Seçim tarihi yaklaştıkça cumhurbaşkanı adaylığına ilişkin tartışmalar da kızışıyor. Gündemde üç CHP’li isim var; Kılıçdaroğlu, Yavaş ve İmamoğlu. Siyaset arenasında bu isimlerin artıları ve eksileri belirtilerek kimin aday olması ve kimin aday olmaması gerektiğine dair farklı görüşler ileri sürülüyor. Kamuoyu araştırmaları yapılıyor, ikili veya üçlü aday senaryoları üzerinden hangi ismin daha şanslı olduğu tespit edilmeye çalışılıyor.
İmamoğlu’nun Karadeniz gezisinin ardından Kılıçdaroğlu önemli bir açıklamada bulundu. Kılıçdaroğlu’nun “Belediye başkanlarımızın çalışmalarından memnunum. Dönemlerinin sonuna kadar gayretle devam etsinler” mealindeki beyanları, Ankara ve İstanbul belediye başkanlarına adaylık kapısının kapanması biçiminde yorumlandı. Ardından bir atak daha yaptı Kılıçdaroğlu, Maltepe’de bir miting düzenledi. Geniş katılımlı bu miting, onun gayri-resmi adaylık ilanı olarak okundu.
Böylece Kılıçdaroğlu’nun adaylığı, geçmişte olmadığı kadar ciddi bir ihtimale dönüştü. Adı ağırlık kazandıkça tartışmaların odağının Kılıçdaroğlu’na kayması tabiiydi. Öyle de oldu. Son günlerde ise mezhep eksenli bir tartışma alevlendi ve Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan karşısında doğru aday olup olmadığı onun Alevi kimliği üzerinden masaya yatırıldı. Söylenen özetle şu:
Kılıçdaroğlu, Alevi; oysa Türkiye toplumunun kahir ekseriyeti Sünni. Türkiye’de mezhebi fay hatları aktif; Sünniler cumhurbaşkanlığı için bir Alevi’ye oy vermezler. Binaenaleyh Kılıçdaroğlu’nun seçimleri kazanması çok zor; o da bu sosyolojik gerçeği hatırlamalı ve aday olmamalı.
“Makbul vatandaş, sözde vatandaş, mağdur vatandaş”
Mezhebi esas alan bu sorgulamanın fitili -iktidar değil- muhalefet yanlıları tarafından yakıldı. Kuşkusuz, iktidar cenahında da bunu düşünen ve aday gösterilmesi halinde Kılıçdaroğlu’nun mezhebi mensubiyetinin kendi lehlerine olacağının hesabını yapanlar vardır. Lakin bu hassas bir konu olduğundan iktidar taraftarları akıllarına getirseler bile bunu dillendirmediler şimdiye kadar. Kılıçdaroğlu’na karşıtlıklarını ona atfettikleri başka niteliklerle (iş bilmezlik, CHP’lilik, girdiği seçimleri kaybetmişlik, vs.) temellendirdiler.
O halde sormak lazım: Yararına işleme olasılığı yüksek olsa da iktidarın başvurmaktan imtina ettiği bir argümanı, muhalifler neden seslendirir? “Alevi’ye oy verme/oy vermeme” tartışmasının sebebi hikmeti nedir?
Mesele iki açıdan değerlendirilebilir.
İlk olarak, Türkiye’de, maalesef, “eşitlik” ilkesi üzerine inşa edilen bir vatandaşlık anlayışı yok! Taşıdığı sıfatlara bağlı olarak vatandaşlar bir sınıflandırmaya tâbi tutulur; bir kısmı “makbul” addedilerek merkeze konulur, diğer bir kısmı ise kenara çekilir. Hatta göze batanlar, bazen “sözde” denilerek ıskartaya da çıkartılır. Devlet nezdinde makbul sayılmayanlar, zamana ve mekâna bağlı olarak değişen biçim ve nispetlerde mağdur edilirler.
Siyasi aktörler, elbette, devletin bu meşum geleneğine işaret edilebilirler. Sosyal hayat içerisinde Alevilerin birçok yönden ayrımcılığa uğradığını anımsatılabilirler. Alevi olmanın kişinin aleyhine birtakım neticeler yarattığının altını çizebilirler. Hatta bütün bunları yapmalıdırlar da.
Tartışmayı bu eksende yürütmek hem doğal hem de faydalıdır. Doğaldır, zira siyasi ve sosyal sorunların bir kısmı buradan kaynaklanır. Faydalıdır; çünkü toplum için kritik önemdeki bir sorunu bu netlikte ortaya koymak, bazı kalıp yargıların ne kadar gayri ahlaki ve korkunç olduğunu açığa çıkarır. Nitekim bu ve benzeri fikirlerin çok sayıda kişi tarafından sarahaten ifadesi, kamusal farkındalığın artmasına katkı sağlar.
