuk Savaşta Asya-Pasifik bölgesinde anti-komünizmin kalelerinden biri haline gelen Tayvan bugüne kadar Amerika’nın güvenlik şemsiyesi altında yaşadı. İşgal, Tayvan ile zorla yeniden birleşme azminin olduğu, ideolojik açıdan keskin Maolu yıllarda bile söz konusu olamadı. Nükleer silahların “kağıttan kaplan” olduğunu düşünen Mao Zedong’un bile caydırıcı bulduğu Amerikan ordusu Xi Jinping’i hiç mi korkutmuyor?
Burada durup Tayvan’daki savaş tamtamlarını kimin çaldığına yakından bakmak gerekiyor. Mesela ABD’de Joe Biden’i sıkıştırmak isteyen Cumhuriyetçilerin, bu konuda özel bir gayreti olduğu kesin. Tayvan krizinin büyümesi, hem Amerikan kamuoyunu Çin’e karşı daha sert önlemler alınması konusunda ikna etmek için gerekli; hem de yeteri kadar şahin bulunmayan Demokratlara karşı diş bilenmesini sağlıyor. Hatırlanacağı üzere, Çin politikası, Donald Trump’ın Amerikan kamuoyunda en fazla destek aldığı, en güçlü olduğu alanlardan biriydi. Nitekim Joe Biden, dış politikada birçok kararı radikal şekilde revize ettiği halde (çevre ve iklim değişikliği, uluslararası örgütlere karşı tutum vs.) Trump’ın Çin siyasetini büyük ölçüde devraldı. Ancak “Çin sopası” hala Amerikan sağcılarının elinde duruyor. ABD’nin Afganistan’dan çıkışını (çok uzun zamandır planlanan ve her kesimin uzlaştığı bir karar olmasına rağmen) “Çin’in zaferi”, “ABD’nin kaybı” olarak lanse eden de yine onlardı.
Savaş tamtamlarının bir ucundan da Asya-Pasifik’te Çin’e karşı cephe almış, Hindistan, Avustralya gibi ülkelerdeki medya ve elitler tutuyor. Burada tehdidin kendisi kadar, kendi tutumlarına meşruiyet kazandırma ve olası bir Tayvan krizinde oynayabilecekleri role dikkat çekme azmi var. Uluslararası ilişkiler alanında faaliyet gösteren düşünce kuruluşları, akademik merkezler, askeri uzmanlar da başka bir uçtan tutuyor. Çünkü Tayvan manşetleri, analizleri, uzman yorumları ortada bir işgal, askeri çatışma ya da savaş olasılığı varken daha çok okunuyor. Son olarak, bu tamtamları savunma refleksiyle, korkuyla ve içinde bulundukları uluslararası izolasyonu kırma gayretiyle çalan Tayvanlılar var. Çin ile olan gerilimin sonuçlarına doğrudan katlanacak olan tek grup bu. Ve ortada bağımsızlıklarına el vermeyen, en iyi ihtimalle mevcut çözümsüzlüğün devamına el veren bir uluslararası konjonktür var.
Peki tehdit ne kadar büyük? Çin Halk Cumhuriyeti, muhakkak ki Xi Jinping döneminde uluslararası alanda giderek artan bir özgüven sergiledi. Koronavirüs pandemisinde Çin’in “savaşçı kurt” diplomatlarının öfkeli sosyal medya mesajlarına Türkiye’de bile şahit olduk. Çin, son on yılda bir yandan Kuşak ve Yol inisiyatifi gibi ekonomik yönü ağır basan mega projeler geliştirirken, bir yandan da ileri düzey askeri teknolojilerde (uzay çalışmaları, hipersonik füzeler vs.) ABD ile yarışır bir güç haline geldi. İki ülke arasındaki bu rekabet ortamının (“Yeni Soğuk Savaş”) Çin’in Tayvan’a bakışını da sertleştirdiği açık. Çin’in Tayvan’a askeri gözdağı vermek için yaptığı hamleler ve ülkenin propaganda medyasında yer alan tehditkar sözler (“nihai çözüm”?) bu anlamda pekala önemli. Çinli elitler, bugünkü Tayvan’ın vaktiyle milliyetçilerin kaçarak sığındığı ve tüm hayatları boyunca geride bıraktıkları şeyleri düşündüğü gönüllü sürgün yeri olmadığını görüyor. Soğuk Savaş yıllarında büyük bir kalkınma hamlesine sahne olan Tayvan, 2000’li yıllarda da demokratik ve çoğulcu bir rejime kavuşarak anakaradan uzaklaştı. Genç Tayvanlılar Çin anakarasında doğup büyümüş aile büyüklerinin aksine, kendi adalı kimliklerine daha fazla vurgu yapıyor. Bu hissiyatın temsilcisi olan Demokratik İlerleme Partisi’nin lideri, Başkan Tsai Ing-Wen de Çin’in barışçı birleşme tekliflerini elinin tersiyle itmiş durumda.
Tayvan Boğazı, adanın bağımsız bir devlet olma ihtimalinin uzaktan da olsa, sembolik de olsa belirdiği her durumda kriz yarattı. Tayvanlı siyasetçilerin söylemleri, dış ülkelere yaptıkları ziyaretler, düzenledikleri referandumlar boğazın iki yakasındaki jetleri her seferinde havalandırdı. Çin ve ABD arasındaki diğer gerilim hatları (Kuşak ve Yol, gümrük duvarları, koronavirüs krizi, yapay zeka vs.) Tayvan ile kıyaslandığında oldukça tali kalıyor zira burada sıcak çatışma olasılığı var. Ancak Ekim ayında kopartılan tüm fırtınaya rağmen ABD dahil hiçbir gücün adanın “tam bağımsızlık” ve “devletleşme” sürecine destek vermediğini hatırlamak lazım. Bu olsaydı, Çin’de topyekun işgal senaryosunu tetikleyecek bir gözü karalık devreye girebilirdi. Bugün ise Çin’in Asya-Pasifik bölgesinde kendisine karşı saf tutmuş bir dizi ülkeyi, ABD ile birlikte karşısına almasına neden olacak radikal bir gelişme uzak gözüküyor. Bu tabii savaş tamtamlarını panikle ve yalnızlık duygusuyla çalan Tayvanlıların rahat uyumasına yetecek bir uzaklık olmayabilir.