[11-12 Kasım 2021] Bu soruyu sormak Eymür’ü doğrulamaz, Kontrgerilla’ya bahane bulmak anlamına gelmez. En ufak bir mazereti olamaz, adına işkence dediğimiz insanlık dışı dehşetin. Öte yandan, oraya buraya çekilebilme ihtimali ne olursa olsun, öncelikle bir tarihsel dürüstlük zarureti. Ayrıca, solun kendisinin demokrasi ve hukuk devleti nedir öğrenmesi, kıymetini bilmesi için de gerekli.
Diyebilirsiniz ki biraz geç oldu; bir kısım solcunun hiç öğreneceği yok bunu. Hattâ, bundan doğacak, kendini düzeltmiş, rektifiye etmiş yeni bir sol olanağı yok artık. Siyasal yelpazenin sol kanadı olacaksa ve orada birileri olacaksa, bunlar eski solcular olmayacak. Yepyeni kuşaklar, yepyeni insanlar olacak. Genel ve kapsamlı bir teorileri, bütünsel bir paradigmaları olmayacak (Marksizm benzeri). Bunun yerine, tek tek meseleleri olacak: iklim, küresel ısınma, göçler ve sığınmacılar, ırkçılık, demokrasi ve insan hakları, bölgesel savaşlar… Ama bu konularda verilen ve besbelli ki daha otuz kırk yıl boyunca verilecek mücadelelerin başını, eski sosyalist solun kalıntıları çekmeyecek. Bu mücadelelere belki Marksizmin muhalif, kapitalizmin eleştirisini içeren boyutları biraz ışık tutacak. Ama sosyalizm, ya da Marksizmin sosyalizm boyutu yol göstermeyecek.
Gene de gerekli. Ne olursa olsun gerekli.
1960’larda dünya görece sola kaydı. Ardında, tarihin çelişkili, parçalı ve eşitsiz gelişimi yatıyordu. Bir yanda sosyalizm vardı, diğer yanda anti-emperyalizm. İkisi aynı şey değildi. Aslında Sovyetlerde, Doğu Avrupa’da ve Çin’de sosyalizm esas itibariyle başarısızdı. Politikada demokrasisizlik, ekonomide piyasasızlık, çeşitliliğin, yarışmanın ve rekabetin olmaması demekti. Bu yüzden yeni teknoloji de üretemiyor, verimlilik artışı sağlayamıyor, Batı kapitalizmine yetişip geçme iddiaları kof çıkıyordu. 1956’da Macar ayaklanmasının, 1968’de Çekoslovakya’nın demokratikleşme denemesinin tanklarla ezilmesi (ve daha sonra bir de Afganistan’ın işgali), kolay kolay silinmeyecek kara lekelerdi. Ama bir de sömürgelerin bağımsızlık ve ulusal kurtuluş mücadeleleri yaşanıyordu aynı yıllarda. Fransa’ya karşı Cezayir, Portekiz’e karşı Angola ve Mozambik, tabii en önemlisi ABD müdahalesine karşı Vietnam, gene ABD baskısı, ambargosu ve Domuzlar Körfezi çıkarmasına karşı Küba etrafında büyük uluslararası destek hâleleri oluşuyordu. Yani arazideki fiilî anti-emperyalizme, Avrupa ve Amerika dahil her yerde yaygınlaşan duygusal ve düşünsel bir anti-emperyalizm eşlik etmekteydi.
Batıyı hedef alan bu anti-emperyalizm dalgası, Sovyet bloku tarafından hararetle desteklendi ve ikisi arasında bir örtüşme doğdu, bu da sosyalizmin zaaflarını ve sathın altında derinleşen buhranını uzun süre örtmeye, gözlerden saklamaya yaradı. 1960’lar ve 70’lerin sol coşkusu bir sosyalizm ve işçi sınıfı devrimi coşkusu değildi; anti-emperyalizmin coşkusuydu. “Dünyanın lânetlileri,” Enternasyonal marşının les damnées de la terre’inden (yani gelişmiş sanayi ülkelerinin proletaryasından), Frantz Fanon’un The Wretched of the Earth’üne (yani yoksul, azgelişmiş ülkelere) kaymıştı. Lenin’in “Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının devrimci fırtınası”na ilişkin öngörüsü ya da Çin Kültür Devrimi’nin “Doğu kızıldır” şarkısı ve sloganı, sonunda gerçekleşiyor gibiydi. İşte artık emperyalizmi ve dolayısıyla kapitalizmi bunlar geriletiyordu.
