“Komünistin Eşkâli” (*) Abdulazim Şimşek’in doktora çalışmasının ürünü olan bir kitap. Dönemin gazetelerini, dergilerini, derneklerin yayınlarını ve hatıratlarını tarayarak ve orijinal arşiv belgeleri kullanarak hazırladığı bu çalışmada Şimşek, bir taraftan 1945-1971 yılları arasında Türkiye’deki anti-komünist faaliyetleri incelerken diğer taraftan iç ve dış gelişmeler bağlamında Türkiye siyasetinin bir panoramasını çizer.
Şimşek, Türkiye’de ilk ortaya çıktıkları andan itibaren komünizm ve sosyalizm kavramlarına “din ve İslam karşıtı” menfi bir anlam yüklendiğini ve bu anlamın Soğuk Savaş yıllarına kadar belli kesimde neredeyse hiç değişikliğe uğramadan varlığını koruduğunu belirtir. Sosyalist ve komünist hareketler daima iktidarların hışmına uğrarlar. II. Meşrutiyet’in atmosferinde doğan Osmanlı Sosyalist Fırkası ve onun yayın organı olan İştirak dergisi, İttihat ve Terakki’nin baskısına maruz kalır. 1924’te Şeyh Sait Hadisesinin ardından, kapısına ilk kilit vurulanlardan biri, sol basındır.
Tek Parti zamanında hemen her yıl komünist tevkifatı gerçekleştirilir, komünizme karşı kanuni tedbirler alınır. Türk milliyetçilerinin Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi işgal etmesinden ve akabinde ülkede komünist bir düzen tanzim etmesinden duydukları korku, komünizmle mücadelenin zeminini oluşturur. Türk sağının farklı bileşenleri, anti-komünizm paydasında bir araya gelirler.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Batı Bloku içinde yer alır ve Türk milliyetçilerinin anti-komünizmi de devletin resmi politikasına dönüşür. Böylece milliyetçilerin hareket alanı genişler; komünizm karşıtı faaliyetlerde büyük bir canlanma görülür. 1930’larda anti-komünizm daha ziyade “Türkçülük” üzerinden inşa edilirken, Soğuk Savaş yıllarında Kemalizm ve İslamcılık Türkçülükle bütünleşir ve komünizme karşı hat tahkim edilir.
“Ruhaniyetin tecellisine ait hakikatlerin en büyüğü”
Şimşek, 25 yıllık süreci 1945-1950, 1950-1960 ve 1960-1971 arası olmak üzere üç dönemde inceler. Her üç dönemde kronolojik olarak aktarılan olayların tamamından bahsetmenin imkânı olmasa da bazılarına mutlaka değinmek gerekir. Zira bunlar, siyasetin nasıl işlediğini göstermeleri bakımından önem arz eder.
Çok partili hayata dönmenin sancılarının çekildiği 1945-1950 arası dönemin en önemli hadiselerinden biri Tan baskınıdır. Hüseyin Cahit ile Zekeriya ve Sabiha Sertel arasındaki polemik, 3 Aralık 1945’te had safhaya çıkar. Hüseyin Cahit’in o gün Tanin’de yayınlanan “Kalkın Ey Ehli Vatan” başlıklı yazısı, binlerce kişiyi harekete geçirir. Ertesi gün çoğunluğu öğrenci olan 20 bin kişi “Sovyet yanlısı yayın” yaptıkları ve komünist oldukları gerekçesiyle başta Sertellerin Tan’ı olmak üzere dört gazete ve iki kitap evini basar. Sıkıyönetim altındaki İstanbul’da Emniyet Müdürlüğü’nün sadece üç sokak ötesinde gerçekleşen olaylar saatlerce sürer, gazeteler ve kitap evleri tahrip edilir.
Olayların ertesi günü İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, nümayişi tertip edenlere ve buna katılanlara dönük sert bir tebliğ yayınlar. Ancak devletin bütün tepkisi bununla sınırlı kalır. Buna mukabil, saldırıya uğrayan Serteller “hükümetin manevi şahsını tahkir” ettikleri gerekçesiyle bir yıla kadar hapis cezasına çarptırılır.
