Evvel zaman içinde bir kadıyla derviş varmış. Bilgisi, felsefesi, muhabbetiyle ün salan dervişi, kadı da çok severmiş. Eksik etmezmiş onu yanı başından… Lâkin derviş hem muhalif, hem de küfürbazmış. Kadı bu özelliğinin hoş olmadığını, başına iş açacağını defalarca söylese de nafile… Bir gün dervişe kuru bir bakla tanesi vermiş; “Bu bakla hep ağzında dursun sadece uyurken çıkar.”
Derviş şaşırınca maksadını şöyle açıklamış: “Memleketin hâlini, neden durmadan ağzını bozduğunu ben de biliyorum, anlıyorum. Ama bu böyle sürmez, bir gün linç edilirsin, zindanlara düşersin, kellen gider. Sen şu baklayı koy ağzına, küfür edilecek bir durumla karşılaşırsan ki karşılaşacaksın mutlaka… Diline önce küfür değil o kuru bakla değsin. Dediklerimi hatırla ve sus.”
Ardından da dervişe bir torba kuru bakla vermiş, “İhtiyacının çok olacağını biliyorum, bir kısmını hemen koy cebine, ıslandıkça değiştirirsin.” Gel zaman git zaman… Kadının yöntemi umduğundan da öte işe yaramış. Derviş küfrü bırakın, artık şöyle ağız tadıyla “Ulan” bile diyemiyormuş. Dilinden şerbet akıyor, torba torba kuru baklayla dolu evinden hoş sedâlar eksilmiyormuş.
“Çıkar ulan baklayı ağzından”
Bir gün kadıya derviş sarayda birkaç saat sonra verilecek bir ziyafete davet edilmişler. Kadı törenlik kavuğunu, cüppesini giymiş, derviş ağzına bir değil -tedbiren- üç bakla atmış, yetişmek için koşturmaya başlamışlar. Bir de bardaktan boşanırcasına yağan yağmura yakalanmasınlar mı…
Sokaklarda, sundurmaların altından koştururken cama çıkan bir kadın canhıraş bir feryatla seslenmiş. “Huuu efendiler Allah aşkına biraz bekleyin…” diyerek perdenin arkasına geçmiş. Durup beklemişler. Sığınacak bir yer yok, ikisi de sırılsıklam. O vaziyette beklemişler, kadın yeniden pencereyi açıp, “Tamam gidebilirsiniz…” demiş epey bir zaman sonra.
Kadı “Yahu bu yağmurda bizi neden beklettin?” diye sorunca, kadın sakin, fütursuz yanıt vermiş: “Eğer tavuklar kuluçkadayken kavuklu birine uzun uzun bakarsan, yumurta bol, civcivler besili, horoz güçlü olurmuş.” Bu cevabı alan kadı dervişe dönmüş: “Çıkar ulan baklayı ağzından” demiş.
Kakmalı antika kutunun kapağı
Birkaç gündür fıkra olarak külliyata giren bu hikâye hep aklımda. Bakla önemli, derin mevzu… Atasözü-deyimler açısından bakliyat da bir ihtiyaç. Deyimlerde yaygın kullanımı “Ağzında bakla ıslanmaz” versiyonuyla bir sırrın, “Dilinin altındaki baklayı çıkar”la asıl niyetin açığa vurulmasına kadar uzanıyor. Ama meramım, aslında sonradan alanının genişletildiğini, yumuşatıldığını (da) düşündüğüm bu anlamlarıyla değil yukarıda aktardığım hikâyeyle ilgili.
Tamam… Çok bilinen, belki de demode, normal ruh hâlimde anmayacağım/anlatmayacağım bir hikâye… Ama “bildik şeyler” bile gün geliyor, “Yok artık” dedirtiyor bazen insana. O zaman da kakmalı antika kutunun kapağı açılıyor, evladiyelik hikâyeler ortaya saçılıyor.
Tamam… Bu fıkrayla yeri-zamanına göre meşrulaştırılan küfür, öyle gülünesi, gülüp de geçiştirilesi bir şey değil esasında. Nesebi gayri sahih icadıyla değil her devirde sırtını her türden ayrımcılığa, dışlamaya, etiketlemeye dayayan keşifleriyle, yeniden üretimiyle ilgi topluyor, alanını genişletiyor. Etmeyiniz, ettirmeyiniz elbet.
“Sansürsüz”ün cazibesi küfür hürriyeti
Ataerkil, “cinsiyete dayalı” egemen, geniş ve kullanışlı alanı (da) “bakla hikâyeleri”yle temize çekilecek bir mesele olmadığının yaşayan, homurdanan kanıtı. Lâkin gündelik hayatın, dilin her an, her yönüyle emzirdiği bir sorun, hazin de olsa realite… Misal, yurdum internetindeki film-dizi, stand up sitelerinin cazibesini arttıran “Sansürsüz” reklâmının esas manası “küfürleri kesmedik” mesajı. Yoksa orada da sansürün feriştahı var.
Küfrü bir şey(ler)in normalleştirmesi de pek gerekmiyor, neredeyse gündelik tabir muamelesiyle kendi kendini normalleştiriyor. Üstelik kullanımı neşeden öfkeye, övgüden yergiye iki kutuplu. İltifat mı ediyor hakaret mi… Farkını buselikten hüzzama makamından, melodisinden anlıyorsun.
