[30-31 Aralık 2021] Yılın son günü ve son yazısı. Şu adamın duruşuna, yüzündeki ifadeye bakın. Mütehakkim değil. Afra tafrası yok. Kendini kasmıyor. Tersine, hüzünlü. Olduğu gibi. Hiç benimsememiş papalığı. Zorla yapmışlar. Zerrece becerememiş. Çünkü sevmiyor ve bilmiyor siyaseti. Beş ay sonra istifa etmiş. Evet, direnmiş ve istifa etmiş.
Papa V. Celestinus (1215-1296), resimdeki adam. 13. yüzyıl sonlarında Avrupa Ortaçağ düzeni artık ekonomisiyle de, toplumsal ilişkileriyle de, Kilisesiyle de, seküler iktidarlarıyla da, her bakımdan kriz içinde. Buradan giderek Rönesans, Protestanlık, ticaret kapitalizmi, Askerî Devrim ve modern devlet patlak verecek.
Doğumunda verilen adıyla Pietro Angelerio, küçük yaştan itibaren keşişliğe, yalnızlığa ve dünya nimetlerini reddedip çilekeş bir hayat sürmeye çok yatkın. Daha 17’sinde bir Benedikten manastırına giriyor. 24’ünde memleketi Sicilya’nın Morrone dağındaki bir mağaraya çekiliyor; bu yüzden Pietro da Morrone diye anılır oluyor. Beş yıl sonra buradan, İtalya’nın Roma’nın hemen doğusunda kalan Abruzzi bölgesinde, çok daha ücra Maiella tepesindeki bir diğer mağaraya göçüyor. Orada seçilmiş bir yoksulluk içinde yaşarken 1244’te, ölümünden sonra papalık adıyla anılacak olan tarikatı kuruyor. 1264’te Papa IV. Urban’a, 1274’te Papa X. Greguar’a kabul ettiriyor.
Seksenine yaklaşırken, Papa IV. Nikola Nisan 1292’de ölüyor. Kardinaller Perugia’da toplanıyor. İki yıl geçiyor; bir türlü tek bir isimde anlaşamıyorlar. Pietro oturup barınağından kardinallere bir mektup yazıyor. Hemen bir papa seçmezlerse, ilâhî adaletin yakalarına yapışacağını söylüyor. Mektup okunduğunda, Kardinaller Koleji’nin başı Latino Malabranca, “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına, ben Morronalı Pietro biraderi seçiyorum” diye bağırıyor. Umutsuzluk içindeki diğer kardinaller de derhal ona katılıyor. Lâkin Pietro papalığı inatla reddediyor. Napoli Kralı II. Şarl’ın ve Macar tahtının adayı, Anjou hanedanından Şarl Martel’in de dahil olduğu bir kardinaller heyeti tarafından, güç belâ ikna edilebiliyor.
Gelgelelim papalık gerçekten yakışmıyor, yeni adıyla V. Celestinus’a. Bir arkadaşım hep “inanç ile din aynı şey değildir” der. “İnanç kişiseldir, din ise kamusaldır, dolayısıyla politiktir.” Doğru. Örneğin şu olayda apaçık gözüküyor ki, sırf bir inanç ve iman meselesi değil, Katolik Kilisesi’nin en yüksek mevkii. Hattâ tersine; uhrevîden çok dünyevî. Tanrıyla ilişkisinden çok daha fazla, yeryüzü muktedirleriyle uğraşması gerekiyor Pietro’nun. Bitmek bilmez çıkar çatışmaları. Tâyinler, rüşvetler, açgözlüler. Piskoposluk, başpiskoposluk, kardinallik peşinde koşanlar. O manastırın bu manastırın başına geçmek isteyenler. Mevki ve rant düşkünlerinin doymak bilmez talepleri. Hizipler, itirazlar, tertipler, muhalifler.
Özetle, son on yılda, özellikle de son beş yılda hızlandırılmış gösterimle önümüzden geçen her şey. İdare edebilmek için iktidarı, hükmetmeyi çok ama çok sevmeyi gerektiren her şey. Fakat Celestinos bunalıyor, sıkılıveriyor bütün bunlardan. Zaten yapamıyor, yüzüne gözüne bulaştırıyor herşeyi. 5 Temmuz 1294’te seçildiği, 29 Ağustos’ta tâcını giydiği Papalık makamından, Kardinal Benedetto Caetani’ye danışarak hazırladığı bir kararnameye dayanarak, 13 Aralık’ta, yani beş ay sekiz gün sonra istifa ediyor. Resmî veda mektubunda sıraladığı gerekçelerin en başında “tevazu, daha saf ve temiz bir hayat arayışı, lekesiz bir vicdan arayışı” yer alıyor.