Olayların sorumluluğunun kimde olduğuna dair ortalıkta farklı kanaatler dolaşır. Sertellere göre, hadiselerin sorumlusu CHP’dir. Muhalif yazarlardan eleştiri oklarını Sertellere yöneltenler de vardır. Sağ cenahta ise genel bir hoşnutluk egemendir. Necip Fazıl’ın “Ruhaniyetin tecellisine ait hakikatlerin en büyüğü” olarak selamladığı Tan baskını, daha sonraki eylemler için anti-komünist mahfillere cesaret aşılar.
“Temiz şahsiyetleri kirletmek”
Cumhuriyet tarihinin en uzun süren Genelkurmay Başkanlığını yapmış olan ve dindar-milliyetçi kimliğiyle bilinen Mareşal Fevzi Çakmak da komünistlikle imtihana tabi tutulur. DP listelerinden bağımsız aday olarak Meclis’e girmesi nedeniyle Çakmak, CHP’nin şimşeklerini üzerine çeker. Dönemin içişleri bakanı Şükrü Sökmensüer, Çakmak’ın komünist olduğunu ve komünistlerle işbirliği yaptığını söyler. Çakmak’ın bazı solcu isimlerle İnsan Hakları Derneği’nin kuruluşunda yer alması da bu iddiaları güçlendirir.
CHP’nin gayesi Çakmak üzerinden DP’yi komünist bir teşekkül olarak sunmaktır. Komünistlikle damgalanmaktan çok rahatsız olan Çakmak, milliyetçiliğinin ve “sol temayüllerin muhalifi olduğunun” ve kendisinin de DP’nin de “komünist işleri ile bir ilgisinin olmadığının” herkes tarafından bilindiğini söyler. Onun adı, komünizmle kirletilemeyecek kadar büyüktür.
“Halk Partisi liderleri milletle hemhal olmuş temiz şahsiyetleri muhtelif bahanelerle kirletmekle milleti şuursuz saymak ve hakikate karşı koymak istiyorlar.” (s. 63)
Ancak, mareşalin isminin Sertellerle aynı cümle içinde geçmesi bile sağcı gazeteciler nezdinde güvenini kaybetmesi için yeterli olur. Onlar artık, mazisine ve aksi birçok demecine karşın mareşalin bir komünist olduğuna kanidirler. Peyami Safa, Ulus’taki köşesinde, Çakmak’ın kızıllığına kendince son noktayı koyar:
“Fevzi Çakmak’ın kızıllarla sıkı fıkı dostluk ettiğinden şüphesi olan varsa bizim de onun aklından şüphemiz vardır.” (s. 64)
“Stalin benim her şeyimdir. Gözümün, fikirlerimin ışığıdır. Beni yaratan odur”
Demokrat Parti’nin iktidarında geçen 1950-1960 arası dönemde anti-komünist faaliyetler kapsamında söz edilmesi gereken ilk hadise, Nazım Hikmet’in hapisten çıkması ve sonrasında yaşananlardır. Aslında Nazım’ın affedilmesine ilişkin talepler DP’nin iktidar olmasından önce başlar. DP iktidara gelir gelmez af talebini gündemine alır ve bir af kanunu çıkartır. Nazım’ın affedilip affedilmemesi gerektiği hususu DP içinde tartışmalara neden olur, parti grubu ikiye ayrılır ama nihayetinde Nazım da kanundan istifade eder.
Hapisten çıkan Nazım, Romanya üzerinden Sovyetler Birliği’ne kaçar. Moskova’ya ayak basar basmaz, Sovyet resmi ajansı Tass’a bir demeç verir. Bu demeçte sarf ettiği sözler Türkiye’de fırtınalar kopartır ve Türk sağına büyük bir propaganda malzemesi sağlar:
“O denli mutluyum ki anlatamam… Ben bugün Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çocuğuyum. Ve 24 yıl sonra vatanıma geri dönmenin mutluluğundayım… Beni karşıladınız. Ağırladınız… Bu arada hemen eklemeliyim ki, Stalin benim her şeyimdir. Gözümün fikirlerimin ışığıdır. Beni yaratan odur. Moskova’da onun ismini verdiği üniversitede, onun ışığıyla feyizlendim.” (s. 91-92)
Türk solu Nazım’a ne kadar değer veriyorsa Türk sağı da Nazım’a o kadar nefret doludur. Stalin’e methiyeler düzen ve Sovyetleri “gerçek vatanım” olarak göklere çıkaran bu sözler, Türk sağı için Nazım’ın hainliğinin tescillenmesidir. Ona ve onun hapisten çıkması için kampanya düzenleyenlere dönük öfke ve nefretin boyutu büyür. Nazım’a “kızıl köpek” diyen Büyük Doğu dergisi, Nazım’ın affı için imza veren aydınların isimlerini dört gün boyunca “Yüzleri Kızarsın, Yeter!” spotuyla yayınlar. Milliyetçi gençliğin düzenlediği bir toplantıda Nazım kastedilerek “vatansız piç” diye slogan atılır.