Bu durum bahanesini de yanında getiriyor. “Yavşak”ın o kadar kötü bir şey değil de sadece “bit yavrusu” anlamına geldiğini, “soytarı”nın saraylarda ne kadar itibarlı bir makam olduğunu, “ulan”ın esasında bir noktalama işareti niyetiyle kullanıldığını o vesileyle öğreniyoruz. Sadece belli davalarda iş gören “insanlık hâli”ne dayalı en popüler savunma ise “Beni tahrik etti, ağzımdan kaçtı” kabilinden.
Ayağını sehpaya vuranın refleksi
Oysa “ağızdan kaçan” küfür, aslında gözden, fikirden, düşünceden, hassasiyetten de kaçanı da ele veriyor çoğu kez. Bu yüzden “haklı ya da hak edene küfür” istisnai olarak bile bu tür tartışmalarda düzey, argüman aşındırıcı bir mesele. “Ben o manada, o niyetle kullanmadım” da insanı masumiyetin konforuna, mazeretin sığınağına taşıyamıyor. Fikir zikir meselinden muaf değil.
Ancak insanın ağzını, duruşunu, nizamını bozan şeylerin izahı ve çözümü ille de kültürden, eğitimden, düşünsel gelişiminden geçmiyor. Ya da daha doğrusu o izah kimi olayda yeterli olmuyor, o yönde azim meseleyi kökten çözemiyor. Bazen yaşadığı koşullara, karşılaştığı olaylara, beklese, tahmin etse de önüne bir anda çıkan durumlara reaksiyonu, ağzındaki baklaya uğramadan daha içerlerden, kuytulardan haykırıyor.
Ayağını sehpaya vurduğunda eşinin sana değil evladına koşturup kulaklarını kapaması ondan. Kelimelerinin, sözlü refleksinin, ani “Ah”ının kültürün-eğitimin-etiğin filtresinden süzülecek zamanı da yok, belki o an niyeti de. Mâzur gösterir mi, ama “Ah” işte…
İnsanı zihnen küfürbaz yapan dünya
Ötesi insanın diline, ağzına gelene hâkim olması, dokuz boğum yutkunması mümkün de, aklından geçeni filtrelemesi, engellemesi imkânsız. Bazen olaylar insanın zihnini küfürbaz yapıyor, sessiz, harici değil dâhili, iç’ten konuşma, hatta-karşılıklı- sohbet, ikili münazara telepatiye nal toplatıyor. Lafzen değil zihnen küfürbaz oluyorsun. Yoruyor, üzüyor, hatta kendine mahçup/mağlup ediyor insanı.
İstisnai, kendince “masum” olan küfrü “azaltarak bırakmak” ya da “ayıklamak” nispeten daha çok karşılaşılan bir durum sanki… Ya da ben kendimden hareketle öyle hayal ediyorum. Sigarayı bırakmayı tecrübe etmedim ama o mesele sigarayı azaltarak bırakmak kadar yaman iş. Çünkü o meret “lezzet”inin, tadının, kokusunun, yeri-zamanının sana bir an gelmesi bile eski külliyatı, köklü “bağımlılığı” kıpırdatabiliyor. “Ortam” müsait zira. Velet mazbut velâkin…
Bazen küfür yahut sunturlusundan kaçınan ama nihayetinde ona meyleden, hatta bazen ona taş çıkartan, parmak ısırtan argo, yaşanan/anlatılan gerçek hikâyenin, karşılaşılan bazı durumların neredeyse ana uzuvlarından. İnsanın aklından fener alayıyla geçen düşünceleri susturması, emaneten de olsa o kelimelerden tümüyle uzak durması da yaman iş.
Küfürbaz zihne sis bastırmak
İnsanı yoldan da, çileden de çıkaran, edebini, dilini zorlayan, psikolojisini koca ısırıklarla kemiren, parçalayan, dengesini bozan, durma topallatan bir dünyaya, dünyevî, hatta artık bünyevî görülen pervasızlığa “sitem”i ne olabilir. Tepkisi, uygun bir “sitem”e, cürmünce bir “serzeniş”e, o intizamlı kelimelere sığar mı… Yoksa aklından geçenlerle, az çok küfürbaz zihninle özmücadelesini pes etmenin kıyılarına sürükler mi…
Verdiğim örnekten hareketle farzımuhal sigarayı sadece sağlığın için değil her yönüyle, hayatının her yerine değen tüm “manası”, takım taklavatıyla bırakmışsan, adını anmıyorsan… Ama sana her şey, her yer, her ortam, her garabet, her keder, her öfke onu hatırlatıyorsa… “Yak bir tane” diyorsa…
O zaman sigaramı yakıp, cürmünce küfürbaz zihnime sis bastırıp yazıyorum işte. Birkaç gündür aklımdan o kadıyla derviş çıkmıyor, anıyorum ben de: “Çıkar baklayı ağzından…” Yanlış anlamayın; itibar etmiyorum, her şeye rağmen onlara “Helal be!..” demiyorum, epey ıslanmış da olsa baklayı ağzımdan çıkarmıyorum ama o galiz deyimdeki gibi “sabreden ve sabrından geberen derviş”i masadan kovamıyorum.
Yeri, lüzumu, dürteni geldi, oralardan esti, dedektif hikâyeleri, “kara roman”la ilgili yazı dizime ara vermek durumunda kaldım. Pazar günü 1930’larla birlikte tansiyonu yükselen “polisiye roman”lara devam edeceğim. Orada da maalesef bünyevî argo var.