İngiliz muhafazakarlığının sesi Spectator dergisinin yazarı James Bartholomew, bir gün ünlü Amerikan yiyecek marketleri zinciri Whole Foods’un Kensington şubesindeki yürüyen merdivenden çıkarken, organik ve doğal ürünler satma iddiasındaki market zincirinin bir ilanını gördü.
“Dünyaya dair bilincimiz yiyeceklerden daha hızlı büyüyor” diye özetlenecek zincirin ekolojik duyarlılığını göstermek için bulunmuş sloganda bulduğu samimiyetsizlik ona uzun süredir üzerinde düşündüğü bir profili hatırlattı:
“Kendileriyle gurur duyan ancak ‘ırkçılık korkunç’ demekten başka bir şey yapmayan ya da İşçi Partisi’ne oy verdiği için erdemli olduklarını düşünen insanlar.”
Halbuki Bartholomew’e göre “gerçekten erdemli insan, siyasi fikirlerini sosyal medyadan paylaşarak iyi olduğunu düşünenler değil, beş yıl hasta kocasına bakan arkadaşı”ydı
Kibirli bulduğu bu tavır için 2015’de Spectator’da kaleme aldığı makalede bir kavram önerdi: “Virtue signaling” (Erdem sinyallemek).
Kendisini ahlaklı ve vicdanlı göstermek isteyenlerin konforlu ve faydasız tavır ve söylemlerini eleştirmek için kullanılan kavram sosyal medya çağında tanıdık bir hale denk düştüğü için bir anda popülerleşti.
Özellikle de liberallerden ve solculardan hoşlanmayan aşırı sağcı çevrelerde.
Çünkü kavram Amerika ve Avrupa sağının uzun yıllardır sol ve liberal çevreleri yermek için kullandığı “radikal şık”, “şampanya sosyalisti”, “pozcu”, “libtard”, “politik doğrucu”, “kanayan kalpler”, “SJW” (Sosyal adalet savaşçısı), “Feminazi” gibi kavramların yakın akrabası.
Bu kavramların bizde de akrabaları var. Örneğin “Libtard” bizdeki “liboş” anlamında kullanılıyor. Bu listeye “YAE”ci, “ikinci cumhuriyetçi” de eklenebilir.
“Virtue signaling” de aslında yine Türkiye’de uzun süredir dolaşımda olan “Duyar kasmak”ın kardeşi.
Kavramın çıktığı Spectator, pandemi yasaklarına, zorunlu aşıya, göçmenlere, feministlere, İngiliz sömürgecilik tarihini eleştiren revizyonist tarihçilere karşı herkese abiyane tabirle sallayan bir dergi.
Zaten kavramın mucidi James Bartholomew de İngiliz aşırı sağının sözcüsü, göçmen karşıtı Nigel Farage’ın Brexit partisinden AB ve İngiltere parlamentosu için milletvekili adayı olmuş bir isim.
Adaylığı sırasında toplum, feminizm, LGBT hakları, mülteciler gibi konulardaki iddialı sağcı fikirleri muarrızları tarafından billboardlarda teşhir edilmişti.
Bartholomew’in cepheye sürdüğü “Erdem sinyalleme” kavramı 2015’den bu yana Amerikan ve Avrupa sağı ve aşırı sağının sola ve liberal çevrelere karşı güçlü bir taarruz silahına dönmüş durumda.
Black Lives Matter eylemleri için yere çöken Amerikalı siyasetçilerden mülteci haklarını savunan İtalyan solculara kadar pek çok insan uzun süredir “erdem sinyallemek”le suçlanıyor.
Google’da ve Twitter’da arattığınızda bu kavramı sık kullananlar karşınıza çıkıyor.
Tabii kavramın mucidinin parti lideri, İngiltere’nin Ümit Özdağ’ı -aşırı sağcı Nigel Farage.
“Erdem sinyalcisi Avrupalı liderler IŞİD’i Avrupa şehirlerine davet ediyor” diyerek mülteci meselesinde Trump’ın mültecilere kapıları kapama planına destek vermiş.
Trump’ın akıl hocası Amerikan aşırı sağcısı Steve Bannon’ın sitesi Breitbart’ta Trump’ın oğlu Eric Trump’ın tweetlerinde de sık sık erdem sinyalleme suçlamasına rastlanıyor.
Twitter’da küçük bir arama yapınca kavramın pek çok dilde çevrilmeden İngilizce orijinaliyle kullanıldığı da görünüyor.
Victor Orban’ın partisi Fidesz’in sözcüleri seçim kampanyasında altılı muhalif bloğu, İtalyan aşırı sağcısı Salvini’nin taraftarları mültecilerin Akdeniz’e dökülmesine karşı kurtarma gemileriyle mücadele eden sivil toplum kuruluşlarını, Bolsonaro’nun yakın danışmanları solcu muhalifleri “erdem sinyallemek”le suçlamış.
Hollandalı mülteci karşıtı siyasetçiler, Batılı ülkelerin insan hakları karnesini eleştiren Çinli ve Rus entelektüeller de bu kavramı sık sık dillerine dolamış.
