“Eski minder /Yüzünü göster /Göstermezsen bir poz ver /Güzellik mi, çirkinlik mi? /Havuz başında heykellik mi?” Bir zamanlar bu tekerlemeyle “Güzellik mi-çirkinlik mi?” oyunu, bilhassa kız çocuklarının gözdesiydi. Bazen erkek çocukları da “Çirkin Kral”lar olarak katılırdı o oyuna…
Oyuncular “Güzel ol” deyince, işaret parmağını çenesine dayayıp uzaklara bakma pozu verirdi ortaya çıkanlar. Kızlar kirpiklerini kırpıştırarak, ağaca yaslanıp tek ayağını kaldırarak takınırdı Yeşilçam pozunu. Bazen de işaret parmağını dudağına değdirerek, başını hafifçe eğerek utanma, masumiyet kompozisyonu…
Zira o oyunun popüler olduğu dönemdeki piyasadaki “güzellik” pozları, güzelliğin ifadesi öyleydi. Vamp, sereserpe değil “masumiyet güzelliği”… Tarif edilen, o tarifle onaylanan güzellikti makbul olan. “O oyun şimdi oynansa ne tür pozlar takınılır?” fitne fücuruna girmeyeceğim, ilgim de, derdim de o değil.
“Çirkin ol” deyince de yine klişelere başvurur, gözünü şaşılaştırır, yüzünü buruşturur, “güzellik tarifi”ne ters bir farklılık yaratmaya çabalardın suratında. Burnunu bastırıp yassılaştırmak, kulağını kepçelemek, dudağını çıkartıp/sarkıtıp irileştirmek, dilini dudağının altına yerleştirip çehreni maymunlaştırmak farklılığı belirginleştirirdi. “Heykel ol” daha kolay, daha zararsızdı belki, kıpırdamadan dur yeter.
Sosyal medyada bugün de binlercesini gördüğümüz üzere, takındığın poz önemliydi… O pozla referans aldığın grubun manzarasına uyardın. Edindiği, sağlamasını çevresiyle yaptığı o güzellik pozlarını, çocukluktan mâlûlen emekli olduktan sonra bile sürdürdü bazıları. Ama o da ayrı mevzu.
“Güzel”in ve “İyi”nin zıddını üretmek
Güzellik, felsefenin, mitolojinin ötesinde sanat tarihinde geniş yer tutuyor. İster şiirde, romanda olsun, isterse resimde, heykelde… Ortaya çıktığı dönemin, çağın, ülkenin, kültürün beğenisinde bir konsensüs de sağlıyor çoğu kez. Güzelliğin ifadesinde elbet farklılıklar olsa da, o eserler bir bakıma o devrin, ortaya çıktığı kültürün şablonu. Bazen şablon az kaysa da “farklı bir güzellik” vurgusuyla, “ruh güzelliği” manevrasıyla telafisi de mümkün. İşine geldiğinde elbet…
“Çirkinlik” öyle değil. Güzellik methiyeyle tarihte yerini sağlamlaştırırken, çirkinlik hicivle, yergiyle o tarihe ilişiyor, etiketleniyor. Güzelliğin, resimle, heykelle, şiirle, romanla tarif edilen, onaylanan manifestonun zıddı çünkü. Öncelikle dönemin, ülkenin güzellik şablonuna uymaması, hatta ters düşmesi lazım… Sonra da o farkın altının çizilmesi gerekiyor.
İşte o noktada “fark”a, vurguya bir çekiç darbesi kazandırarak çirkinliği etiketlemek, dışlamak devreye giriyor. Güzelliğin kapsamı geniş ve kullanışlı zira; güzel olan “iyi” de aynı zamanda… “Öteki”ni, “yabancı”yı, senden olmayanı çirkinliğiyle de ayrımcılığın ana eksenine oturtmak için ırk, milliyet, din, inanç, cinsiyet, dil hatta aksan, kılık-kıyafet, her türlü toplumsal ayrımcılık ve “onlara özgü huy, tabiat” üretimi gerekli. Bu kulpu çok meselede genellemenin konforuna erişmek de kolay.
