İsrail halkı, geçtiğimiz hafta boyunca ekranlarına yapışıp, İstanbul’da casusluk suçlamasıyla tutuklanan bir İsrailli çiftin hikâyesini takip etti.
Her şey, İstanbul’un en yeni turistik mekânı olan Çamlıca Kulesi’ndeki bir güvenlik görevlisinin, polisi arayarak Natali ve Mordi Oknin çiftinin, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın konutlarından birinin fotoğraflarını çektiğini bildirmesiyle başladı. Kulenin gözlem alanları, şehrin hem Avrupa’daki hem de Asya’daki kısımlarının çarpıcı ve fotojenik görüntülerini sunuyordu.
Hikâye ilk andan beri absürtlüklerle doluydu. Fotoğraf çekmek, ülkedeki herhangi bir yasayı ihlal etmiyordu. Casus oldukları iddiası ise asılsız bir paranoyadan ibaretti. Bütün bunlar yaşanırken muhalif gazeteci Nevşin Mengü, uyduları bu görevi başarıyla yerine getirebilecekken, İsrail’in bulanık cep telefonu fotoğrafları çeken turistlere ihtiyacı olup olmadığını alaycı bir dille soruyordu.
Türkiye sevgisi ile tanınan İsrail Devlet Başkanı Isaac Herzog hemen devreye girdi. Bundan kısa bir süre sonra İsrail Başbakanı Naftali Bennett ve Dışişleri Bakanı Yair Lapid de olaya müdahil oldu.
Zamana karşı bir yarış başladı. Üç lider de hızlıca harekete geçmeleri, Erdoğan’la doğrudan bağlantı kurmaları ve Oknin çiftini özgürlüklerine kavuşturmaları sonucunda birer ulusal kahraman haline geldi. Geçtiğimiz Perşembe günü İsrail halkı, çiftin sabahın erken saatlerinde özel bir jetle İsrail’e geri döndüğü haberiyle uyandı. Her ikisi de otobüs şoförlüğü yapan çift, kendi Midnight Express’lerine dair deneyimlerini paylaşmak için ülkedeki birçok haber kanalıyla tekrar tekrar röportaj yaptı.
Çift, vizyona girdiği günden başlayıp yıllar boyunca Türkiye’nin imajını sarsan filmde anlatılanın aksine, gardiyanlar tarafından iyi muamele gördüklerini anlatıyorlardı. Ancak bu süreçte birbirlerinden ayrı kalmışlardı ve içeride koşer yemeklerin olmaması, Natali’nin yalnızca ekmek ve su ile beslenebilmesi anlamına geliyordu. Türk pembe dizilerinin ateşli bir hayranı olan Natali’ye Türkiye’ye dönüp dönemeyeceği sorularına basit bir yanıt verdi: “İstemiyorum.” Tutuklulukları sürecinde Oknin destanının başkahramanı Natali’nin kızı Şiraz Ben-Haruş idi. Annesinin ve onun eve dönmesini sabırsızlıkla bekleyen beş yaşındaki üvey kardeşinin korkularını ve hayal kırıklıklarını içinde barındırıyordu.
Şiraz, Oknin çiftinin serbest bırakılmasından sonra Cuma akşamı İsrail’in en popüler hafta sonu programlarından birine konuk oldu. Ülkedeki birçok Şabat sofrası tartışmasının gündemini belirleyen ”Ofira ve Berkovich” adlı programı, etrafa sıklıkla ırkçı, cinsiyetçi ve homofobik hakaretler savuran eski futbol yıldızı Eyal Berkovich ile ondan daha sağduyulu bir tutum sergileyen Ofira Asayag sunuyor. Programın bu bölümüne Türkiye uzmanı ve Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı Alon Liel de katılmıştı.
Tartışma çok geçmeden Erdoğan’ın bir diktatör olup olmadığına ve İsraillilerin Türkiye’ye gitmekten korkması gerekip gerekmediğine geldi. Liel, Türkiye’nin İsrailliler için tehlikeli olmadığını vurgulayarak çiftin tutukluluk süreci boyunca İsrail hükümetinin Erdoğan’ın sağ kolu ve danışmanı İbrahim Kalın’la sağlıklı bir iletişim yürüttüğünü söyledi.
