Tek tek insanları gayet kolaylıkla akıl skalasına oturtabiliyoruz. Bunun için testler bile var. Ama sıradan gözlemler bile yeterli… Bazılarını apaçık şekilde akıllı veya aptal buluyoruz. Ancak gruplara baktığımızda iş değişiyor. Her birinde farklı akıllılıkta kişiler olunca toplulukların akıl seviyesi genellikle birbirine daha yakın gözüküyor. Gruptaki insan sayısı arttıkça bu benzeşme daha da güçleniyor ve bütün sosyolojik toplulukları ortalamada aynı akıl seviyesinde kabul etmek makul geliyor.
Bu yargı ‘milletleri’ ya da toplumları mukayese ettiğimizde daha da mantıklı. Ancak farklı toplumların çeşitli durumlar karşısında tutumlarını izledikçe, bu değerlendirmede bir sorun olduğunu düşünmemek elde değil. Çünkü akıl kullanımı açısından farklı toplumlarda apaçık farklılıklar var… Toplu halde ele alındığında insanların ortak aklı tek tek kişilerin akıl ortalamasından belirgin şekilde sapabiliyor.
Anlaşılan o ki kişiler arasında bir ilişkinin oluşmasıyla birlikte tek tek insanların aklı önemini yitirmeye başlıyor. Neredeyse her ilişkinin kendine has bir aklı olduğunu söylemek durumundayız. İlişkiler artıp karmaşık bir yumağa dönüştükçe ortak akıl ortalama kişisel akıldan iyice uzaklaşıp bağımsız bir olgu haline geliyor.
Örneğin bir ticari şirketin veya siyasi partinin aklı, orada çalışanların veya üyelerin akıllarından etkilense de nihayette kendine has bir düzey ve nitelik sergiliyor. Toplumun tümüne gelindiğinde bu ayrışma daha da belirgin. Türkiye’nin aklını, vatandaşların aklına bakarak irdelemek mümkün değil. Türkiye’nin kendine özgü bir aklı var ve sahip olduğu özellikler üretilmiş olan ilişkilerin doğası ile doğrudan bağlantılı.
İlişkinin ‘doğası’ dendiğinde öncelikle karşılıklı kabulleri, yerleşmiş rutinleri, ortak algıları anlıyoruz. Her insani ilişki kendince bir ‘kültür’ oluşturuyor. Zaman içinde ilişkinin kendi normları ve kodları belirginleşip süreklilik kazanıyor ve içselleşmiş kurallara dönüşüyor. İlişkinin tarafları bu norm ve kodları hızla benimseme eğilimi gösteriyor. Ne de olsa doğal seçim (dolayısıyla evrim) insanı sosyal alanda hızlı adapte olma yönünde geliştirmiş…
Böylece kısa bir süre içinde kişiler ürettikleri ilişkinin kuşatıcı sınırları içinde davranmaya ve yaşananlara o sınırlar içinde anlam vermeye başlıyor. Birlikte ürettikleri kültürün bağımlı değişkeni haline geliyorlar.
Nerdeyse bu dinamikle aynı anda söz konusu ilişkinin tarafları başka ilişkilerin ne denli farklı olabildiğini de gözlemliyor. Üstelik çevrelerinde her türden ilişki bulunmakta ve hangisinin doğru olduğuna dair bir belirti de yok. Bu nedenle hayata asgari özgüvenle devam etmek, kendi ilişkilerinizin makul olduğu duygusuna muhtaç.
Nitekim doğal seçim dinamiği, adaptasyonu kolaylaştıran ve bunu bilinçdışı mekanizmalarla sağlayan bir ‘zihinsel rasyonalizasyon cihazının’ da gelişmesine önayak olmuş. İlişkilerinizin ‘doğal ve normal’ olduğunu size söyleyen, ya da ilişkilerinizi sizin gözünüzde ‘doğal ve normal’ kılan bir rasyonelleştirme. Buna zihniyet deniyor… Bilinçdışı adaptasyon sonucu kendi tutum, düşünce ve davranışlarımızın bize doğru ve normal gelmesini sağlayan, böylece hayatımızı idame açısından bize adaptasyon yeteneği kazandıran bir zihinsel özellik.
Böylece her ilişki taraflarının gözünde ‘olması gerektiği gibi’, yani gerçekçi ve doğru olarak algılanabiliyor ve bu sayede sürdürülebilir oluyor.