“Birkaç tanesi sallandırılmış olsaydı kızıllar bu kadar şımarmazdı”
DP, 1951’de komünizm ile ilgili Türk Ceza Kanunu’ndaki 141 ve 142. maddeleri ağırlaştırmayı ve sonrasında büyük bir komünist tevkifatı yapmayı planlar. Yasada değişiklik yapılması için Meclis’teki görüşmeler sürerken, DP ve CHP’nin ortak imzasıyla teklife “ölüm cezası” da ilave edilir. “Dinsiz birisi bile komünistten daha evladır” diyen Arif Nihat Asya, teklif hakkında konuşurken, komünistlerden kurtulmak için onlara ölüm cezası vermekten başka bir çarenin olmadığını söyler:
“Yalnız dış cemiyeti değil, hapishanenin dış cemiyetini de bu adamların şerrinden kurtarmanın tek bir çaresi vardır; sehpa… veya iki çaresi vardır: sehpa ve kurşun. Zaten imkân olsa da birkaç kızıl sallandırılmış olsaydı, kızıllar bu kadar şımarmazlardı. Milletin hiç değilse bir-iki komünisti asılı görmek hakkıydı. Bu biçarelerden birini olsun asılmış görmeden gidersem gözüm arkada kalır… Komünizm, tehlikelerin en pratiği ve en aktüelidir; ip ister ip! Kastamonu kendiri ister.” (s. 95)
Kanuna idam cezası eklendikten sonra devlet hemen operasyona başlar. Sevim Belli ile başlayan dalga kısa sürede büyür ve tutuklananların sayısı 200’ü geçer. Mustafa Suphi’nin katledilmesinin ardından Türkiye’de hemen her yıl komünist tevkifatı yapılır ama 1951’deki kapsamlı ve sistemlidir. Tutuklamaların büyük boyutlu olması, işin içinde bir Amerikan parmağının olduğu iddialarını gündeme getirir. Türkiye’nin ABD’den aldığı yardımın karşılığı olarak komünistleri tutukladığı iddialarının artması üzerine dönemin ABD büyükelçisi bir açıklama yapmak mecburiyeti hisseder:
“Amerikan yardımı Türkiye’de çok muvaffak olmuştur. Fakat Türkiye, komünistleri bu yardım sayesinde barındırmamıştır şeklinde bir mütalaada bulunmak doğru olmaz. Zira Türkiye’ye Amerikan yardımı yapılmamış olsaydı bile gene Türk milleti ve hükümetinin komünistleri bu memlekette yaşatmayacağından hiçbir şekilde tereddüt edilemez ve ben de etmedim.” (s.98-99)
“Milli felaket diyebileceğimiz ağır bir vaziyet”
6-7 Eylül Olaylarında da fatura komünistlere çıkarılır. Olayların büyümesine göz yuman ve suçluları başka yerde arayan DP iktidarı, eleştiriler karşısında suçu basına ve komünistlere yıkar, Türkiye’nin dışarıdaki itibarını bozmak için solcuların bu provokasyonu tertip ettiğini söyler. Başbakan Menderes, Meclis grubunda komünistlerin Kıbrıs gerginliğini fırsat bilerek 6-7 Eylül oylarını çıkardığın belirtir.
