10 gün kadar önce, tam 22 ay sonra yeniden sinemaya gidiyoruz. Ankara’nın kışındayız ama Ankara’nın kışı o kadar da kış değil, ılık bir havada yürüyerek gidiyoruz sinemaya, sinemayı özlemiş iki heyecanlı sinemacı olarak. Sinemacı derken, filmleri evde değil de sinemada izlemeyi tercih eden iki insandan bahsettiğim açıktır herhalde. Heyecanlıyız. Belki antraktta çay kahve de alırız.
Bu salgının çabuk bitmeyeceğini çok çabuk anlayamadık aslında. Birkaç ay, birkaç yıla uzadığında hâlâ anlamaz gözlerle birbirimize bakıyorduk. Onca ölümün, onca yıkımın arasında bizim dertlerimiz dert değildi tabii. Hayatı normalleştiremedik, normal tamamen değişti, biz de aklımızda eski ritüeller sabırlı olmaya çalıştık. Çoğu zaman en sabırlımız bile sabırsızlandı. Her şeyi evde yapmaya alıştık bir ölçüde.
Film izlemek de eve sığmaya başladı. Benim gibi haftada bazen birkaç filmi sinemada izlemeye alışkın biri için bile, böylesine bir ‘konsept’ değişikliği ile birlikte, filmleri de evlere sığdırdık bir anlamda. Durdurup çamaşırları astık, haydi bir kahve yapalım dedik, o oyuncuyu nereden biliyorduk dedik, film nerede çekilmiş merak ettik, bol bol google’ladık bu kısa ama sürekli aralarda, orayı anlayamadık, geri sardık, bir daha bir daha izledik. Yeni, biraz tuhaf ama zamanla kendi içinde bir bütün oluşturabilen bir film izleme ritüeli oluşturduk.
Şimdi, sinemaya dönüşümüz muhteşem olacak gibi bir hisle giriyoruz salona. Hem de bomba bir film var: Fransız Postası (French Dispatch), Wes Anderson.
Wes Anderson meraklıları ne der bilmiyorum ama benim için bu yönetmen kelimenin tam anlamıyla ‘acayip’tir. ‘Acayip’ kelimesi etimolojik olarak da doğru bir tanımlamaya işaret ediyor, bu filmler “tuhaf şeyler” ile doludur. Bir bayram yerinin ortasında bulursunuz kendinizi, göz alıcı sahnelerin hangisine bakacağınızı şaşırırsınız, kaçırdıklarınızı hissedip üzülürsünüz, hangi karakteri daha çok sevdiğinize karar veremezsiniz, hikâyeyi takip edeyim derken başka bir hikâyede yaşamaya başlarsınız.
Birkaç yıl sürüncemede kalıp sonunda çekimleri tamamlanmış, 2021 yılının sonlarında vizyona girmiş, Amerikalı Wes Anderson’ın Roman Coppola, Hugo Guinness ve Jason Schwartzman ile birlikte yazdığı ve aynı zamanda yönettiği Fransız Postası da tüm bunları hissettiren, hatta yoğunlaştırılmış olarak hissettiren bir film. Vardı ya eskiden o ünlü laf, “kısıtlı bir bütçeyle kotarılmış görsel bir şenlik”. Bütçesi hiç de kısıtlı değil ama “görsel bir şenlik” kısmı cuk oturuyor.
Babası ABD’de Kansas Evening Sun’ın patronu olan Arthur Howitzer Jr. 1925 yılında, biraz da sorumluluklarından kaçıp memleketinden uzaklaşmak için Fransa’ya geliyor. Ennui-sur-Blasé adında kurgusal bir şehirde, babasının gazetesinin eki olarak ‘Fransız Postası’nı (French Dispatch) kuruyor. New Yorker’dan mülhem bir çeşit edebî gazetecilik örneği olan gazete büyük bir başarı kazanıyor, yüzbinlerce aboneye ulaşıyor. 50 yıl sonra 1975’te, Howitzer’in ölümü üzerine vasiyetini gerçekleştirmek için gazete çalışanları toplanıyor ve son sayıyı hazırlıyorlar. Son sayıda neler mi var?
Önce bir şehir turuna çıkıyoruz, tipik Fransız şehri hikâyelerini bisikletli muhabir anlatıyor, gözü kamerada: Yankesiciler, şehrin fareleri, kedileri, kurtçukları, seks işçileri, yaşlıları… Borges’i kıskandıracak derecede enteresan detaylar. Blasé nehrinde yıllık ortalama kaç ceset bulunduğu gibi tuhaf istatistikler… Kısacık fotografik imajlar ve şehrin eski ve yeni halini anlatan fotograflar…
Bu giriş haberiyle hem şehirde turistik bir tur atıyoruz hem de filmden gözümüzü alamayacağımızı, buna rağmen tüm detayların hakkını vermenin de imkânsız olduğunu anlıyoruz. Bu nefis detayları görebilmek için kaç kere izlemek gerekir acaba?
