Programın tamamını Serbest TV’de izlemek için:
Bir ülkede otoriter uygulamalara, beceriksizliklere, akıl dışı tutumların sonuçlarına bahane uydurmak, içerideki bir sorunu dışarıdaki bir düşmanla açıklamak bildik bir hikâyedir. Bu hikâye sadece Türkiye’nin değil tüm otoriter sistemlerin hikâyesidir.
Nedir bu girdap? Otoriter sistemin de bir kolektif aklı olduğu varsayılırsa bu otoriterliğin kolektif akıldan kopup bir kişiye, tek bir vicdana hapsolması, bunun ortaya çıkarmış olduğu bazı beceriksizliklerin ve hataların ağır sonuçlarının imha edici etkileridir. Bu gidişin faturası genel olarak dış güçlere çıkarılmıştır ama hikâye her zaman bu hikâyeyi uyduranın siyasi yok oluşuyla sona ermiştir. Siyasi intiharlarla sona ermiştir. Soru şu; Türkiye bir siyasi intihar hali mi yaşıyor? Otoriter sistemler kendi içlerinde akılcı hikâyeler üretebilirler, toplumları arkalarına alabilirler ama öyle anlar gelir ki o anlarda alınan bazı kararlar gerçeklikten kopar ve arkasındaki destek sona ermeye başlar. Ülke ile birlikte o ülkenin başındaki otoriter kişi de tepetaklak olur.
Biz, Türkiye’de mevcut otoriter sistemimizin yani 2015’te kurulan ve 2017’de anayasa ile pekişen bu tek adam rejiminin acaba uç noktasına mı geldik?
Tayyip Erdoğan bugüne kadar hepimize irrasyonel gelen çeşitli kararlar aldı. Bu demokrasi konusunda, hukuk konusunda, Kavala davasında vs. böyle oldu. Bunlar sadece kişilerin hakları açısından değil, ülkenin ulusal faydaları açısından da sorunluydu. Fakat buna karşı bir panzehir üretildi iktidar tarafından. Bu panzehir, mevcut durumun bir yeniden varolma sistemi olduğu, yeni bir ilerleme ve mücadeleye işaret ettiği yönündeydi. Kimi askeri başarılar, kimi dış politik hamleler, silah üretimleri vs. bunu destekledi ve Tayyip Erdoğan’ın arkasındaki önemli unsurlardan birisi oldu.
Son zamanlarda Tayyip Erdoğan, yeni ekonomik modelini açıklarken Batı’nın iktisat modeliyle arasına bir kesin çizgi çektiğini söylüyor. Batı’nın iktisat modelinin aslında toplumları yüksek faize, düşük büyümeye, düşük istihdama ve enflasyona maruz bıraktığını dillendiriyor. Ve bundan kurtulmaya karar verdiklerini iddia ediyor.
Sonuçlarına baktığımız zaman, bu açıklamaların Türkiye’yi çok ağır bir güvensizlik krizine sürüklediğini görüyoruz.
Zira yeni bir yerli ve milli proje iddiası ve bunun karşılığının somut olarak oluşması hali ekonomide yok, gündelik hayatta yok. Bu yüzden de en ağır ekonomik krizlerden birini yaşıyoruz.
O zaman soruma geri döneyim; acaba otoriter uygulamaların mantıklı evresi bitti ve tamamen irrasyonel evresi mi başladı?
Yanıtını bilmiyoruz. Milli ve yerli tutumun yeni söylemini, hikâyesini biliyoruz. Erdoğan 20 yıldır iktidarda. Öyle uzun dönem ki bu, içerisinde çeşitli etaplar var. Bu etaplardan sonuncusu, 2011-13 tarihinden itibaren başlayan ve şu anda içinde bulunduğumuz etap.
Zannederim başlangıç noktası Arap Baharı oldu. Arap Baharı bu irrasyonelliği nasıl besledi? Bu gelişmeler Erdoğan ve arkadaşları için hem bir umut hem de bir endişe kaynağı oldu. Umut kaynağı oldu çünkü, Arap bölgesinde ortaya çıkan İslami hareketlerin içinden gelen yeni itirazlar, diktatoryal sistemlerin yıkılmasını ve aşağıdan yukarıya doğru gelen bir Sünni hareketliliği ifade ettiği oranda, Batı’ya denk bir medeniyetin kurulması imkânı olarak tanımlandı. Bu tanım bütün entelektüellerinden ve bakanlarından Tayyip Erdoğan’a kadar uzanan bir çerçevede umut oluşturdu. Ve bu umut ilk kez Türkiye’nin uzun bir süre sonra Arap Baharı’ndan kaynaklı bir İslam merkezli kimlikçi söylemi içeriye doğru taşımasına yol açtı. O günler Batı değerleri ile Erdoğan’ın kavga etmeye başlaması ve onlardan uzaklaşma cesareti bulması dönemine denk geliyordu. Bu bir umut haliydi. Aynı zamanda bir endişe hali söz konusuydu.
