Edelman Trust adlı bir ABD vakfı mukayeseli saha çalışmaları yapıp ‘Barometer’ adı altında yayınlıyor. Geçenlerde açıkladıkları bir bulgu şöyleydi: Gelecek beş yıl içinde kendileri ve ailelerinin ekonomik açıdan daha iyi durumda olacağı umudunu dile getirenlerin oranı demokrasiyle yönetilen ülkelerde yüzde 20 ila 40 arasında iken, Çin’de yüzde 67, Hindistan’da yüzde 80 olmuş…
Çalışmayı yapanlar bu bulgudan ne sonuç çıkardılar bilemiyorum ama bilimsel açıdan bakıldığında söz konusu ‘mukayeseli’ araştırmaların çoğu israf olabilir. Çünkü hedefledikleri ‘objektif’ resmi üretecek bir ölçü aletine sahip değiller.
Hayat göreceli bir algı zemini üzerinde yaşanıyor. Neye maruz kalırsak onu az çok kanıksıyor ve zihnimizde ‘normal’ durum olarak tanımlıyoruz. Aksi halde zorluklara katlanmak, hayatı verimli bir şekilde sürdürmek çok güç olurdu. Daha güzel hayatların varlığının farkında olmamız bu durumu değiştirmiyor. ‘Olması gerekene’ ilişkin bilgi, beklenti ve hayaller, buna sahip olmayan insanı depresif yapabilir. Ancak bu esas olarak bilinçte yer alan ve nispeten kolay kurtulacağımız bir kaygı. Öte yandan bilinçdışımız kendi gerçekliğimizi temel alıp bizi ona hazır tutuyor. Nitekim bu tür anketler esas olarak bilinçdışımızın ‘duygusunu’ kaydediyor.
Dolayısıyla örneğin gelişmiş ülkelerde umutlu olma oranının düşüklüğü, hayat standardına ilişkin nesnel bir gösterge oluşturmaktansa, hayat koşullarının değişme potansiyelinin zayıflığını gösteriyor. Oturmuş sistemlerde kişinin kendi koşullarını değiştirmesi daha zor iken, kuralların belirsiz veya keyfi olabildiği ülkelerde insanlar bir anda hayat seviyelerinde büyük sıçramalar hayal edebiliyor.
Bu çalışmalarda sıkça karşımıza çıkan ‘mutlu musunuz’ sorusunun da neyi ölçtüğünü söylemek zor. Bir durumu mu, duyguyu mu, yaşanmışlığı ya da yaşanmamışlığı mı… Dahası yanıtlar bilinçdışına ait olduğu ölçüde verilen cevap bir kültürü, giderek bir zihniyeti ima ediyor. Gelişmiş ülkelerde egemen olan zihniyet belki de ‘olumsuz’ cevabı daha mümkün kılıyor. Azgelişmiş ülkelerde ise aksine ‘olumlu’ cevap daha kolay ifade edilebiliyor. Belki de kötü fiziksel koşullarda yaşanmasına rağmen ‘mutlu’ olduğunu söyleyebilmek bir psikolojik direnci gösterdiği için kişiye iyi de geliyor…
Nihayet karşınıza gelen anketöre ülkeniz ve kültürünüze ilişkin neyi söylemek isteyip istemediğiniz de önemli olabilir. Bireyselliğin hâkim olduğu bir kültürde sistemi ya da devleti kötülemek daha kolay. Aksine cemaatçi ve hiyerarşik bir kültürde ise, sahiplenme ve koruma içgüdümüz öne çıkar…
Bilinçdışının karmaşık adaptasyon mekanizması bu tür sorulara bizi rahatlatan, hayata devam etmemizi sağlayacak yanıtlar üretir. Söz konusu adaptasyon bir zihniyet bileşimi içinde meşrulaştığı ölçüde de verdiğimiz cevaplar ancak söz konusu zihniyet çerçevesi içinde anlamlı olacaktır.