Sosyal olarak “aşağıda”, “öteki” olanların, iktidarın, gücün, saltanatın güzelliğine, iyiliğine sahip ya da yakın olması elbette arzu edilmez. “Öteki” çirkinliğiyle güzelliğin zıddını sergilerken, “kötü”lüğüyle “iyi”ye, “kirli”liğiyle “temiz”e tehditkâr. Tatminkâr ve kullanışlı bir ötekileştirme, o temelde “düşmanın inşası” çok daha kolay.
Kaderde estetik operasyon varmış
Umberto Eco “Düşmanı İnşa Etmek” kitabında “Encyclopædia Britannica”nın 1798’deki ilk ABD baskısındaki “Zenci” tanımını şöyle aktarıyor: “Zencilerin ten renklerinde farklı tonlar olduğu görülür: ancak hepsi, yüz hatlarıyla diğer insanlardan farklıdırlar. Dış görüntülerinin başlıca özellikleri yuvarlak yanaklar, yüksek elmacık kemikleri, biraz yüksek bir alın, geniş ve yassı burun, kalın dudaklar, küçük kulaklar, düzgün olmayan ve çirkin bir şekildir. Zenci kadınların belleri çok düşüktür, kalçaları da çok geniş olup eyere benzer. Bu talihsiz ırkın kaderi olan en belirgin kötü alışkanlıklar şöyle sıralanabilir: tembellik, ihanet, intikam, zalimlik, küstahlık, hırsızlık, yalan, müstehcenlik, sefahat, cimrilik ve ölçüsüzlüğün doğa yasalarının ilkelerini yok ettiği ve vicdanın azarlarını susturduğu söylenir. Zenciler merhamet duygularından tamamıyla yoksundur ve insanoğlunun kendi başına bırakıldığı zaman nasıl yoldan çıktığının korkunç bir örneğini teşkil eder.”
Eco, “Güzellik mi, çirkinlik mi?” oyununun ikinci şıkkını da çağrıştıran bu tanımdan hareketle, “Zenciler çirkindir. Düşman çirkin olmalıdır, çünkü güzel olan iyi olanla özdeşleştirilir (kalokagathia) ve güzelliğin en temel özelliklerinden biri Ortaçağ’da integritas adı verilen bütünlüktür” diye devam ediyor.
Üstüme vazife değil ama… Bu vesileyle “zenci” tanımında çirkinlik ögesi olarak altı çizilen “kalın, iri dudakları”, “yüksek, çıkık elmacık kemiklerini” bugün estetik operasyonla, silikon dolguyla çehresine yerleştiren (aslında birçok örnekte pek yerleştiremeyen), kalça implantıyla kalçaya hacim, çıkıklık kazandıran, solaryumda kararmak için ter dökenlerin kulağını çınlatmalıyım. Tabii ki keyif kâhyalığının peşinde olmayan ve bıyık altı tebessümü de kontrol etmeye çalışan bir duyguyla…
Salamon’un burnuna sokulan “mizah”
Ülkemizin tarihinde “ötekinin çirkinliği”nin en çarpıcı, kara örneklerinden birisi, bir dönem karikatürlerdeki “Yahudi tiplemesi”… Karikatürist, yazar İzel Rozental, Şalom Gazetesi’nin 25 Ağustos 2010 tarihli sayısındaki “Salamon karikatürleri dönemi”ni şöyle aktarıyor: “1930-1950 yılları arasında, karikatürcünün ‘etnik milliyetçilik’ çizgisi önemli bir değişikliğe uğradı. Bu döneme damgasını vuran ise uzun kaşlı, göbekli ve melon şapkalı (iri, çirkin burunlu) Yahudi tiplemesi ‘Salamon’ oldu. Gerçi Dersim İsyanı nedeniyle adı ‘eşkıya’ olarak anılan ‘Kürt’ milliyetçisi de, Hatay olayları nedeniyle entarili ve fesli olarak çizilen Suriyeli Arap tipi de stereotipleştirilmiştir ama bu karakterlerin hiçbiri Yahudi Salamon tiplemesi kadar yoğun olarak kullanılmamıştır. Salamon’un çocuklarına öğretisi sadece para kazanmakla sınırlı; vatan sevginden yoksun, paraya tapıyor… Paragözlülüğünü tamamlayan vasıfları ise tefecilik, karaborsacılık, korkaklık, çıkarcılık, cimrilik ve pislik; Salamon yıkanmaz!”