Devamı daha da trajik. Rahat bırakmıyorlar. Huzur bulamıyor. Yerine, dost bildiği Caetani papa seçiliyor ve VIII. Bonifatius adını alıyor. Yeni papa, olanca zararsızlığı apaçık ortada olan selefinin eski münzevi yaşantısına dönmesine izin vermiyor. Benimle Roma’ya gel ve orada kal diyor. Çünkü kendine karşı bir hareketin odağı olmasından korkuyor. Adam 80 yaşında ve yılmış kamusal alandan. Yani Osman Kavala’nın Gülencilerle ve CIA ile işbirliği içinde 15 Temmuz darbe girişimine bulaştığı iddiası bile nisbeten mantıklı kalabilir, Celestinus’un papalıktan istifa ettikten sonra geri gelip “düzmece papa” olmayı kabul edebileceği iddiasının yanında. Heyhat! Celestinus ormana kaçıyor, saklanıyor ve Adriyatik’i geçip Dalmaçya’ya sığınmaya kalkıyor. Ancak fırtına çıkıyor ve gemisi limana dönüyor. Yakalanıyor, zengin ve soylu bir aileden gelen Bonifatius’un şatolarından birine hapsediliyor. On ay sonra orada hayata veda ediyor.
Sonrasında, iki büyük şaire konu oluyor Pietro da Morrone’nin ya da V. Celestinus’un serüveni. İkisinde de ismi verilmeksizin. Ama taban tabana zıt yönde. Önce Dante (1265-1321) yerin dibine batırıyor. 1317’de yayınlanan Comedia’sının, Boccacio’nun (1313-1375) ekleme veya düzeltmesiyle İlâhî Komedya’sının üç bölümünden ilki olan Inferno’nun III. Kanto’sunun 58-60. dizelerinde, şair nasılsa girebildiği bu Cehennem’de gezerken “Aralarında bazılarını tanıdıktan sonra / hayaletini de gördüm ve bildim / korkaklığı yüzünden o büyük reddedişte bulunanın” diyor.
Poscia ch’io v’ebbi alcun riconosciuto, / vidi e conobbi l’ombra di colui / che fece per viltade il gran rifiuto. Özellikle son satır, che fece per viltade il gran rifiuto (korkaklığı yüzünden o büyük reddedişte bulunan), hem çok güçlü, hem de acımasız alabildiğine. Neyse ki 600 yıl sonra Kavafis başaşağı çeviriyor Dante’nin değerlerini. Bu dizeyi alıp başlığına koyuyor ama aradan per viltade’yi, “korkaklığı yüzünden”i çıkarıyor. Sadece “o büyük reddedişte bulunan” kalıyor. Devamında Kavafis, zor koşullarda herkesi memnun etmeye kalkmayıp, konformizmi elinin tersiyle itip, nezakete, protokole ve saygınlığa boşverip, inanç ve ilkeleri uğruna hayır diyebilmiş olan herkesin yanında duruyor.
CHE FECE… IL GRAN RIFIUTO
Bazı insanların önüne günün birinde
ya büyük bir Evet ya büyük bir Hayır gelir.
İçinde Eveti hazır olan
kendini derhal açığa vurur; söyler
ve zaten inancına da uyan şan ve şeref yoluna girer.
Reddeden pişmanlık çekmez. Tekrar sorulsa,
gene Hayır diyecektir. Ama işte o Hayır –
doğru Hayır – sonraki bütün hayatını aşağı çeker.