Diğer deyişle farklı zihniyetlere sahip toplumları ‘evrensel’ sorular üzerinden mukayeseli analize tabi tutmak sahte sonuçlar üretmekten başka işe yaramaz. Öte yandan zihniyet farklılığı temel alınarak yapıldığında, mukayeseli yaklaşım son derece verimli ve yaratıcı olabilir.
Son iki yazım aptallık üzerineydi ve aslında bu da öyle… Aptallığın da sıradan bir insani özellik olarak zihniyetle doğrudan bağlantılı olduğunu öne sürüyorum. Bunun anlamı bazı zihniyetlere doğan kişilerin kendiliğinden daha akıllı ya da aptal olması değil. Farklı zihniyetlerin farklı aptallıklar üretmesi…
Mukayeseli bakış Doğu/Batı dikotomisinin aptallık konusunda da geçerli olduğunu gösteriyor. Bizim ataerkil/otoriter zihniyetimiz aptallığı kültürel bir norm haline getirebiliyor. Cemaatçi yapılar içinde belirli aptallıkları normalleştiriyoruz. Hayata, gerçekliğe, kendimize ve ötekine dair kanaatlerimizi cemaatçi kültürün içinde yoğurup kalıplaştırıyoruz. Kamusal alan bu kısıtlar altında, farklı cemaatlerin karşılaştığı bir gerilim alanı olarak ortaya çıkıyor ve karşılıklı aptallığı teşvik eden bir zemin oluşturabiliyor. Siyaset ise bu zeminden beslenerek müdahaleciliği, çıkarcılığı ve devletçiliği ‘alan genişletme’ araçları haline getiriyor.
Sonuçta hemen her alanda işin doğrusunu bilip iyi yapabilecek kişilere sahip olmakla birlikte onları kullanmıyoruz. Bilgiyi toplum lehine harekete geçiremiyoruz. Aksine bilgiyi reddeden, kendinden mülhem bir ‘bilgi’ vazeden, giderek bilgiye ihtiyaç duymayan bir yönetim biçimine kayma istidadı gösteriyor ve bundan pek de gocunmuyoruz. Aptallığı kanıksamış, benimsemiş, kültürleştirmiş durumdayız…
Bizimki doğrudan zihniyete gönderme yapan, cemaatçilik ve yaşam biçiminden güç alan bir aptallık. Örnek gerekirse dindarların doğal seçim (evrim) olgusunu reddetmeleri, ya da bazı solcuların ‘yetmez ama evet’ karşıtlıkları bu türden. Her ikisi de bilgiye dayanmıyor, bilgiyi reddediyor ve bilgiye ihtiyaç duymayan bir ‘haklılık’ arıyor. İdeolojik gibi gözüküyor ama değil… Her ikisi de dar cemaatçiliğin klişelerine sığınarak kendisine yapay bir gerçeklik, iç huzuru veren bir nihai çözümleme, kişiliğini ‘kurtaracak’ bir temel farklılaşma arıyor. Her ikisi de aptalca… Karşıdan bakıldığında apaçık, ama söz konusu kişilerin kendilerinde göremediği, bilinçdışı aptallık halleri.
Batılıların aptallığı bizimkine benzemiyor. Onlar modern. Sadece kılık kıyafette, şehircilikte ya da siyasi parti kültürlerinde değil, zihniyette modernler. Nitekim zihniyetleri farklı olmasaydı, diğer özellikleri de olamazdı. Öte yandan ‘modern’ zihniyet diye bir şey yok… Modernlik relativist zihniyetin 11. Yüzyıldan başlayarak adım adım Avrupa’da zihinsel bir dönüşüm yaratmasının ve bu dönüşümün insani ilişkilere, kurumsallaşmalara, yönetim biçimine egemen olmasının sonucuna verilen ad.