Berkovich, Erdoğan’ın diktatörlüğü hususunda uzun nutuklar atarken (İsrail’in popüler hiciv programı ‘Eretz Nehederet’, yaşananlardan birkaç gün önce Erdoğan’ın İsrail cumhurbaşkanını hapse atmasını içeren bundan çok daha canlı ve mizahi bir tasvirde bulunmuştu), Ofira, Erdoğan’ın kalbi olan bir diktatör olduğunu söyleyerek ona karşı çıktı. İddialara göre Erdoğan, Oknin’in beş yaşındaki oğlunun otizmli olduğunu duyunca, bir an önce serbest bırakılmaları için sürecin hızlandırılması talimatını verdi.
Artık ortalık sakin ve Oknin çiftinin tutuklanmasının ardında Erdoğan’ın olmadığı daha da açık bir hal aldı. Hakikaten de, Erdoğan bu yaşananları diplomatik bir krize dönüşmeden hemen önce duymuş gibi gözüküyor. Belli ki mesele, kendisini gizli bir Mossad ağını ortaya çıkaran bir televizyon karakteri olarak hayal eden aşırı gayretli bir güvenlik görevlisinden ve hükümetinin İsrail karşıtı söylemini yanlış değerlendirip fazla ileri giden bir savcıdan kaynaklanıyor.
Ayrıca, Türkiye’nin sert ifadeleriyle tanınan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun da perde arkasında olup bitenlerden haberdar olmaması mümkün. Soylu, daha müzakereler devam ederken, Oknin çiftinin serbest bırakılmalarından birkaç gün önce tutuklanmalarını kararlı bir şekilde savunarak çiftin “siyasi ve askeri casusluk” ile suçlanacaklarını tahmin ettiğini söylemişti.
İronik bir biçimde, bütün bu mesele İsrail ile Türkiye arasındaki bağların yeniden güçlenmesine yol açabilir. İsrail’in iki yeni lideri Bennett ve Lapid, Netanyahu’nun aksine iki ülke arasındaki gerilimi düşürmeyi tercih ettiler. Bu durum Erdoğan’ı da memnun etmiş olmalı, zira Erdoğan, hem 18 yıllık iktidarının en sert iç muhalefetiyle karşı karşıya, hem de bu hafta lira, 1 dolar 11 TL’ye karşılık gelecek biçimde dramatik bir çöküş yaşadı.
Liel, İsrail devlet yetkililerinin Erdoğan’a kamuoyu karşısında teşekkür etmesinin, Erdoğan’a uzun zamandır aradığı meşruiyeti kazandırdığına işaret etti.
Her ne kadar Natali Oknin’in gelecekte Türkiye’den uzak durma kararının bariz nedenleri de olsa, İsrail Yahudilerinin Türkiye’ye akın ettiği günler zaten çoktan geride kalmıştı. Türkiye, Türk Hava Yolları’nı kullanarak dünyanın farklı ülkelerine seyahat eden insanlar için hâlâ önemli bir aktarma merkezi, ancak Oknin çiftinin aksine, ülke birçoklarının kalbinde ayrı bir yer tutsa da çoğu tarafından ziyaret edilmiyor. Oknin olayı, muhtemelen tek seferlik bir vaka olmasına rağmen, Türkiye’nin daha fazla potansiyel turist çekmesine yardımcı olmayacak.
20 yılı aşkın süre boyunca çeşitli zamanlarda Türkiye’de ikamet etmiş bir İsrail vatandaşı olarak ben, aynı tereddüdü taşımıyorum. Türkiye’de yaşarken, ister Türkiye’de doğup kısmen orada büyümüş kızımla, ister diğer İsrailli gurbetçilerle, ister İbranice konuşan Türklerle (hem Yahudi olanlarla hem de olmayanlarla) ve isterse orada yaşayıp sayıları gittikçe artan İbranice konuşan Filistinlilerle her zaman İbranice konuştum. Bunu daha az yaptığım belirli yerler olabilir, ancak Türkiye’de geçirdiğim süre boyunca bu konuda yalnızca bir veya iki küçük ağız dalaşıyla karşılaştım. Genel olarak, Türk halkının İsraillilere sıcak baktığını ve İsrail’e ilgi duyduklarını söyleyebilirim.
Oknin destanı, Filistinliler için de önemli bir değişiklik yaratmayacak. Türkiye, Gazze ve Batı Şeria’dan gelen Filistinli öğrencilerin eğitim aldığı önemli bir ülke olmanın yanı sıra İsrail’in Filistinli vatandaşlarının gözünde eğitim, yatırım veya ikamet konularında bir cazibe merkezi. Benzer şekilde İsrailli Araplar da Oknin çiftinin tutuklanmasının ardından Türkiye ziyaretlerini topluca iptal etmediler.