Endişenin sebebi ise, Erdoğan’ın aynı Arap ülkelerinde olduğu, Tahrir/Taksim benzetmesinde olduğu gibi alaşağı edilebileceği ve Batı güçlerinin bunun peşinde koştuğu inancıydı.
Umut ve endişe… yeni bir şeyi kurmak ama Batı’nın dışında kurmak, o güne kadar izlediğiniz yolun dışında yol inşa etmek, o yolun rasyonelinin dışında yapılandırmak arayışı… Batı’dan geldiği varsayılan tehdidin Erdoğan’ı bir dizi tedbir politikasına doğru sürüklemesi çok kritik bir eşiktir.
Gelişmeler bu iklimi derinleştirdi. İkinci gelişme Gezi olaylarıydı. Üçüncüsü de Gezi’den hemen sonra patlayan ilk Gülen isyanıydı.
Bunlar, bir dizi başka durumu tetikledi. Bunların en temelinde lider ve çevresi, lider ve parti kurumları arasındaki güven ilişkisinin bozulması vardı.
Erdoğan, bu çerçevede bir dizi tasfiyeye başladı. Bu tasfiye önce AK Parti içerisinde oldu. Malum, Gül ile Erdoğan’ın yollarının ayrılması bugünlerde başladı. Bütün kurucu unsurlar; Beşir Atalay’dan tutun Bülent Arınç’a kadar, etrafındaki daha özgürlükçü denebilecek danışmanlara kadar partinin Erdoğan’dan farklı düşünen unsurları çeşitli yollarla tasfiye edilmeye başlandı.
Tayyip Erdoğan hem korku ve endişelerinden hareketle parti içerisindeki bütün muhaliflerin tasfiyesini gerçekleştirdi hem de kendi etrafındaki güvenlik surlarını yıktı ve yeniden inşa etti.
Eski güvenlik surları yerine aileden ya da çok sadık kişilerden oluşan bir güvenlik kalesi inşa edilmeye başlandı. Damadının bakanlığından damadın kardeşinin adeta bir medya komiseri olmasına giden, kendisini eleştiren her türlü unsurun dışlandığı, ailenin bir tür siyasi fonksiyon yerine getirmeye başladığı, hangi şirkete ya da hangi devlet kurumuna kimin alınacağını belirleyen süzgeci oluşturmaya başladığı bir ara dönemdi bu.
Bu, Erdoğan’daki irrasyonelliğin başlangıç noktasıdır.
Sonucu, hem kendi siyasi partisi içerisinde büyük bir tasfiye, hem kendisinin karar mekanizmalarındaki kurumsal kuşatmanın baştan aşağı değiştirilmesi ve bir dizi psikolojik faktörün devreye girmesi ile birlikte parti içerisinde tek adamlaşma sürecinin en kritik aşamasıydı.
Malum iki kritik olay bu süreci takip etti: Hendek hadiseleri ve bir süre sonra da 2016 darbe girişimi. Bunlarla birlikte, irrasyonellik bir ittifakla kısmen aşıldı, irrasyonel gidişe bir enjeksiyon yapıldı.
Diğer ifadeyle 2016’dan sonra Erdoğan MHP ile, asker ile, devletin farklı unsurları ile bir ittifak oluştururken, bu durum, irrasyonel ve şahsileşme olarak baktığımız tablonun bazı reflekslerini kurumsallaştırmaya başladı. Kurumsuzlaştırma süreci başladı. Disipliner bir toplum fikri yerleşti. Siyasi alan yeniden daraltıldı. Siyaset yapmanın yeri sadece parlamento olarak görülmeye başlandı. İstenmeyen bazı konularda temsil, Kürt meselesinde olduğu gibi, ortadan kaldırılmaya başlandı. Bunlar, topluma aynı zamanda bir diriliş, bir varoluş politikasının kaçınılmaz gerekleri, hatta başarılı sonuçları olarak anlatılmaya çalışıldı.
2016 rejimi Erdoğan iktidarını irrasyonaliteden, rasyonel bir yeni anlatıya doğru taşırken, bugün gelmiş olduğumuz nokta, bu bakımından yeni sorular getiriyor.
Erdoğan ekonomik bir sahada, globalleşmiş ekonomi düzeni içinde attığı yeni irrasyonel adımlarla ülkesini ve kendisini tehlikeli bir yere sürüklüyorsa şunu söyleyebiliriz: Karşımızda yeni bir irrasyonel dalga bulunuyor. Erdoğan bunu milliyetçi yerli-milli hikâyesinin içine yerleştiriyor.
Bu yeni anlatıya tekabül edecek mi, yeni bir anlatının toplumsal karşılığı olacak mı?