Tarihsel olarak modernlik otoriter/ataerkil zihniyet bileşiminden relativist/otoriter zihniyete yüzyıllar içinde geçiş arka planına oturuyor. Bu zihniyet bileşimi bugün devlet yapılanmasından vatandaşlık anlayışına, kimlik algısından yaşam biçimine bütüncül bir kültür üretmiş durumda. Öte yandan söz konusu zihniyet bileşiminde manevi üstünlük relativizmde. Meşruiyeti sağlayan o… Otoriterliğin öne çıktığı anlarda bile felsefi gerekçelendirme relativizm üzerinden.
Basitçe söylemeye çalışırsak bu zihniyetin temelinde, maddi dış gerçeklikle zihnimiz arasında kişisel deneyimlerden üreyen bir mütekabiliyet olduğu varsayımı yatıyor. Buradan hareketle herkesin deneyiminin farklı olduğunu, kimsenin bir başkasının deneyimine tümüyle sahip olamayacağını, deneyimlerin mukayese edilebilir olmadığını öne sürebiliriz. Diğer deyişle hiçbir konuda ‘doğru algının’ ne olduğunu söyleyecek biri yok. Doğru kimsenin tekelinde olmayıp, herkesin kendi doğrusu var ve bunu bir başkasının sorgulaması abes.
Relativist zihniyet bugün güçlü bir ideoloji tarafından taşınıyor: Liberalizm. İlginç olan, birçok liberal kendi yaklaşımlarının mutlak doğru olduğuna fazlasıyla emin gözüküyor. Ne var ki ideolojilerin işlevi de zaten bu: Gerçeklikle ilgili kapsayıcı, iç tutarlılığa sahip bir anlama, açıklama ve öngörü tasavvuru sunmak…
Liberalizm relativist zihniyetin ana kabulünü ekonomi ve siyaset alanına başarıyla taşımış durumda. Neoklasik iktisat teorisi de liberal demokrasi anlayışı da farklılıklara sahip bireylerin varlığını ve bunların kamusal alanda eşit koşullarda karşılaştıklarını varsayıyor. Piyasaya da siyasete de giriş çıkış serbest, herkes kendi kararını veriyor ve toplumsal sonuçlar söz konusu kişisel kararların göreceli niceliksel ağırlığı ile ortaya çıkıyor. Çözüm hemen her zaman bir tür oylamayı, kişi saymayı gerektiriyor, çünkü kişiler arasında ne iktisadi ne de siyasi açıdan niteliksel mukayeseler yapıp kararları buradan türetmek meşru değil.
Böylece aptallığa gelebiliriz, çünkü her ideoloji kendi aptallığını üretir. Bunu otoriter/ataerkil zihniyet bileşiminin hâkim olduğu tarihsel momentlerde görmek kolay. Faşizm, Nazizm, Leninizm ya da Talibanizmin birer ideoloji olarak yarattıkları insani ve zihinsel tahribat ortada. İnsan ilk bakışta liberalizmin bunların tam zıddı noktada durduğu için aptallıktan muaf olacağını sanabilir. Başkalarının ideolojilerine aptallık atfederken, kendi ideolojimizi genellikle akıllılıkla taçlandırma içgüdüsüne sahibiz.