“Müsait olan zemini fevkalade üstadane, maharetler ve soğukkanlılıkla istismar eden komünistler milli felaket diyebileceğimiz ağır bir vaziyet vücuda getirmişlerdir.” (s. 103)
DP, basından aykırı bir ses çıkmasını engelleme çabasına girişir. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına atanan Korgeneral Nurettin Aknoz “6-7 Eylül Olaylarını komünistlerden başkalarının yaptığı yolunda yazı ve yorumlar yasaktır” diye kesin emir verir. Ancak basın pek hizaya getirilemez. Aziz Nesin’e göre hükümetin tavrı, olaylar kontrolden çıkınca suçlu bulma telaşının bir yansımasıdır. Hüseyin Cahit’e göre hükümetin “memlekette komünist tehlikesi var” gibi bir algı oluşturma çabaları yersizdir. CHP “böylesine yaygın ve organize bir saldırının komünistlerin üzerine yıkılamayacağını” bildirir, “olaylarda hükümetin en azından ihmali bulunduğunun” altını çizer.
6-7 Eylül’den sonra Kıbrıs Türktür Cemiyeti kapatılır. 2057 kişi gözaltına alınır. Gözaltına alınanlardan “komünist” olanların sayısını Hulusi Dosdoğru 45, Dilek Güven 48 ve Milliyet gazetesi de 87 olarak verir. 1956’da gerek solcuların gerek Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin tutuklu üyelerinin davaları beraatla sonuçlanır.
“Ancak olay burada bitmemiş, Yassıada Mahkemelerinin en önemli başlıklarından biri olmuştu. Öyle ki Yüksek Adalet Divanı, 5 Ocak 1961 tarihinde Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’ya olayları tertiplemek suçundan mahkûmiyet kararı vermişti. Çünkü darbeden sonra Köprülü olaylardan hükümeti sorumlu tutan açıklamalar yapmıştı. ‘Olayların çıkacağından öncesinde haberimiz vardı. Ancak oluş saatini tam olarak bilmiyorduk’ gibi sözler sarf ederek adeta itirafta bulunmuştu.” (s. 105)
“Komünizm insanlığın baş belasıdır”
27 Mayıs’tan sonra anti-komünist histeri daha geniş bir alan yayılır ve sokaklara taşınır. Kapatılan DP’nin yerine kurulan Adalet Partisi’nin milliyetçi-muhafazakâr kimliğinin biçimlenmesinde en önemli rolü anti-komünizm oynar. AP, anti-komünist cephenin önde gelen aktörlerinden biri olur. Fakat Demirel, Menderes’ten farklı olarak, Sovyetler ile olan ilişkileri asgari seviyede tutmaz, ticaret ile ideolojiyi birbirine karıştırmaz.
Demirel’in bu siyaseti, anti-komünist çizgide bir kırılma yaratır. Çünkü 1940’ların ortalarından 1960’ların ortalarına kadar Türkiye’de anti-komünizm, aydınlara ve basına karşı yürütülen bir sindirme politikasıdır. Ancak Sovyetlerle ilişkilerin normalleşmesi ve 27 Mayıs’tan sonra solun güçlenmesi ile birlikte anti-komünizm de mahiyet değiştirir. “Sovyet tehdidi” bir iç politika malzemesi olma vasfını kaybeder ama “komünizm” daha sert mücadele edilmesi gereken bir iç tehdide dönüşür.
1960’lardan itibaren sol gençlik, dünyadaki siyasi havaya paralel olarak sokaklara iner, devrimciliği ve gerillacılığı romantize eder. Devlet de buna karşı gardını alır; bir yandan fikri mukabelede bulunur, diğer yandan da anti-komünizmi meydanlara kanalize eder. Mesela TÜRK-İŞ 1962’de bir “komünizmi telin” mitingi düzenler. Sık sık “Kahrolsun komünizm” sloganlarının atıldığı mitingde işçiler, üzerlerinde “Türk âleminin en büyük düşmanı komünizmdir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir. Komünizm insanlığın baş belasıdır. Hür dünyadan komünizm mezalimi altında hürriyet diye inleyenlere selam. İnsanlık idealinin bekçisi ve koruyucusu NATO ve CENTO’yu destekliyoruz” vb ifadeler bulunan dövizler taşırlar.
“Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman”
Anti-komünistler, bütün solcuları aynı görürler, aralarındaki farklarla ilgilenmezler, hepsini tek bir potada eritir ve hepsine karşı keskin bir mücadele verilmesini savunurlar. Solcuların “Uyanış” adını verdikleri mitinglere karşı milliyetçi-muhafazakâr örgütler “Şahlanış” mitingleri yapmayı kararlaştırırlar. Bursa’da yapılan ilk mitingde konuşan Milli Türk Talebe Cemiyeti’nin genel başkanı İsmail Kahraman, tamamı ana damarın dışında olan solcu teşekküllerin hepsinin bir şekilde halledilmeleri, bu bağlamda TİP’lilerin de sınır dışı edilmeleri gerektiğini söyler. Necip Fazıl, İnönü için “Yoldaş İnönü” tabirini kullanır.
MTTB’nin bu mitingi büyük tepki toplar, irtica ile suçlamaların ardı arkası kesilmez. Daha önce “komünizmi telin” mitingi düzenleyen TÜRK-İŞ’ten bu kez MTTB’ye bir ayar çekilir. Anayasanın sınırlarını çizdiği din ve vicdan hürriyetine gönülden inandığını belirten TÜRK-İŞ, Anayasanın kapsamı dışına çıkan yapılar için “yurdumuzu Ortaçağ karanlıklarına götürecek hilafetçilik ve ümmetçilik akımlarının… sahiplerine yumruğumuzu indireceğiz” diyerek sopa gösterir.
MTTB buna karşın geri adım atmaz, Ankara’da ikinci bir Şahlanış mitingi düzenler. Kendilerine dönük “irtica ve gericilik” ithamlarına karşı “Esas irtica komünistliktir. En büyük gericilik, komünistliktir” diyerek karşı koyar. Mitingde “Ey Türk titre ve kendine dön”, “Türk’ün ebedi düşmanı Moskova’dır” ve “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” gibi milliyetçi-muhafazakâr düşünceyi özetleyen dövizler boy gösterir.
Ancak bu mitinge de çok sert reaksiyon gösterilir. Asker rahatsızlığını dışa vurur, basın olayı büyütür. Mitingin arkasında olduğu belirtilen AP, daha büyük tepkilere hedef olmamak için, daha önce destek verdiği bu mitinglere karşı olduğunu açıklar. Yine de anti-komünist mitinglerden vazgeçilmez. MTTB öncülüğünde bu kez Komünizmle Savaş Mitingi düzenlenir.
Önce İstiklal Marşı, ardından Fatiha okunarak başlanan, Gazi Osman Paşa Marşı’nın çalındığı ve “Komünistlere ölüm, Dost Amerika, Muhteşem Süleyman yanındayız” gibi sloganların atıldığı mitingde, ordu ve işçiler komünizme karşı mücadele etmek için saflara çağrılır. MTTB Başkanı İsmail Kahraman, mitinge katılanları “komünistlerle ve sosyalistlerle cihada” davet eder. “Ordu gençlik el ele, komünistler hergele” diye tempo tutulur. Ordu, hem sağcılar hem de solcular için, karşıtını ezmek amacıyla yanına almak istediği bir güçtür.
“Kızılları boğmanın vakti geldi”
Kanlı Pazar, böyle bir atmosferde gerçekleşir. Solcuların 6. Filo’yu protesto etmek için Beyazıt Kulesi’ne bir flama asmaları, milliyetçi çevrelerde “Beyazıt’a kızıl bayrak asıldı” şeklinde provokatif bir dille sunulur. Bilhassa Mehmet Şevket Eygi’nin sahibi olduğu Bugün gazetesinin yayınları çok kışkırtıcıdır. 12 Şubat 1969’da “Tarihimizin En Kara Günü: Beyazıt Kulesine Kızıl Bayrak Asıldı” manşetiyle çıkan gazete, 14 Şubat’ta “Kızıl Bayrak Asanlara Son İhtar” başlığı altında “Müslüman İstanbul Halkına” kızıllara gereken cevabı vermek için Beyazıt’a gelmeleri çağrısında bulunur.