Rozental aynı yazıda “ironik bir şekilde küçük adı Salamon olan Şalom yazarı S. Bicerano’nun anlattığı” anekdota da yer veriyor: “O yıllarda vapurla yolculuk etmek benim için eziyetti. Çevremde oturanlar vakit geçirmek için bu dergileri alır, Salamon karikatürlerini burnuma dayardı. O kadar utanır ve öfkelenirdim ki, yolculuk boyunca etrafıma hiç bakamazdım. Sonunda sırf vapura binmemek için Ada’ya gitmekten vazgeçtim.”
“Ortaya karışık” servis bereketli
“Öteki hicviyesi”nin müstesna dallarından Yahudi fıkraları da bu tasvirlerin altını rezilce dolduruyor. Çirkinlik sadece “Salamon”a yakıştırılmıyor elbette… Arap yani o genellemeyle “siyah” karikatürler de öyle, etekli Yunan askeri, yeri-zamanı gelince tedavüle sokulan tüm “düşmanlar”, “yabancılar” da çirkin.
Bobstil, züppe, “monşer”, “alafranga” tiplemeleriyle yeni, “neo-öteki”ler de karikatürden nasibini alıyor. O toplumca onaylanan şablona uymayan kadın, o şablondaki “erkek” gibi olmayan erkek, o “insan”a benzemeyen insan, çirkinliğiyle de “komik” bir kalıba sokularak, hatta başka bir canlıya benzetilerek vitrine yerleştiriliyor.
“Öteki” fikri göreli… Lâkin “ortaya karışık” servisi her daim daha bereketli. “Öteki”liği ister bir -izm’den kaynaklansın, ister inancından, kimliğinden, etnik kökeninden, renginden, cinsiyetinden yola çıkılsın, öyle ya da böyle “çirkinleştirilmesi” de lazım. Bu kompozisyonda “ruh güzelliği” de laf-ı güzaf ya da iktidarın tekelinde/tarifinde kalıyor tabii…
Misal… Yukarıdaki “ortaya karışık” resim, Hitler döneminde bir Nazi propaganda film şeridinden alınmış. Resmin ilk karesinde Yahudiler, Doğu halklarının, Siyahların, Arapların, Afrikalıların “piç çocukları” olarak gösteriliyor. Sonraki karede de caz, “Siyahlar ve Yahudilerin ürettiği yozlaşmış bir müzik türü” olarak ötekileştiriliyor ve yasaklanıyor. Başka propaganda posterlerine rengin, etnisitenin yanına Orak-Çekiçli bayrak da eklenerek anti-komünizm de “ortaya karışık” sunuluyor ve “Hem Yahudi, hem Rus, hem de komünist herkesten”e ulaşılıyor.
Bana düşmanını söyle…
Düşmanlık “öteki” başrollere yerleştirilince oyunu, sahneyi değiştiriyor, gişesini, alkışını güçlendiriyor. 19 Şubat 2016’da kaybettiğimiz Eco aynı kitabına bir anısını aktararak başlıyor: “Yıllar önce New York’ta adı zor anlaşılan (Abi bari sen yapma, senin adın da başkalarına zor:)) bir taksi şoförüne rastladım, Pakistanlıymış. Bana nereden geldiğimi sordu, ben de İtalya dedim. Nüfusumuzu sordu, sayımızın bu kadar az olduğuna ve İngilizce konuşmadığımıza şaşırdı.