Her ideoloji kendi ön kabullerini gerçeklik mertebesine çıkardığında aptallığın kapısını aralar. Sonrası uygun bir anın, konjonktürün ya da meselenin gündeme gelmesini bekleyecektir. Örneğin Covid-19 da bunu yaptı… Mücadelenin esası korunma ve aşılanma. Başarı herkesin buna uygun davranması sayesinde elde edilebiliyor. Ne var ki liberal ideoloji kişinin kendi kararlarını almasının kutsal bir hak olduğunu vazediyor, tüm kültürel ve yönetimsel gerçekliği buna dayandırıyor. Bedenin kişiye ait olduğu, kimsenin bir başkasının bedeni üzerinde tasarrufta bulunamayacağı savunuluyor. Bu anlayışın temelinde de relativizmin algıların mukayese edilemeyeceği kabulü yatıyor…
Bu durumda aşı karşıtlarına ne söylenebilir? Onlar relativist zihniyeti ve liberal ideolojiyi en temelde, ‘gerçek anlamıyla’, tavizsiz şekilde sahiplenen kişiler! Kimsenin onlara ‘aşı ol’ deme hakkı yok, çünkü aşı doğrudan ve sadece kişinin bedenini etkiliyor. Aşı kampanyası kişisel olması gereken bir tercihi toplumsallaştırarak otoriter zihniyeti pekiştiriyor. Aşı karşıtları aşı taraftarlarına ‘aşı olmayın’ demediğine göre, aşı taraftarlarının da karşıtlara ‘aşı olun’ demesi meşru değil. Hele bunu yasaklar koyarak, zor kullanarak yapmaya kalkmaları doğrudan faşizan bir zorbalık…
Yukardaki muhakeme liberal ideoloji içinde tümüyle doğru. Eğer liberalseniz, kendinizle çelişkiye düşmeden aşı karşıtlarına karşı çıkamazsınız. Öte yandan ortada apaçık bir toplu aptallık var. İnsanlar aşı karşıtlığı nedeniyle hem ölüyor hem de başkalarının hastalanmasına ve ölmesine neden oluyor. Sonuçta pandeminin süresi uzadığı için aşı karşıtlarının ölüm riski de yükseliyor. Diğer deyişle aşı karşıtlığı bizzat bunu savunan insanların ölüm ihtimalini artırıyor. Bariz bir aptallık hali ile karşı karşıyayız…
İyi de Batı’nın eğitim tedrisatından geçmiş, modern zihnin melekelerini edinmiş bunca insan nasıl oluyor da böylesine apaçık bir aptallığın parçası olabiliyor? Devlete, sisteme, her türlü otoriteye karşı duyulan alerjiyi bir yana bırakalım… Aşı karşıtları kendileri için alternatif bir ‘bilgiye’ dayanarak bu aptallığı kendi gözlerinde kamufle ediyor. Apaçık bilgiyi görmezden gelip uydurulmuş bir gerçeklik varsayımı üzerinden kulaklarına (bilinçdışına) hoş gelen ‘bilgiler’ üretiyorlar. Militanlaştıkça bilgiye ihtiyaç da kalmıyor. Gerçeklik onlar için ‘aydınlanıyor’, önermelerini irdeleme ihtiyacından tamamen kurtulup aktivizmin coşkusu içinde sürüklenerek ‘birey’ oluyorlar.
Çelişkili değil… Sürünün parçası oldukça kendinizi daha çok birey hissedebiliyorsunuz. Çünkü buradaki ‘birey’ artık kişiyi değil, kişinin kendi gözündeki algısını ifade ediyor. Yani ideolojik hale gelmiş, aptallık üretmeye müsait bir birey. Ardında aptal bireyi üretmeye müsait, aptallaşmayı meşru kılan bir ideoloji ve onun da ardında da söz konusu aptallaşmayı normal kılan bir zihniyet…
Batı’da sıradan aptallığın sorunları yaşanmıyor. Relativist zihniyet sıradan aptallığın kültüre hâkim olmasını engelleyebiliyor. Ancak aynı zihniyet ideolojik aptallığı engellemek bir yana, besleyebiliyor.
Bu aptallığın nasıl normalleşebildiğini idrak etmek açısından ABD’deki silah sahipliği ‘hakkını’ hatırlayabiliriz. Özellikle Orta Batı diye tabir edilen bölgede insanların doğal olarak silahlandığını, silahla yaşadıklarını, bunu temel bir insan hakkı olarak gördüklerini biliyoruz. Bunun ne denli tehlikeli bir durum olduğu hemen her yıl birkaç örneğini gördüğümüz amaçsız katliamlarda ortaya çıkıyor. Toplumsal açıdan apaçık bir aptallık hali…
Ne var ki liberal ideoloji açısından koruma altında olan bir eğilim. Öldürmek tabii ki onaylanmıyor ama iş ‘kendini korumaya’ geldiğinde söylenecek şey pek kalmıyor. Çünkü kişi kendini korumasız, tedirgin ve tehlikede hissettiği için silah taşımak istediğini (ihtiyacı içinde olduğunu) beyan ettiğinde hissiyatının yanlış olduğunu söyleyecek durumda değiliz. Her kişinin algısı farklı, herkes kendi özgür tercihini yapacak rasyonaliteye sahip, kimse diğerinin rasyonalitesini yargılayacak durumda değil…
Dolayısıyla silahseverlere liberalizmin içinden söylenecek anlamlı bir itiraz yok. İdeoloji kendi sınırına zorlandıkça, yani temel kabulleri gerçeklik mertebesine çıkartıldıkça aptallık üretiyor, toplum o aptallığa mahkûm oluyor ve giderek söz konusu tür aptallık sıradanlaşıp hayatın diğer alanlarına da sirayet ediyor.