Ancak bir kişinin mezhebi gerekçeyle aday olmaması gerektiğini söylemek başka bir şeydir; bu, tartışmayı olması gereken mecradan çıkarmak ve tehlikeli bir alana geçmek demektir. Çünkü bu dil, makbul kimlik taşımayanların bugünlerine de akıbetlerine de ket vurabilir. Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğinin cumhurbaşkanlığı için engel olduğu kabul edildiğinde, aynı mantık örgüsüyle, onun CHP’nin başında olmasına da itiraz edilebilir.
Eğer bir makama namzetlik için evvela kişinin etnik, mezhebi, dini veya başka bir kimliğine bakılacak olursa, o zaman Kürt, Alevi veya gayri-müslim bir bireyi, daha yolun başında yarış dışı etmek gerekebilir.
“Ne olursa olsun bu seçimi kazanmalıyız”
İkinci olarak, Kılıçdaroğlu’na dönük iddiaların somut siyasi tartışmalar içindeki anlamına bakılabilir. İki noktaya temas edilebilir bu çerçevede:
Birincisi, Kılıçdaroğlu sesi çok çıkan bazı muhalif grupların gönlünde yatan aday değil. Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” temalı siyasetinin ve bilhassa muhafazakâr-dindar seçmenle kurmaya çalıştığı köprülerin, CHP içindeki ve dışındaki bu grupların tepkisini çektiği biliniyor. Saadet, Gelecek ve DEVA ile ortak bir paydanın oluşturulmaya çalışılmasından ve muhalif blokun tabanının genişletilmesinden rahatsızlık duyan bu gruplar, karşılarında hesap sorucu ve intikamcı duygularına hitap eden daha sert bir aday görmek istiyorlar.
Dolayısıyla bakışların Kılıçdaroğlu’nun mezhebine döndürülmesinin altında yatan nedenlerden birinin, onun bazı muhaliflerin buzlarını eritecek bir profil çizmemesi olduğu söylenebilir. Kılıçdaroğlu’nun eli -sosyolojik ve demografik olarak hiçbir şansı olmadığı iddiasıyla- zayıflatırken diğer adayların önü açılmak isteniyor olabilir.
İkincisi, Kılıçdaroğlu’na mezhebi üzerinden karşı çıkış, “ne olursa olsun bu seçimi kazanmalıyız” düşüncesinin muhaliflerdeki yaygınlığını gösteriyor. Yıllardır kaybetmenin verdiği bir bilenmişlik var, kazanma arzusu çok keskin ve bu nedenle her koşulda uyulması lazım gelen bazı ahlaki kurallar es geçilebiliyor. Belki biraz basitleştirmek pahasına, futbol holiganlarının “vur, kır, parçala, bu maçı kazan” sloganında ifadesini bulan bir ruh halinin, muhalif mahallenin hatırı sayılır bir kısmında hakim olduğu söylenebilir.
Siyasetin yol göstericiliği
Bedeline ve üreteceği neticelere bakılmaksızın, ne yapıp edip mutlaka ama mutlaka kazanmak gerektiğini salık veren bu tavır, siyasete iki yanlı zarar verir: Bir yandan, ahlaki ilke ve kaygıları paranteze alır. Çünkü kazanmak tek düşünce olduğunda; çoğunluktaki arızalara en azından göz yumulması -ve bazen de bunların körüklenmesi- kaçınılmaz hale gelir.
Mesela çoğunlukta mültecilere yönelik şikâyetler artmışsa, kazanmak adına mülteci karşıtlığının bayraktarlığı üstlenilebilir. Ya da çoğunluk Kürtlerin, Alevilerin, gayrimüslimlerin ve diğer grupların haklarının gasp edilmesine itiraz etmemişse ya da onay vermişse, ses çıkarmamak ya da daha kötüsü bu baskı dalgalarına katılmak normalleşir.
Diğer yandan ise bu, siyasetin yanlışlara karşı durma ve ön açma misyonunu da köreltir. Şüphesiz, siyasetçiler halkın eğilimlerini gözetmek mecburiyetindedirler; ancak bu mecburiyet toplumsal yapıdaki apaçık ayrımcılıkları ve hukuksuzlukları hoş görmeyi, tabuları sorgusuz sualsiz kabullenmeyi ve yanlışlıklara meşruiyet üretmeyi gerektirmez.
Siyasetçi, doğruların savunmasını yapmak ve kitleleri buna ikna etmeye çabalamakla da mükelleftir. Türkiye’de bu bağlamda siyasetçilere düşen en mühim vazife, siyaseti kimliklere hapsetmekten çıkarmaktır. Yol gösterici olmak, siyasetin varlık nedenlerinden biridir; zira siyasetin yol göstericiliği olmazsa ne sorunlar aşılabilir ne de toplumsal hayatı iyileştirecek kazanımlar elde edilebilir.
Siyasetin sonuç odaklı bir iş olduğu ve kazanmaya hayati bir değer atfedildiği doğrudur. Ancak kazanmak kadar nasıl kazanıldığı da önemlidir. Her zaman ve her şartta!
Independent Türkçe, 26 Mayıs 2022