Dante’yi de anlıyorum tabii. Dante görememiş bunu: Kavafis’in gördüğü iç gerçekliğini Celestinus’un. Çünkü Dante Alighieri de fraksiyonel. Dante’nin de bir “büyük dâvâ”sı var. Yani Dante de ruhen “Marksist, Leninist ve hattâ Maoist,” bir yerde. 12. ve 13. yüzyılların İtalya’sında, Papalıkla ittifak içindeki Guelfler (Guelfi) ile Kutsal Roma İmparatorluğu’nun hak iddialarını destekleyen ve İmparator tarafından desteklenen Ghibellinler (Ghibellini) arasındaki mücadele çok önemli bir yer tutuyor. Alighieri ailesi hep Guelflere sadık. Dante’nin kendisi, 1289’daki Campaldino muharebesinde muzaffer Guelf süvarileri arasında. Ama Ghibellinleri yenilgiye uğrattıktan sonra, kendi aralarında (Dante’nin dahil olduğu) Beyaz Guelfler ile Siyah Guelfler diye ikiye bölünüyorlar. Floransa’ya önce Beyazlar hâkim oluyor ve Siyahları kovuyor. 1301’de ise Valois kontu Şarl, Siyah Guelflerle birlikte Floransa’ya girip Beyazları katlediyor, şehri yakıp yıkıyor. Dante o sırada Roma’da olduğundan kurtuluyor bu vahşetten. Ama 1302’de iki yıl sürgüne ve okkalı bir para cezasına çarptırılıyor. Ödemiyor (ödeyemiyor) ve bu sefer cezası ömür boyu sürgüne çevriliyor. Beyaz Guelflerin iktidarı geri alma girişimlerine katılıyor, ama hepsi ihanete uğruyor. 1970’ler ve 80’ler solculuğumuza taş çıkartan bu hizip kavgalarından sonunda yılıyor ve tek başına bir parti görünümüne bürünüyor. Derken saf değiştiriyor. Kutsal Roma İmparatoru V. Heinrich’in 1310’da İtalya’ya girmesini destekliyor. Siyah Guelfleri yokedip Floransa’yı geri almalarını umuyor, istiyor. Galiba bu da olmayıncadır ki, dikkatini artık şairliğine, Comedia’sına, Inferno’suna veriyor.
Onun için pek aldırmıyorum, Dante’nin kendi zamanına ilişkin siyasî değerlendirmelerine. Sığ buluyorum, konjonktürel buluyorum. İşte bu da Neruda’nın Stalingrad Ağıdı gibi bir şey. Buna karşılık Celestinus, çağlar ötesinden arkadaşımmış gibi geliyor. Şimdi bir itiraf. Ben de böyle bir şey yaptım, hattâ iki kere yaptım, tabii çok daha küçük ölçekte. İlkinin üzerinden herhalde 37-38 yıl, ikincisinin üzerinden gene temiz 30 yıl geçti. Birinde, olası bir fraksiyon partisinde emanetçi, koltuk değneği olmayı reddettim. Diğerinde, artık bütünüyle sol siyasette, örgütlü aktivizmde kalmayı reddettim. Ne kadar isabet ettiğimi, şimdiki hallerine baktığımda apaçık görüyorum. Hayır, bu pek dürüst olmadı. Mesele onlara neler olduğuna, nereye geldiklerine baktığımda değil. Asıl kendime baktığımda apaçık görüyorum.
Demokratik bir ülkede; siyaset kültürünün demokratik olduğu bir ülkede, kendi iç işleyişi demokratik olan ve demokratik siyaset yapan partilerde, mensuplarının birey ve insan kalabildiği partilerde, eh, böyle şeyler düşünülebilirdi belki. O da hayli büyük ve uzun bir belki. Ama Türkiye’de? Ve küçük bir sol fraksiyon örgütünde? Doğruya bağlılık ne olacak? Gerçeğe mi sadık kalacaksın, parti çizgisine mi? İnatla, gözünü kırpmadan, inanmadığın şeyleri mi söyleyeceksin? Kendi post-truth baloncuğunu, bubble’ını mı inşa edeceksin? Ekonomiyi batıracaksın, sonra adına “yeni model” mi diyeceksin? Başarısızlığı zafer diye tanıtacak ve tanıttıracaksın. Düşmanları suçlayacaksın, kökü dışarda günah keçileri arayacaksın. Fikir ve kılık değiştirmede Ertuğrul Özkök ile yarışacak, sonra da hiç toz kondurmayacaksın tutarlı devrimciliğine. Ertuğrul Özkök hiç olmazsa özür diliyor arada bir. Sen ise zaaf gösterirsen liderlik elden gider mantığıyla, asla yanlış yaptım demeyecek, özür dilemeyeceksin. Kişi kültünde ısrar edeceksin, sonuna kadar. Kâh Maocu, kâh orducu (darbeci), kâh Kürtçü, kâh Türk milliyetçisi, kâh Erdoğancı olacaksın. Kâh son derece din düşmanı kesileceksin (Turan Dursun aşaması), kâh hiçbir Cuma namazını kaçırmadığını (hangi camide? kim görmüş?) hiç utanmadan söyleyebileceksin.
Hayır, ben almayayım lütfen. Bana göre değil. Henüz yol yakınken. Herkesi zehirleyebilecek, esir alabilecek o patika bağımlılığı ve konum (mevki) iptilâsı oluşmamışken.
Demişmişim bir zamanlar. Neredeyse kırk yıl oluyor. Şimdi Kavafis’in ihtiyarları ile “Kanlıca’nın ihtiyarları”nı birbirine karışıverdi. Neyse. Il gran rifiuto. That great refusal. O büyük reddediş. İşte bu yüzden.