Sonrasında üç farklı muhabirin yaşayarak anlattığı üç hikâye/habere şahitlik ediyoruz. Hepsi birbirinden renkli, hepsinde New Yorker’da çıkan gerçek haberlerden esinlenilmiş. Edebî lezzet ve şenlik hissi zaten cepte.
Birinci hikâye Fransız Postası’nın sanat eleştirmeni gazetecisi J. K. L. Berensen (Tilda Swinton) tarafından anlatılıyor. İki barmeni testereyle keserek öldüren Moses Rosenthaler’in (Benicio del Toro) modern sanat yatırımcısı Julien Cadazio (Adrien Brody) tarafından keşfi ve piyasaya bomba gibi düşüşü… “Modern sanat nedir?”, “Aşk nasıl bir şeydir?” gibi sorulara nefis cevaplar meraklıları için havada bazen birbirine çarparak uçuşuyor hikâye boyunca. (Hikâyeleri özetlerken kaçan her bir detay ve ‘acayip’ karakter için ayrı ayrı üzülüyoruz tabii ama nihayetinde bu sadece bir yazı deyip devam edelim.)
İkinci hikâye siyaset muhabiri Lucinda Krementz (Frances McDormand) tarafından anlatılıyor. Konumuz, Ennui’de gençlere özgü çekiciliğine cahil cesaretini ekleyen Zeffirelli’nin (Timothée Clament) sarsak liderliğinde gerçekleşen öğrenci ayaklanmasının iç yüzü… Sürekli “gazeteci tarafsızlığı”ndan bahseden Lucinda Krementz yaptığı haberin içine öylesine giriyor ki, Zeffirelli’nin yazmaya çalıştığı ‘manifesto’yu düzeltme ayağına baştan kaleme alıyor. Zeffirelli ile olan ilişkisi ve onun hayatına yaptığı müdahaleler de cabası…
Üçüncü hikâyede siyahî ve eşcinsel bir Amerikalı gazeteci olan Roebuck Wright (Jeffrey Wright) tarafından şehrin polis şefinin oğlunun kaçırılması anlatılıyor. Yapılan operasyon sonucunda çocuk uzakdoğulu mutfak şefi Nescaffier’in (Steve Park) kurnazlığı sayesinde kurtarılabilecek mi acaba? Yoksa her şey boşuna mı?
Sonrasında gazetede son toplantı, cenaze töreni…
Fransız Postası’nın gazeteciliğe, özellikle de edebî gazeteciliğe ya da diğer bir deyişle önemliye karşın önemsizi ön plana çıkaran, renkliliği önemseyerek hayatı kuşatan gazeteciliğe bir saygı duruşu olarak çekildiği açık. Bu enteresan gövdeye muhteşem oyuncular ile Wes Anderson’ın incecik bakış açısı da eklenince ağzımız açık izliyoruz filmi.
Şu günlük çok karmaşık ve acıklı meseleleri anlatan, her gün geçmiş günleri bir kalemde silip o güne ait olanları post-truth usûlü aklımıza bir anlığına da olsa kazıyan haberlerin geçiciliği ile edebî bir tarzda anlatılan gerçek insan hikâyelerinin kalıcılığını karşılaştırmak, bir nebze de olsa nefes almamızı sağlıyor bence. Bir nev’i matriksten çıkma hissi. Her şeyin gerçekliğini sorgulama ihtiyacından uzaklaşma.
“Eviriyon, çeviriyon, lâfı çaktırmadan istediğin yere getiriyon” diyeceksiniz, haklısınız, ama günümüzde her iyi romanın, hikâyenin ya da filmin bizi aşağı yukarı böyle bir “gerçeklik” hissine yaklaştırdığı ölçüde iyi olduğunu düşünüyorum. İnsanlık hâllerimiz ya da acayip sandığımız sıradanlıklarımız hayatımızın esasını oluşturuyor. Bunları fark edip bu yönlerimizle barışmak, rengarenk insanları tanımak, anlamak ve hep birlikte hayatın hakkını verebilmek için Wes Anderson’ın filmleri gibi sadece zamanın değil, mekânların ve insan hikâyelerinin de akış hâlinde olduğu, neşeli sanat eserleri biçilmiş kaftan. Asıl soru şu: Renkliliğe ne kadar açığız?