1960’lar ve 70’lerde yaygınlaşan “emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi” ya da “emperyalizmin toptan çöküşe gittiği, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği çağ” söylemleri, bu konjonktürden kaynaklanmaktaydı. Hepsinde büyük bir sübjektivizm ve iradecilik (volontarizm) söz konusuydu. Guevara “devrimcinin görevi devrim yapmaktır” diyordu. Boş lâftı. Sanki “devrim yapmak” diye tanımlanabilir tek bir fiil, bir eylem türü vardı ortada. Devrim olacaksa, küçük büyük bir yığın eylem, faaliyet ve mücadelenin, sayısız vektör ve faktörün birleşik sonucu olacaktı. Ama hayır, Guevara ve hayranları için, bir, devrim öncelikle bir irade meselesiydi, istemek meselesiydi. İki, doğrudan “devrim yapmak” atılımı dışındaki o bütün diğer eylem ve mücadeleler legalizm, reformizm, parlamentarizm kokuyordu. Yani “devrim yapmak”la kastedilen, işi fazla uzatmaksızın silâha sarılmaktı aslında. Yayılıp popülerleşmesinin zeminini, sadece haksızlığa ve mağduriyete isyan değil, aynı zamanda silâha ve silâhlı kahramanlığa hayranlık oluşturdu.
Bu da bir diğer evrensel dalgaya dönüştü. Marx, “yeni bir toplumun ebesi şiddettir” demiş; proletarya devrimi ve ardından proletarya diktatörlüğünün ilk teorisini kurmuştu. Lenin ve Stalin bunu belirli bir model ve yol haritasına dönüştürdü. Ardından Mao ve Ho Şi Minh “kırlardan şehirlere” alternatif bir mecra sundu; lâfta sunmakla kalmadı, somut başarılarla taçlandırdı. Cezayir’de Frantz Fanon çıktı ve şiddet savunusunu yeni bir platforma taşıdı. Sadece siyasî bakımdan değil, sömürgeciliğin körelttiği ve çarpıttığı ruhları “sağaltmak” adına, şiddetin psikolojik bakımdan da gerekliliğini savundu. İlginçtir ki FLN sırf Fransız ordusuna karşı savaşmadı. Aynı zamanda, Cezayir’de yaşayan Fransız sivillere karşı da şiddet uyguladı. Gillo Pontecorvo’nun, 1966 tarihli La Battaglia di Algeri (Cezayir Savaşı) filminde apaçık sergilediği gibi, kamusal alanda her yere bomba yerleştirmekten çekinmedi. Hattâ yerine göre Fransız askerî birimlerine karşı Müslüman kadın ve çocukları “canlı kalkan” olarak da kullandı. Bu yöntemler, ordunun (özellikle de Dien Bien Phu ve Cenevre Konferansı sonrasında Hindiçini’den yenik dönen elit paraşütçülerin) sistematik işkence örgütlenmesi ve uygulamasında kolaylaştırıcı bir rol oynadı.
Fakat öyle veya böyle, bütün barışçı, demokratik mücadele olanakları küçümsenirken, silâhlı mücadele hayranlığı aldı yürüdü. Küba Devriminin ve Guevara’nın etkisiyle, Orta ve Güney Amerika’da küçük küçük bir yığın şiddet örgütü türedi. “Kent gerillası” teorileri dahi üretildi. Gerçek anlamıyla terör yöntemleri (suikastler, bombalamalar, uçak-gemi-insan kaçırmalar, rehin almalar) tırmanışa geçti. Orta Doğu’da, İsrail zulmüne karşı Filistin direnişinin meşru uzantıları sayılır oldu. Leyla Halid romantize edildi. Orada da radikalizm yarışları başgösterdi: önce bir ana örgüt, sonra onun “Marksist” sıfatlısı (yani daha devrimcisi), sonra onun da “Marksist-Leninist” sıfatlısı (daha daha devrimcisi). Yaser Arafat, George Habbaş, Nayif Havatme. Çeşitli Filistin örgütleri Türkiye’nin silâhlı eğitim almak isteyen solcu grupları için bir tür “Mekke”ye dönüştü.