Öte yandan her ilişki bir ilişki dünyasının içinde yer aldığı ölçüde, çevresine adapte olmak, onlara ayak uydurmak durumunda. Ayrıca maddi dünyanın değişimi de her ilişkiyi belirli adımlar atmaya, yeni durumlara uyum göstermeye zorluyor. Bu nedenle ilişkilerimizi sürdürürken irili ufaklı kararlar almak ve birçoğunu ilişki adına birlikte yapmak durumundayız. Bunların salt kendimizi ilgilendiren (tabii eğer öyle bir şey varsa) kişisel kararlardan farklı bir doğası var. İlişkinin kültürüne bağlı olarak alınıyor ve ilişkinin zihniyeti sayesinde ‘meşruiyet’ kazanıyor.
Bu durumu daha da genişleterek, hiyerarşik ilişkilerden oluşan formel yapılaşmalara gelebiliriz. Artık bir ‘kurumun’ kültür ve zihniyetinden söz etmekteyiz. Kararları kurum almakta ve alınan kararlar o kurum nezdinde bir rasyonaliteye sahip…
Topluluklar tam anlamıyla birer kurum olmasalar da hiyerarşik özellikte bir ilişkiler ağını ifade ediyor. Onların da düşünce, davranış ve tutumunun nitelikleri ve dolayısıyla aldıkları kararlar doğrudan topluluğun genel zihniyetle bağlantılı.
O zaman aldıkları kararların niteliksel farklılıklarını açıklamak üzere şu soruyu sormak mantıklı: Acaba daha akıllı olmayı mümkün kılan zihniyetler var mı? Ya da tersine, acaba bazı zihniyetler akılsızlığı mı teşvik ediyor?
Hatırlamakta yarar var: Sözü edilen kişisel akıl değil. Bir toplumdaki ilişkiler yumağından neşet eden ve dolayısıyla kültüre bağımlı olup ortak zihniyet tarafından meşrulaştırılan ‘ortak akıl’.
Burada uzun uzadıya ele almam mümkün değil, ama zihnin gerçeklikle bağının nasıl kurulduğuna ilişkin ön kabuller belirli zihniyetlerin daha akıllı, başkalarının ise daha akılsız kararlara yönelmesine ve üstelik bunları ‘doğal ve normal’ görmesine yol açabiliyor.
İlk grupta zihnin gerçeklikle mütekabiliyet (correspondence) çerçevesinde ilişki kurduğunu öneren zihniyetler var. Relativizm ve demokratlık gibi. Bunlara göre ‘doğru’ kimsenin tekelinde değil, hatta herhangi bir konuda doğruya ulaşıp ulaşmadığımız konusunda güvenilir bir dayanağımız da yok. Dolayısıyla herhangi bir karar için birbirimizin aklına muhtacız. Böylece toplumdaki ortalama aklın altına inme ihtimali azalırken, akıl sahibi bireylerden yararlanma imkanı da artıyor. Sonuçta nispeten akıllı kararların oranı yükseliyor…
İkinci grupta ise zihnin gerçeklikle yansıma (reflection) ilişkisi içinde olduğunu öneren zihniyetler bulunuyor. Otoriterlik ve ataerkillik gibi. Bunlara göre ‘doğru’, sıradan zihinlerin ötesinde, dışımızda bulunuyor ve ancak bazı özel zihinlerde karşılık buluyor. Bu özel zihinler yetenekleri sayesinde toplumsal hiyerarşinin tepesinde yer alıyorlar ve sıradan insanlarda olmayan bir bilgi ve fıtrata sahipler. Bu nedenle ‘doğru’ bir karar için söz konusu kişiler (ve onların yönetimindeki kurumlar) dışında kimseye ihtiyaç yok. O kişi ve kurumların kararlarını toplumsallaştırmak ve benimsemek en doğrusu…
Ne var ki kişisel akıl skalasına oturttuğumuzda söz konusu ‘özel’ kişi ve kurumlar ille de akıllı olmayabiliyor. Dahası bir başkasının aklına uyma zorunluluğu toplumun gizli direnç yolları üretmesini tetikleyebiliyor. Sonuçta toplumun akıllı üyelerinden yararlanma oranı azaldığı gibi, toplumsal yönelimlerde ortalama aklın altına inme ihtimali de artıyor.
Bizim bu ikinci gruba girdiğimiz çok açık… Toplum kendisine rehber bildiği kişi ve kurumların peşinden giderken onlara bir hikmet de yüklüyor. Zira aksi halde bu tutumunu kendi gözünde meşrulaştıramaz. Diğer deyişle sadece liderler ya da devlet mekanizması değil, toplum da otoriter ve ataerkil. Dolayısıyla çıkan kararı akli bir irdelemeye tabi tutmak yerine, doğru kabul etmeye daha teşne.
