Ülkemizdeki Batı düşmanlığının ulaştığı boyutlar gittikçe artan sayıda yorumcunun endişeli tahlillerine yol açmaktadır. Aşırı sağ ve solda ideolojik nedenlerle eskiden beri karşılaştığımız bu hissiyat, son zamanlarda toplumun nerede ise tüm katmanlarına yayılmaya başlamıştır. Bu yazımda bu konuya değinmekten ziyade konunun NATO üyeliğimiz üzerine etkilerine ve son haftalarda üyeliğimizin gittikçe tartışılır olduğuna dikkat çekmeyi öngörüyorum. NATO ile ilişkilerimizin tarihi hakkındaki görüşlerimle ilgilenenler “Serbestiyet” arşivine ve orada bulunan ilk yazıma bakabilirler.
Batıya karşı ülkemizde duyulan ve büyük ölçüde anlaşılması güç olan yaygın husumetten rahatsız olduğumu baştan yeniden hatırlatayım. Kanaatimce ülkemiz Batıdan uzaklaştıkça, demokrasi ve hukuktan da uzaklaşmakta, bunun bedelini de tüm halkımız birlikte ödemektedir. Batıdan uzaklaştıkça demokrasi ve hukuktan da uzaklaşmanın eşyanın tabiatında olmadığını iddia etmek mümkün tabii ama ne yazık ki bugün dünyaya bakıldığında gerçek ve işleyen demokrasiler, pek az istisna dışında sadece Batıda yer almaktadır.
Türkiye de bu sebeple özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan Batı kurumlarına girmeye özel gayret göstermiş, Avrupa Konseyinin kurucu üyesi olmuş, NATO’ya ilk yıllarında katılmış, Avrupa bütünleşmesinin en güçlü ayağını teşkil eden Avrupa Birliği ile ilk kurulduğu yıllardan itibaren tam üyeliğe götürecek bir ilişkiye girmiştir. Amaç Türkiye’nin Batı dünyasının bir parçası olduğunu kanıtlamaktı. O dönemlerde Türk demokrasisinin kusursuz olduğunu iddia etmek mümkün değildi tabii ki. Arka arkaya gelen askeri müdahaleler demokrasinin ve onun vazgeçilmez kurumlarının gerektiği şekilde çalışmadıklarının kanıtıydı. Askeri müdahaleler hep bunları düzeltme iddiasıyla yapılmış, ülkemizin Batı dünyasına aidiyeti onlara rağmen tartışmaya açılmamıştı.
NATO üyeliği bu aidiyetin belki en önemli unsurunu teşkil ediyordu. Darbeler döneminde bile Avrupa Konseyinden ve Avrupa Birliğinden uzaklaşılmasına rağmen, NATO taahhütleri aksatılmadan yerine getirilmişti. O kadar ki bazı çevrelerde darbe ve askeri müdahaleler NATO ile özdeşleştirilmiş, herhangi bir kanıt göstermeye gerek görülmeden ve darbelerin kendi kendine değil sistemin kilitlenmesinden dolayı meydana geldiği hususuna dikkat edilmeden, bunların sorumlusu ve tetikleyicisinin NATO olduğu görüşü gittikçe yayılmaya başlamıştır. ABD’ye karşı duyulan husumetten NATO da tabiatıyla payını almıştır.
Yine de NATO’dan çıkmak gibi bir tartışma son zamanlara kadar cereyan etmemiştir. Finlandiya ve İsveç’in üyelik müracaatı yapılmadan önce düzenlenen kamuoyu yoklamaları halkın %60’ının ABD’ye karşı duyduğu husumete rağmen NATO üyeliğini desteklediğini göstermiştir.
Aslında Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından sonra NATO’nun değeri tüm Avrupa’da kendini daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Geleneksel olarak ve tarihsel nedenlerle savunma konularına ihtiyatla bakan Almanya’da NATO üyeliği birdenbire kıymete bindi. Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinde zaten kuvvetli olan NATO desteği gittikçe arttı. Finlandiya ve İsveç Rusya’nın olası saldırısına karşı NATO’yu olabilecek en sağlam güvence olarak gördükleri için üyelik müracaatında bulunmuştur. Geleneksel olarak Rusya’ya karşı son derece ihtiyatlı bir politika izleyen Finlandiya’da halkın %85’i ülkenin NATO üyeliğini desteklemekte, artık kimse Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un iki yıl önce söylediği gibi NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini iddia etmemektedir.
Bizde ise tam tersine bir gelişmeye şahit oluyoruz. Rusya istilasının ilk günlerinden itibaren sağ ve sol basında Rus propagandası sorgulanmadan benimsenmiş, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının ABD ve NATO tarafından tahrik edildiği ve dolayısıyla haklı olduğu gayet yaygın bir şekilde dile getirilmiştir. Batı ülkeleri ve özellikle Rusya’ya komşu olanları bugün Ukrayna’ya gerekçesiz saldıran Rusya’nın yarın başka bir komşu ülkeye saldırabileceği endişesini yaşarken, tarihi boyunca Rusya ile en az 18 defa savaşmış ve bu savaşların çoğunu kaybetmiş olan ülkemizde Rusya bir tehdit sayılmaz olmuştur. Batı düşmanlığının bir sonucu olarak demokrasi, adalet, hukuktan kopuk, gelir ve servet adaleti dünyanın en bozukları arasında olan Rusya sempatiyle bakılan bir ülke olmuştur. Solcu geçinen kesimlerin böyle bir rejim ve sisteme hayranlıkla bakmaları ayrı bir muammadır.