Ancak kuşkusuz onlar da kimi zaman keyfi ve hatta bazen sert muamelelere maruz kalıyorlar. Gazze’den ve Batı Şeria’dan gelen Filistinliler, Suriyeli mültecilere yönelik artan düşmanlığın Arap karşıtlığına kayması sonucu yaşanan ciddi bir baskıyla karşı karşıya. Bu süreçte Filistinlilerin basit gerekçelerle hapse atıldığı birkaç vakayla da karşılaştık.
İsrail medyası, Arap vatandaşlarını kendi ülkelerinde görmezden geldiği gibi, Türkiye’de hapse atılan İsrailli Arap vatandaşlara da aynı şekilde sırtını dönüyor. Covid-19 pandemisinden hemen önce, genç bir İsrailli Arap, rastgele bir kimlik kontrolü sonrasında bir polis memuruna saldırdığı iddiasıyla gözaltına alınarak hapse atıldı. Gözaltına alınanlar Arap olduğunda, bu durum çoğu zaman diplomatik bir karşılık bulmaz ve serbest bırakılmaları genellikle Müşterek Liste milletvekillerinin onların serbest bırakılması için müzakerede bulunmalarına bağlıdır. Bu tür davaların gazetelerin manşetlerinde yer aldığı ise nadiren görülmüştür.
İsrailli Yahudilerin Türkiye’yi ziyaret etme konusundaki korkularına rağmen, birçok İsrailli müzisyen bu korkuları üzerlerinden attı ve bu sayede Türk hayranları onları bağrına bastı.
Türkiye’de büyük bir hayran kitlesine sahip kemençe ustası Mark Eliyahu, bu hafta sonu Ankara’da bir konser verdi. Benzer şekilde, neredeyse yirmi yıldır İstanbul’da yaşayan darbuka ve ut sanatçısı Yinon Muallem de birçok meşhur bir Türk müzisyene eşlik ediyor. Türkiye’de uzun yıllardır konser salonlarını dolduran İsrailli Ladino ve İspanyol şarkıcı Yasmin Levy’nin ününe çok az kişi erişebilir. Levy, bir defasında Türkiye’yi “ikinci evi” olarak gördüğünü söylemişti.
Türkiye’de milyonlarca hayranı olan mega star Linet’i de unutmamak lazım. Arabesk türünde (İsrail Mizrahi müziğinin Türkiye’deki karşılığı) eser veren ve Türk televizyon programlarına da düzenli olarak çıkan Linet, bu süreçte Türkiye’nin en ünlü yıldızlarından bazılarıyla şarkı söyleyerek herkesçe tanınan bir isim haline geldi. Türkiye’de öylesine kabul gördü ki bazı hayranları onun İsrailli kökeninden bile haberdar değil, fakat Linet, verdiği röportajlarda kendinden emin bir şekilde İsrailli olduğunu dile getiriyor.
Bütün bu müzisyenlerin ortak noktası, Türkiye’de İsrail’de olduğundan çok daha fazla tanınmaları. Ayrıca, hepsi de Mizrahi veya Sefarad kökenli. Aslına bakarsak hem Yasmin Levy’nin hem de Linet’in ailesinin kökleri Türkiye’ye dayanıyor. Her ikisinin de Türkiye’de sahip oldukları ün, farklı kültürler ve çatışmalar arasında yaşadıkları karmaşık hayatları yansıtıyor.
Türkiye Yahudilerinin Türkiye ile İsrail arasında gidip gelen yaşamları, 50’li yıllarda cinayet suçlamasıyla girdiği cezaevinden afla serbest bırakılan ve artık görüşmediği kızı İsrail’de yaşamaya başlayan Türkiye Yahudisi bir kadının yaşadıklarını kurgusal bir dille anlatan “Kulüp” adlı Netflix dizisi sayesinde nihayet dikkatleri üzerine çekti.
Dizi, Türk izleyicilere ilk defa Yahudilerin (ve diğer gayrimüslim toplulukların), Türkiye’deki baskıcı ve tektipleştirici ”Türkleştirme” uygulamaları sırasında karşılaştığı zorlukları güzel bir hikâye eşliğinde anlatıyor. Dizinin hikâyesi, Müslüman olmayan azınlıkların kasten yoksullaştırılmasına, azınlık kültürlerinin bastırılmasına ve birçoğunun Filistin Mandası’na veya daha sonra yeni İsrail Devleti’ne doğru yol almasına yol açan Varlık Vergisi’ni de içeriyor.