Evet, Türkiye. Maalesef. Türkiye, çok elverişli, aşırı elverişli bir zemin sundu bu sabırsızlık ve kestirmeciliğe. Zaten devrim (ihtilâl) başlı başına bir kestirmecilikti, tarihî açıdan. Ama işte kestirmeciliğin de kestirmeciliği başgösterdi. Hep azınlıkta, yeraltında, dip akıntısı düzeyinde kalmış bir Eski Sol vardı. Bunun üstüne bir de tecrübesiz, partisiz, örgütsüz, dünyadan habersiz gençlik hareketi geldi, Yeni Sol niyetine. Marksizmi alelacele, birkaç yılda öğrenmeye kalktı. Çok sathî şeyler aldı Marksizmden: bir şiddet, bir de sınıfsal indirgemecilik. Toplumu sırf ezen ve ezilen sınıflardan ibaret gördü. Kültür boyutunu ıskaladı. Bir toplumu hangi mahrem ilişkiler bir arada tutar; kimlik nedir, aidiyet nedir, (bugün sıkça kullandığımız bir deyimle) mahalle nedir, hiç üzerinde durmadı (durmadık) bunların. Oysa büyük kitlesi itibariyle hiç de Marksizme, sosyalizme ve genel olarak devrime, bilhassa işçi sınıfı devrimine yatkın olmayan, hayli dindar-muhafazakâr, daima merkez-sağ bir toplumdu, parçası olduğumuz.
Bu gerçeği ya algılayamadık, ya farkında olmadık, ya tahammül edemedik. Karşıtında, sol kendi alt-kültür kabarcığı veya baloncuğunu oluşturup, bunu bütün toplum, bütün dünya sandı. Çeşitli kaynaklardan beslendi bu illüzyon. Folklorik (ve zamanla daha Alevi) bir isyancılık damarı. Köroğlular, Kiziroğlu Mustafa Beyler, Pir Sultanlar. Celalîler. Giderek 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarının eşkiyalık, efelik ve zeybeklik kültürü. Çakırcalı’dan İnce Memet’e, hepsinin sol tarafından halk kahramanları diye idealizasyonu. Sanatsal doruğunda, Nâzım ve Şeyh Bedreddin Destanı. Daha yakın zamana gelirsek, Enver Gökçe’nin “Dost dost ille kavga”sı. İlle kavga? Nihat Behram’ın elinde, gece, dağ, tüfek, isyan, halk, mavzer, çapraz fişeklik ve benzeri sözcüklerin “bizatihî şiiriyet”ine indirgenmiş bir şiir beğenisi.
Bunun üzerine, bir, polisin ve aşırı sağın çok erken bir aşamada başgösteren saldırıları bindi, gençlik hareketinin çeşitli kesimlerini, olanca tecrübesizlikleri içinde, âdetâ otomatik bir refleksle silâhlanıp kendini savunmaya, yani bir düello mantığına çeken. İki, Türkiye’de (babamın deyimiyle) “iş yapabilmiş” Kemalizmin otoriter, yukarıdan aşağı modernleşmeciliği. Ve tabii bunu geri getirme hülyası, yani darbecilik. Kâh apaçık Baasçı, Nasırcı, neo-Kemalist biçimleriyle çıkagelen bir darbecilik (eski 27 Mayısçılar, yeni 9 Martçılar, Doğan Avcıoğlu). Kâh Marksizmi de elden bırakmaksızın bu darbeciliğin kuyruğuna takılanlar (Avcıoğlu’nun “Filipin demokrasisi”yle örtüşen, Mihri Belli’nin “cici demokrasi” kötülemeleri; Hikmet Kıvılcımlı’nın “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” çağrıları).
Üç, kısmen (bize çok uzak gelen) Çin ve Vietnam’dan, ama ağırlıklı olarak (çok daha yakın ve sempatik, üstelik beyaz) Küba’dan beslenen bir gerilla fetişizmi. Sadece aşırı sağda değil, aşırı solda da at izi ve it izi birbirine karıştı. Kim, sadece kendini savunuyor (savunduğunu düşünüyor)? Kim, bunun ötesinde, gerçekten silâhlı mücadele için yanıp tutuşuyor? Kim, bir adım sonrasını göremeyen bir fraksiyonel rekabet içinde sürekli el yükseltiyor? Kim, devleti kızıştırırsak ve zulüm artarsa, halkın devrimcileşmesi hızlanır zannediyor? Kim, ortalık karışırsa bundan sol darbe çıkacağını umuyor?
Hepsi bir yumak oldu. Bir çılgınlık kapladı ortalığı. Altından 12 Mart ve 12 Eylül çıktı. Aşırı solun (ve aşırı sağın) şiddet fetişizmini fırsat bilen, kendini bu yolla haklılaştırmaya çalışan korkunç bir devlet zulmü çıktı. Yaşamayanın bilemeyeceği bir gaddarlık çıktı.
Mehmet Eymürler çıktı.