Kavram son yıllarda artık o kadar popülerleşti ki neredeyse herhangi bir tartışmada temel insan haklarını bir ölçü olarak hatırlatmak, sivil aktivizm yapmak “erdem sinyalleme” suçlamasına maruz kalmaya yetiyor.
İlginç bir şekilde kavramı Türkiye’de dolaşıma ise aşırı sağcılar, milliyetçiler değil, sol ve liberal bazı kanaat önderleri soktu.
Twitter’a virtue signaling yazınca karşınızda Farage, Trump, Bannon’la birlikte Türkiye’nin ünlü sol eğilimli yayınevlerinden birinin sahibinin “Böyle mülteci politikası olur mu diyorsun ırkçı diyor. “Virtue signaling” denen garabetin Türkçesini derhal bulmamız gerek” tweeti çıkabiliyor.
Halbuki uzun süredir Türkçesi var, özellikle de sık sık yeniden harlanan mülteci tartışmasında mülteci haklarından bahsedenlere, Araplara pis, Pakistanlılara sapık demek ırkçılık diyenlere karşı susturucu olarak iş görüyor.
Genelde “erdem sinyalleme” suçlamasını, “ama şunu deyince de ırkçı olmuyorsun” izliyor.
Burada bir solcu yayıncıdan duyduğun argümanı İngiltere’de muhafazakar partinin bir seçim billboardunda görmek mümkün.
Türkiye’deki günlük hayatta mültecilerle neredeyse karşılaşmayan, doğrudan onların ürettiği bir sonucun mağduru olmamış orta-üst sınıfların mültecilerin ülkenin demografisine yönelik bir tehdit olduğu tezlerinin, iktidarın mültecilere kapıları açarak Türkiye’yi İslamileştirmeye, Türkleri azınlık durumuna düşürmeye çalıştığı komplo teorilerinin çok benzerlerini Avrupa’da Orban, Salvini de tekrarlıyor. Orban, Yahudi Soros’un mültecileri Avrupa’ya taşıyıp Avrupayı Hristiyansızlaştırmaya, İslamileştirmeye çalıştığını söyleyerek bir seçim daha kazandı.
Orban, Salvini, Farage, Bannon söylediğinde buradan onlara çok rahat faşist, ırkçı, aşırı sağcı, popülist diyenler aynı argümanları Türkiye’de “erdem sinyalleyenlere” karşı rasyonel aklın gereği gibi sunabiliyorlar.
Halbuki onlar da bunu ırkçılık olsun diye yapmıyorlar.
Aslında zaten kimse ırkçılık batağına güle oynaya, ırkçı olmak için düşmüyor.
Kimse durup dururken kötü, ayrımcı olmuyor.
İnsanlık tarihinde ve Türkiye’de kitleler doğuştan kötü ya da geri oldukları için pogromlar, tehcirler, katliamlar, sürgünler yaşanmadı.
Her zaman kitleleri bunun doğru olduğuna ikna eden onlara haklı ve vicdanlı gelen yakıcı meseleler oldu.
Ve bir noktada o ahlaki, etik, hukuki standartlar bu kötülüğü ortadan kaldırmanın önünde bir engel haline geldi, aşılması için meşru yollar arandı ve genelde de bulundu.
“Erdem sinyalliyor”sun suçlaması da artık insan hakları, ahlak ve vicdani itirazları “aptallık” olarak görüp, yoldan çekmeyi meşrulaştıran bir karşı argümana dönmüş durumda.
Halbuki bazen insanlığın ve toplumların bazı erdemleri sürekli sinyalleyemeye ihtiyacı vardır.
Özellikle de bir tercih değil, eşitsiz dünyada küresel bir feneomen haline gelmiş, kalabalık yabancıların en ilkel güvensizlik hislerini tetiklediği kitlelerin sınandığı mültecilik gibi zor bir meseleyle karşı karşıyayken…
Geçen hafta birkaç haberle Türkiye’de oluşan hava insani erdemler de ortadan kalkınca işlerin ne kadar tehlikeli hale gelebileceğini gösterdi.
Türkiye zaten bir çok kültürlülük cenneti değildi ama artık yükselen bu dalganın üzerine sörf yapmak için kurulmuş bir parti de var.
Sınırlardan kaçak giren Pakistanlılar, Afganlarla, hepsi kayıt altında olan Suriyeliler birbirine karışmış durumda.
Birinin suçu milyonlarcasını bağlıyor, haklarında ırkçı sınırları çoktan aşmış milli karakter analizlerine neden oluyor.
Türkiye’nin sınırlarını koruması, kaçak geçişleri engellemesi doğal olarak yapması gereken bir tedbir.
Ama dünyada ölümü göze almış çaresiz mültecilere karşı sınırını koruyabilen bir ülke yok. ABD çöldeki Meksika sınırından bile geçişleri tam olarak engelleyemiyor.
Türkiye’nin dağlık doğu sınırlarını tamamen koruması o yüzden imkansız. Hele de yürüyerek taa Afganistan’dan ve Pakistan’dan gelen çaresiz gençlere karşı.