Sonra düşmanlarımızın kim olduğunu sordu. Ben “Efendim?” deyince de sabırlı bir edayla ihtilaflı topraklar, etnik temelli nefret, sınır ihlalleri gibi nedenlerden dolayı hangi halklarla yüzyıllardan beri savaş halinde olduğumuzu öğrenmek istediğini anlattı. Ona hiç kimseyle savaş halinde olmadığımızı söyledim. Bana yine büyük bir sabırla tarihi anlamda rakiplerimizin kim olduğunu -kimin bizi öldürdüğünü, bizim de kimi öldürdüğümüzü- bilmek istediğini anlattı. Ona yine böyle bir şeyin olmadığını, son savaş halinden beri yarım yüzyıldan uzun bir sürenin geçtiğini, üstelik o savaşa da bir düşmanla başlayıp başka bir düşmanla bitirdiğimizi söyledim.
Ama şoför verdiğim cevaptan hoşnut kalmadı. Düşmanları olmayan bir halk olabilir mi? Taksiden inerken, miskin barışçılığımızı telafi etmek için ona iki dolar bahşiş bıraktım, ama sonra asıl vermem gereken cevap aklıma geldi, çünkü İtalyanların düşmanlarının olmadığı doğru değil. İtalyanların dış düşmanları yoktur veya en azından düşmanlarının kim olduğunu kararlaştırmak için anlaşmaya varacak durumda değiller, çünkü birbirleriyle savaşmakla meşguller.
“Düşmanı üretme, şeytanlaştırma süreci”
O hadise üzerinde düşünme imkânı bulunca, ülkemizin son altmış yılda karşılaştığı felaketlerden birinin gerçek düşmanların yokluğu olduğuna karar verdim. Düşman sahibi olmak sadece kimliğimizi tanımlama açısından değil, aynı zamanda kendi değer sistemimizi ölçebilmek için bir engel edinmek ve o engelle yüzleşirken kendi değerimizi sergilemek açısından da önemlidir.
Dolayısıyla düşman yoksa onu inşa etmek gereklidir. Verona’daki dazlakların kendilerini bir grup gibi görebilmek için gruplarının dışındaki herkesi düşman ilan etmekte gösterdikleri cömert esneklik de bu duruma bir örnek oluşturur.
Ama bu aşamada bizi asıl ilgilendiren, bizi tehdit eden neredeyse doğal bir olgu olan düşmanın belirlenmesi değil, düşmanı üretme ve şeytanlaştırma sürecidir. Savaşmak için savaşacak bir düşman gerekli olduğu için savaşın kaçınılmaz olması, düşmanın kişileştirilmesinin ve inşa edilmesinin kaçınılmaz olması anlamına gelir.”
Farklı tehdittir, içimizdeki yakın tehdittir
Öncelikle düşmanlarımız bizden farklıdır; bize, değerlerimize, adetlerimize, düşüncelerimize “yabancı”dır, “öteki”dir. Bunu en veciz, en kolay ve yaygın biçimiyle “kanıtlamak/anlatmak” gerek. Eco bunun sık rastlanılan yolunun da bizi doğrudan tehdit eden farklı insanları aramak yerine, farklı olmalarının tehditkâr olduğunu anlatan hikâyeler kurmak olduğunu vurguluyor. Farklıysan düşmansın, bu kadar basit. Anlatırken “dil”in de kolayca kavranan o ana temelde biçimleniyor, “zenginleşiyor”, farklıya karşı “dilimizi”, bir nevi “refleks”imizi yaratıyor.
“Öteki”nin uzakta olmasıyla, yakınımızda, “beriki”, “içimizde” olması da çok önemli elbette. O her deliğe anahtar beka meselesi, düşman uzaklaştıkça flulaşıyor zira. Eco halklar arasında ilişki, temas geliştikçe sadece toplumun (ülkenin) dışında olup “tuhaflığını uzaktan sergileyenler”le değil, içeride, aramızda olan (günümüzde “Avrupa Birliği dışından göçmen” adını verdiklerimiz), “bizden farklı davranan veya dilimizi iyi bilmeyenlerle yeni bir düşman türünü oluşturmaya başladığımızı” da vurguluyor. Farklı, zaten tehdit de, içimizdeyse yakın tehdit.