Diğer deyişle kişiler kendi akıllarını kullanmaktan vazgeçip, ortak zihniyet ve kültürün ürettiği hiyerarşik aklın takipçisi oluyorlar. Çünkü böylece çevreye adaptasyon hızlanıyor, hayat kolaylaşıyor… Bu açıdan bakıldığında kişinin kendi bireysel aklını kenara itip, ortak zihniyetin önerdiği aklı benimsemesi de gayet ‘akıllıca’! Bu sayede kişinin içinde bulunduğu ilişki ağı (adaptasyon açısından) sorun olmak bir yana, kişinin başarısını garanti edebiliyor.
Velhasıl otoriter ve/veya ataerkil zihniyete, ya da bunların bileşimine sahip toplumlarda bireysel akıl büyük ölçüde ‘hiyerarşik akla’ uyum yönünde kullanılıyor. Bilerek ya da bilmeyerek kişisel farklılıkların üretebileceği yaratıcılıktan vaz geçiliyor. Toplum bilerek ya da bilmeyerek aptallığı seçiyor…
Kişiler adaptasyonun ima ettiği pratik akla uygun davranarak, aptallığa uyum sağlayan tutumu akıllılık olarak görmeye başlıyor. Bir süre sonra topluca aptallığın kılcal damarlarında gezinir hale geliyoruz ama kendimizden memnuniyetimiz halel görmüyor…
İşin ilginç yanı toplumu (ülkeyi) bir arada bütünlük içinde tutan unsurlardan biri muhtemelen bu düşük akıl seviyesi. Bir yandan aptallığa işaret etmekten vazgeçmiyor, birbirimizi aptallıkla suçluyor, diğer yandan aynı ortak aptallığın bir üyesi olmaktan gocunmuyoruz.
Bu arada meşrebimize göre seçtiğimiz liderliklerin akılsızlığını görmezden gelmeye eğilimliyiz. Bunun farkında olmak bir nebze rahatsızlık yaratsa da bir akla teslim olmanın rahatlığı daha ağır basabiliyor. Hele liderliği temsil eden kişi ölmüşse söz konusu teslimiyet daha da kolaylaşıyor. Ölmüş rehberleri olası yanlışlarından arındırıp toplumsal zihinde yeniden kurguluyor ve onlara insan ötesi bir akıl atfediyoruz. Bu kişilerin aklı biz faniler için bir model teşkil ederken, aynı zamanda ulaşılamaz olana da işaret ediyor. Ne de olsa aynı akla ulaştığımız anda rehberin aklının sıradanlığını kabul etmemiz gerekebilir…
Bizi aşan bir akla ihtiyaç ve böyle bir aklın varlığından emin olma isteği, içinde yaşadığımız toplumsal hiyerarşinin tepesinin de zihnimizde ister istemez akılla donatılmasına yol açıyor. Böylece siyasi liderlik ve özellikle devlet ‘aklın’ bizim ulaşamayacağımız mertebelerini temsil edebiliyorlar.
Ne var ki basit ve sıradan ortalama aklı referans aldığımız zaman bile söz konusu liderlik ve devlet aklının çoğu zaman akılsızlıkla maruf ve bu akılsızlıkta ısrarcı olduğunu görüyoruz. Ancak toplum olarak birkaç ‘uyumsuz’ veya ‘kasıtlı’ muhalif ses dışında bu gözlemi fazla seslendirmiyoruz.
Akılsızı akıllı varsaymanın çelişkisini zihnimizde yumuşatıyor, durumu ‘gerçekliğin kaçınılmaz özelliklerinden biri’ olarak kategorize edip, yaşadığımız bilişsel şizofreniyi normalleştiriyoruz. Tabii zihniyetimiz sayesinde…
Bazılarımız (şu dönem giderek çoğunluğumuz) bu çelişkiden de zaman içinde kurtuluyor. Adaptasyon yeteneği ağır basıyor… Aptallığa belirli bir miktar taviz vermenin baya akıllıca olabildiğini keşfediyor. İktidar odaklarına yakınlaştıkça aptallaşmayı kabul etmek durumunda kalınıyor ama nihayette bunun küçük hayatlarımız açısından gayet akıllıca getirileri oluyor.
Öte yandan zaten daha aptal olanlarımızın bu türden bir çelişkisi yok. Onlar hevesle hiyerarşinin takipçisi oluyor, becerileri ölçüsünde başarı kazanıyor, kariyerlerinde yükseliyor, hızla olur olmaz mevkilere gelebiliyorlar.
Ve tabii nihayette onlar yönetiyor… Gördüğünüz gibi her şey bilimsel, doğal ve normal…