Liberal ideolojinin ve ona zemin oluşturan relativist zihniyetin nihayette aptallık üretilmesine neden olan temel sorunu ortak bir ahlak kuramaması. Herkesin kendi tercihine kutsiyet atfettiği, özgürlük alanını olabildiğince genişletmeye çalıştığı, farklılıklara ancak bireysel düzeyde kaldığı takdirde müsamaha gösterilmesinin ‘doğru’ olduğu bir sosyalleşmede ortak ahlak oluşturmak bir önkoşul gerektirir: Bireylerin kültürel olarak benzer, homojen olmaları…
Modernlik laiklik ve milliyetçilik üzerinden böyle bir homojenleşme üretmiş durumda. Ancak aşı karşıtlarının ve silah savunucularının gösterdiği üzere, yaşam biçimlerinin daha alt katmanlarına inildiğinde homojenlik kayboluyor ve liberalizm birbirine benzemeyen bireyler arasında etkileşim üretmekte aciz kalıyor. Çünkü bunlar artık birey değiller… Bireyi kuşatan alt ideolojik cemaatleşmelerden söz ediyoruz. Ne var ki liberalizm grupları muhatap alabilecek bir epistemolojik zemine oturmuyor.
Modernlik sadece toplumun alt katmanlarına inildiğinde değil, topluma bir üst katmanın ‘yapışması’ durumunda da aptallık üretmeye yatkın. Göçmen meselesi böyle… Dışarıdan, farklı kültürlerden gelip grup haline kendilerine bir yaşam biçimi arayan insanlar karşısında modernlik çaresiz kalıyor. O insanları ‘bireyselleştirmek’ için nafile bir çaba gösteriyor. Öte yandan sistemin böyle davranmasında bir mantık var, çünkü bireyselleşmedikleri zaman o gruplar birer tehdit olarak algılanıyor.
Ancak bu çabalar göçmenlerce asimilasyon olarak görülüyor ve olası bir entegrasyon imkânını zora sokuyor. Ne var ki liberalizmi veri aldığımızda entegrasyon ihtimali yok. Bu gerçeği kabullenmek ise çok zor… Nitekim sonuçta modern devletler çözümü liberalizm içinde aramaya devam ediyorlar, çünkü onlara göre en gelişmiş ve ‘akıllı’ ideoloji bu…
Arayış bu şekilde devam edip bir zorlamaya dönüştükçe de ellerinde sadece aptallık kalıyor. Peygamber karikatürleri olayının ortaya koyduğu gibi… Liberaller dalga geçme hakkını savunup, ‘sen de bizle dalga geçebilirsin’ diyor. Ama böylece birlikte yaşama ihtimalini hızla yok ediyor, çünkü ‘öteki’ dalga geçmek de geçilmek de istemeyebiliyor.
Velhasıl Batılılar bize benzemiyor. Daha gelişmişler. Aptallıklarının bile daha gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz. Biz henüz sıradan aptallığın sınırlarını aşamadık. Onlar aştılar ama kendilerini (tarihsel açıdan bir anda) ideolojik aptallığın içinde buldular ve bu aptallığın sıradanlaşması karşısında epey çaresiz gözüküyorlar.