İnceliğe de düşman, hayata da…
Kolay yoldan öyle “biz” oluyoruz, “biz”den olmayanlara yüzümüzü sertçe ve keyifle çevirmemiz ondan. “Grup”tan olmayana düşmanlık, grup bağlarını sıkılaştırıyor, grubu bütünleştiriyor ne güzel. Bir muammaya, bazen hiçliğe dönüşebilen varoluşunu bir arada olmakla buluyorsun.
Bir zamanlar tıpkı kendin gibi olanlara da biraz değiştiklerinde düşmansın. Düşmanlık hoşgörüyü, empatiyi imha etmeli çünkü. Giderek içinde düşmanlık, nefret, saldırganlık taşımayanlara da düşman oluyorsun. Fikri belki “eh” de, duygusu, tepkisi eksik…
“Öteki” kavramının karnı büyük, obur, doymuyor. Farklı fikirlere, tutumlara, yaşam biçimlerine tahammülsüzlük, giderek nefret ve düşmanlık, her tartışmayı, eleştiriyi bir tehdit, hainlik olarak algıla(t)mak, “biz”in adım adım “bizim gibi düşünmeyenler”den ayıklanması/arındırılması, farklı olanların küstahça tasfiyesi, önce söylemle başlayan saldırganlık, “iyilik”in, “güzellik”in sadece kendi grubundaki paylaşımlarla, değerlerle yeniden üretilmesi ondan… Biz iyiyiz böyle, güzeliz, saksımızda çiçeğiz.
Bu yollarla “düşman”ın hatları kalın kalın çizilince, yakın ya da uzak “görme kusuru”, tembelliği olan yahut sunulan o gözlükle etrafa bakmayı tercih eden herkes iktidarın, gücün arzu ettiği manzarayı, o manzaranın merkezindeki bacası tüten kendi evini görüyor bazen. Ancak dışarıdaki “hayat” maalesef ondan ibaret değil, yoldan gelip geçiyor “öteki”ler. O yüzden bazen düşman “hayat”ın ta kendisi… O yüzden güce-baskıya dayalı, kalın kalın iktidarlar, inceliğe de düşman. O ünlü dizedeki gibi “serpilip gelişen hayatın (da) düşmanı”… Ümidin de. Özgürlüğün de…
BİR PARTİ/BİR ANEKDOT
NE KADAR KÖTÜ, O KADAR İYİ
Serbestiyet’te bir yıl önce yayınlanan “Diktatörcülük oynamak” yazımda aktardığım bir haberi yinelemek istiyorum. Aşırı sağcı “Almanya için Alternatif” partisi 2013’de kuruluyor. 2017 seçimlerinde yüzde 12.6 oy alan AFD, 94 sandalye kazanarak üçüncü parti oluyor. 2018’de yapılan anketlerde oy ortalaması yüzde 18’lere kadar çıkıyor. Partinin 2018’e kadar sözcülüğünü yapan Christian Lueth, Şubat 2020’de yaptığı “Almanya’nın durumu ne kadar kötüye giderse, insanlar AFD’ye o kadar çok oy verirler. Ne kadar fazla göçmen ve mülteci gelirse, bizim için o kadar iyi. Sonra hepsini silahla vururuz ya da gaz odalarına atarız, benim için fark etmez” mealindeki konuşmanın kaydının ortaya çıkmasıyla eylül ayında partiden ihraç ediliyor. AFD geçen yıl Almanya Federal Seçimleri’nde aldığı yüzde 10.3 oyla beşinci sırada. (Yukarıdaki fotoğraf, Christian Lueth’ün “Bakışın anlatır” enstantanesi.)
YAZI RESMİ: Ressam Norman Rockwell’in, 1964’de yaptığı tablo. New Orleans’da ırk ayrımcılığının kerhen kaldırılması sürecinde, altı yaşındaki Ruby Bridge’in kolluk kuvvetleri ve kendisine atılan domatesler, duvardaki “Nigger”, “Ku Klux Klan (KKK)” yazıları eşliğinde beyazların devlet okuluna gidişini temsil ediyor.