Kar kalktıkça Van’ın kırsalında cesetleri bulunan insanlardan bahsediyoruz.
Onlar işverenler, çiftiçiler için özel olarak ilan verip aranan en ucuz işçiler, şehirli insanlar içinse kızlarımıza sarkan sapıklar…
10 yıldır ülkemizde olan, bir neslin artık Suriye’yle ilgili hiçbir şey hatırlamadığı Suriyelilere ise hala sokakta gezen dilenci muamelesi yapılıyor.
Halbuki Türkiye’de 2019’un sonu itibarıyla geçici koruma statüsü verilmiş, yani kayıt altına alınmış, kimlik verilmiş Suriyeli sayısı 3.587.566. Bu sayı Türkiye nüfusunun %4,37’sine tekabül ediyor.
Türkiye’deki Suriyelilerin artık sadece yüzde 1.7’si kamplarda yaşıyor.3.5 milyon Suriyeliden 1.5 milyondan fazlası 18 yaşın altında. Yani sosyalleşmelerini Türkiye’de yaşamışlar.Bunlardan 550 bini ise zaten Türkiye’de doğmuş. Sadece 2019 yılında Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı 170 bin.
Okul çağındaki yani 5-17 yaş arasındaki çocuk sayısı 1 milyon 220 bin. 2016 yılında Arapça eğitim bırakılıp, Türkçe eğitime geçildi ve bu çocukların yüzde 63’ü okula gidiyor. Üniversitelerdeki Suriyeli öğrenci sayısı ise 33 bin.
Çoğu sigortasız 1 milyon Suriyelinin çalışma hayatında olduğu tahmin ediliyor.
Son üç yılda 120 bin Suriyeli de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu.
Bu insanları artık bir hayat kurdukları, 10 yıldır yaşadıkları Türkiye’den koparmanın neredeyse imkansız olduğunu bütün uzmanlar ve siyasetçiler biliyor.
Buna rağmen sınırlı olaylar dışında devletin neredeyse katkısı olmadan doğal olarak çoğunluğu Türkiye’ye entegre olmuş Suriyeliler göze batmaya devam ediyor.
Bu tartışmada tek haklı pozisyon AB ile imzalanan geri kabul anlaşması yüzünden sığınmacıların Türkiye’de yığılmasını eleştirmek…
Ama unutuluyor ki 2013’de bu anlaşma imzalanırken vize serbestisi havucu yüzünden herkes çok sevinçliydi. Gazeteler anlaşmayı çoşkulu başlıklarla vermiş, siyasetçiler bunu eleştiren tek bir söz söylememişti.
Bu tepkilerin en haksızı ise bazılarının göçmen meselesini Türkiye’ye yönelik bir demografik komplo olarak görmesi.
Halbuki karşımızda dünyada siyasetin biçimini değiştirmiş, Avrupa’nın merkez sağ partilerini tüketmiş, Merkel’in siyasi kariyerini bitirmiş, tam olarak çaresi olmayan bir küresel fenomen var.
Yoksul ülkelerde yaşayan ve artık iletişim kanalları sayesinde varsıl ülkelerdeki hayatları gören, yolculuk planı yapabilen insanlar riskleri göze alıp o ülkelere gitmeye çalışıyor. Ve onlara engel olmak neredeyse imkansız.
Türkiye de bu geçişin ortasında yer alıyor. O çok gurur duyduğumuz köprü olmanın kötü bir sonucu.
Coğrafya kader. Son 50 yılın en büyük göç krizine neden olan Suriye savaşı da Avrupa’da değil, Türkiye’nin en uzun sınırlarının bir adım ötesinde oldu.
Yani mülteci meselesinde ırkçı yorumlara, komplo teorilerine başvurmadan önce arada açıp arada haritaya bakmakta fayda var…
Ama günün sonunda üç haberle yükselen dalganın altında yine düşük maaşlarla, günde 12 saat çalıştırılan Suriyelilerin bir kısmının bayram tatili planı kaldı.
4 milyon Suriyeli sığınmacıdan 200 bini bayramlarda Suriye’nin Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerine gidip akrabalarını görüp bayramlaşıyor, evleri barkları olanlar tamir ediyor, bazıları tarlalarını sürüyor.
Yıllardır bu sınırlı sayıdaki insanın yaptığı bayram ziyaretini diline dolayanlar hem Suriyelilerin geri dönmesini isteyip, hem de onların Suriye ile zayıflayan bağlarını koparmaya çalıştıklarının farkında bile değiller.
Yükselen bu irrasyonel dalganın altında kalmak istemeyen devlet de bu en insani hakkı engelleme karar verdi bu yıl.
Suriyeliler ülkelerinden kalan son topraklara gidip kalan akrabalarıyla bayramlaşamayınca bu bayram herkes huzur dolu bir bayram geçirir herhalde.
“Erdem sinyalleyenler” kaybetti, ülkemizin muhteşem demografisi korundu ve bundan mutlu olmak asla ve asla ırkçılık değil…