Bugün Türkiye’deki küçük çaplı Yahudi cemaati için, bir dizide Ladino konuşulduğunu duymak, kayıp bir geçmişin acı-tatlı hatıralarını geri getirirken, Yasmin Levy’nin dizinin bir bölümde duyulan sesi, Türk izleyicisini konuya daha da bağlıyor. Linet’in ve Yasmin Levy’nin Türkiye’ye fosilleşmiş bir kültürel mirastan çok uzak bir şekilde aidiyet hissettiren yaşam öykülerini bu hikâyenin devamı gibi düşünebiliriz; böyle bakınca yeni nesil İsraillileri anlamak da kolaylaşıyor.
Oknin olayı, Eurovision’da İsrail’i temsil edecek şarkıcıyı tespit edecek yarışmaya katılan Linet’in uzun yıllardan sonra ilk defa İsrail televizyonlarında yer almasından hemen sonra patlak verdi. Linet, İsrail halkının büyük bölümü tarafından tanınmamasına rağmen nezaketle karşılandı ve olağanüstü yeteneğiyle jüriyi büyüledi. Jüride yer alan Yemen kökenli Mizrahi şarkıcısı Margalit Tzan’ani, Linet’i sahnede kucakladı.
Bütün bunlar Linet’te bunca yıldan sonra eve dönüş yolunu bulduğuna dair güçlü bir his uyandırdı. Onun için bu, hayatında yarım kalmış bir meseleyi tamamlama vesilesiydi. 1993 Eurovision yarışmasında İsrail’i temsil etme girişiminde başarısız olmuştu. 80’lerin sonunda ve 90’ların başında İsrail, bugünkünden çok farklı bir yerdi: Linet gibi Mizrahi şarkıcılar, ancak sınırları coğrafi ve sosyal çevrelerle belirlenen kulüplerde sahneye çıkabiliyordu. Linet daha sonra kariyerine Türkiye’de devam etmek için İsrail’den ayrıldı ve yaklaşık otuz yıldır bu iki ülke arasında mekik dokuyor.
Ancak bu tam olarak içten bir karşılama değildi. Türk-İsrail Yahudi cemaatinden bazı kişiler, 2009 Mavi Marmara krizinin ardından askerlik hizmetini tam olarak yapmadığı ve Türkiye’deki İsrail karşıtı bir protestoya katıldığı için Linet’ei eleştirdi. Hatta bazıları onu hain ilan etti. Bu durum, İsrail’in hem İsrailli hem de Türkiyeli olmaktan asla vazgeçmeyen Linet başta olmak üzere, Mizrahi dünyasından pek çok kültürel değeri bizlere hatırlattı.
Ne yazık ki, Linet’in ve Natali Oknin’in öyküleri, garip bir şekilde kesişiyor. Her ikisi de, sınırları aşabilecekleri ve zenginliklerle dolu heterojen bir bölgenin parçası olabilecekleri farklı bir Ortadoğu’ya inanan kadınlardı. Natali bir diğer dünyayı keşfetme cesareti gösterirken Linet, bir zamanlar ait olduğu dünyaya adım attı, orada kucaklandı, gelgelelim daha sonra, doğduğu ve büyüdüğü topraklarda bazı insanlar tarafından dışlandı. Linet örneğine bakarak, Natali Oknin’in de Türkiye’yi bir daha asla ziyaret etmeme kararını yeniden değerlendireceğini umuyorum.
Linet’e gelirsek, umarım o da Eurovision’da İsrail’i temsil edip etmeyeceğine bakılmaksızın (her ne kadar böyle bir ihtimal, ülkeleri 2012’den beri Eurovision’a katılmayan Türk seyircileri heyecanlandıracak da olsa) hak ettiği saygıyı görür. Tıpkı Türkiye’nin geçmişindeki Yahudileri yeniden keşfetmesi gibi, İsrail de bu müzisyenlerin neden Türkiye’de kendilerine bir yuva bulduklarını ve neden zaman zaman doğup büyüdükleri ülkede susturulduklarını sorgulamalı.
Erdoğanlı yıllar, İsrail ile Türkiye arasındaki diyalog ve kültürel alışveriş arzusunun siyasi zorlamalarla veya diplomatik saçmalıklarla hiçbir zaman öldürülemeyeceğini bizlere kanıtladı.
Çeviren: Deniz Karakullukcu