Bugün Gazetesi, 15 Şubat’ta “Kızılları Boğmanın Vakti Geldi” diyerek, bir nevi olacakları haber verir. 16 Şubat’ta Eygi “Cihada Hazır Olunuz” başlığı atar:
“Müslümanlar ile kızıl kâfirler arasında topyekûn savaş kaçınılmaz hale gelmiştir… Bu sefer hedef Türkiye’dir. Gaye, Türkiye’yi komünizm denilen küfür nizamı içine sokmak ve oradan bütün âlem-i İslâmı istila etmektir.” (s.142)
17 Şubat‘ta Bugün, bu kez “Komünistler Halka Hücum Etti: Dört Ölü Yetmiş Yaralı” başlığıyla çıkar. Gazeteye göre, çatışmayı planlayanlar solculardır ve elbette ki kendilerinin hiçbir sorumluluğu yoktur. Kanlı Pazar, tarihe, sağ ve solun karşılıklı olarak birbirlerini suçladıkları en karanlık ve utanç verici sayfalarından biri olarak geçer. Sonradan ortaya çıkan belgeler, İstanbul Valiliği ve Emniyetinin gelişmeleri bire bir bildiği ve toplanma çağrılarından haberdar olduğunu gösterir.
“O günlerin kaotik ortamında bulunduğu mahallede dile getirilenlerin hilafına, Nurettin Topçu olaya farklı bakmıştı. Topçu, Kanlı Pazar’ı bir facia olarak değerlendirmiştir… Amerika uğruna Müslüman çocukların birbirlerini öldürmemesi gerektiğini ifade etmişti. Hele ki Kısakürek ve Eygi’de fazlasıyla bulunan Amerika’nın ‘ehveni şer’ olduğu pragmatizmini kesinlikle reddetmişti. Topçu, Eygi’nin okurlarını cihada davet ettiği yazısına imada bulunarak, ‘Cihad, din kardeşini öldürmek midir?’ diye sorgulamıştı.” (s.143)
Anti-komünizm: Milliyetçi-muhafazakârların buluşma noktası
27 Mayıs’tan 12 Mart’a kadar geçen süredeki anti-komünizm, önceki dönemlerden aktörleri ve boyutu itibariyle farklılaşır. Daha önce Kemalistler, İslamcılar ve milliyetçiler anti-komünizmde ortaklaşırken, 1965’ten sonra Kemalistlerde anti-komünist söylem görünmez olur. Atatürk devriminin tehdit altında olduğu algısı nedeniyle laiklik daha fazla vurgulanır, komünizmden ziyade şeriatçılık hedefe konulur.
Buna mukabil milliyetçi-muhafazakâr cephede de, komünizme karşı başvurulan Kemalist argümanlar giderek seyrekleşir. 1916’da “kurt” amblemi ile kurulan MTTB’nin 1965’te el değiştirmesiyle de Kemalizm ile köprüler atılır. MTTB sokağın hâkim unsurlarından biri olur ve diğer dernekleri de yönlendiren bir orkestra şefi işlevi görür.
Milliyetçi-muhafazakâr yapıları bir arada tutan veya işbirliği yapmalarını sağlayan en önemli unsur, çoğunlukla sanıldığı gibi din değil, anti-komünizm olur. Demirel, Erbakan ve Türkeş’in dini algılama ve yaşama tarzları birbirlerinden farklıdır ama onlar anti-komünizmde aynı noktada buluşurlar. 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren bu bloğun başta mitingler olmak üzere bütün faaliyetlerinde temel amaç, hızlı bir şekilde gelişen sola karşı bariyer oluşturmak, sokakları sola bırakmamak ve sola karşı koymak olur.
Bu amaç, kaçınılmaz olarak, anti-komünist söylemi sınırlandırır. Mitinglerde yapılan konuşmalara bakıldığında, özgürlük talebinden ziyade, karşı olunanların susturulmasını isteyen bir dilin hâkim olduğu görülür. Keza dil çoğunlukla tekdüze, basmakalıp, pejoratif, cinsiyetçi ve şiddet doludur. Milliyetçilik ve İslamcılık, bu şiddet dilini meşrulaştırmak için kullanılır. Şimşek, anti-komünistlerde entelektüel derinliğin olmamasını, sağcı gençliğin güçlü ideolojik araçlardan yoksun olmasına bağlar.
“Elbette ki Nurettin Topçu, Erol Güngör ve Mümtaz Tarhan gibi aydınlar vardı. Ancak onlar, popülist retoriğe daha yatkın, demagog Necip Fazıl, Arif Nihat Asya ve İlhan Darendelioğlu’nu da okumayı değil, dinlemeyi tercih etmişlerdi.” (s. 149)
(*) Abdulazim Şimşek; Komünistin Eşkâli, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021.
Perspektif, 30.01.2022