Bu fenomen Finlandiya ile İsveç’in NATO’ya üyelik müracaatları ile hız ve etki kazanmış görünüyor. Türkiye’nin bu iki ülkenin NATO üyeliğine icazet vermeyi birtakım şartlara bağlamasından ve buna karşılık tüm NATO üyelerinin Finlandiya ile İsveç’i bir an önce örgüte üye yapma arzu ve iradesini yüksek sesle beyan etmeye başlamasından sonra iktidarın terörü destekledikleri iddiasıyla bu iki ülkeye duyduğu kızgınlık mevcut üyelere ve örgütün kendisine de yönelmeye başlamıştır.
NATO ülkeleri arasında en azından krizin başlangıcında yaygın kanaat 29-30 Haziran tarihinde Madrit’te yapılacak olan zirvede konunun tatlıya bağlanacağı ve ufak tefek birtakım düzenlemelerden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın itirazını geri çekeceği yönündeydi. Aslında Türkiye’nin talepleri başlangıçtan itibaren somut ve kesin bir şekilde dile getirilmemiş, birçok kişinin ağzından farklı talepler öne sürülmüştür. Bunların arasında yerine getirilmesi en zor, hatta imkânsız olanı özellikle İsveç’ten Türkiye’ye iadesi istenen kişilerle ilgili olanıdır. Konuya hazırlıksız bir şekilde yanaşıldığının kanıtı, istenen kişiler arasında görünürlüğü en fazla olan İsveç Parlamentosu üyesi kişinin Türk vatandaşı dahi olmadığı, dolayısıyla İsveç istese dahi bu kişiyi hukuken Türkiye’ye göndermesinin mümkün olmadığıdır. İadesi istenen kişilerden bir başkasının yedi yıl önce vefat ettiğinin ortaya çıkması listenin alelusul hazırlandığının bir diğer kanıtıdır. Diğer istenen kişilerin de önemli bir bölümü İsveç vatandaşı oldukları için yine Türkiye’ye gönderilmeleri hem hukuki, hem de siyasi bakımdan imkânsız görülmektedir. Ülkemizdeki hukuk sisteminin durumu zaten Batılı ülkeleri için iadeye imkân vermemektedir.
Ancak iade talebi o kadar çok dillendirilmiş, kamuoyunun haklı PKK düşmanlığı bu konuyla o kadar fazla ilintilendirilmiştir ki gerek medya gerek muhalefet dahil çoğu siyasi partiler için bu konu olmazsa olmaza dönüşmüştür. Bu durumda konunun suhuletle ve uzlaşmayla çözümlenmesi gittikçe zorlaşmıştır. Başlangıçta aşırı uçlardan gelen NATO’dan çıkılması söylemi, yavaş yavaş ana akım partilere de yayılmaya başlamış, MHP Genel Başkanı açıkça NATO’dan çekilinmesini önermiş, CHP Genel Başkanı ise NATO üyeliğine taraf olmakla beraber NATO’dan ayrılma konusu TBMM’ye gelirse bunu destekleyeceklerini söylemiştir.
Bunların üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan 6 Haziran tarihinde düzenlenen Cumhurbaşkanlığı Kabinesi toplantısı sonrasında yaptığı açıklamalarda ezcümle şunları söylemiştir: “İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise hiçbir zaman içine tam olarak alınmadığımız, hep kenarında tutulduğumuz paktların riyakârlıkları çerçevesinde dönüp durduk. Bu süreçte siyasi ve ekonomik olarak kendi yolumuzu çizmeye her teşebbüs edişimizde kendimizi darbelerin, istikrarsızlıkların, krizlerin içinde bulduk.”
Cumhurbaşkanının bu sözleri, açıklamasında yer alan memurların ek göstergeleri ile ilgili verdiği bilgilerin çok daha fazla ilgi çekmesi nedeniyle pek fazla yankı uyandırmamıştır. Ancak, bu söylem NATO’nun ülkemizdeki ezeli düşmanlarının kullandığı sözlerden farklı değildir.
İsveç ve Finlandiya’nın adaylığı konusu bir çözüme bağlanmadığı ve NATO zirvesine ancak iki haftanın kalmış olduğu mevcut ortamda bu sözler NATO’dan çekilmenin zeminini yapmak şeklinde yorumlanabilir. Fakat yapılanlar sadece bu konuşmadan ibaret değildir. NATO’nun birkaç yılda bir Baltık denizinde düzenlediği tatbikata en son 2019 yılında bir savaş gemisiyle katılan ülkemiz, bu sefer sadece beş uçak yollayarak mesafesini koymuştur. Tabii Türkiye’nin tatbikata düşük düzeyde katılması tatbikatın etkisini azaltmamaktadır. ABD bir uçak gemisi dahil güçlü bir filo ile tatbikata katılarak ve filoyu Stockholm limanına bir ziyarete yollayarak verdiği desteği görünür bir şekilde ifade etmiştir.
Önümüzdeki iki hafta bu bakımdan bir hayli heyecanlı geçecektir. Türkiye tarafında bir hareketlenme olmazsa, İsveç ve Finlandiya’nın Türkiye’nin itirazlarına rağmen NATO’ya dahil edilmesi formülleri aranacaktır. Zaten bu iki ülke birkaç aydır toplantılara gözlemci olarak katılmaktadır. Aynı şekilde askeri tatbikatlara da canı gönülden iştirak etmektedirler. ABD, İngiltere ve Almanya onlara güvenlik garantisi vermiş, NATO içinde ayrı bir ittifak kurulmasının ilk adımları atılmıştır. 29-30 Haziran tarihindeki zirve öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tutumu merak konusudur. Tabii zirveye katılmayıp, konunun sessizlikle unutturulması yoluna gidebilir. Ancak mizacına pek uymayan böyle bir tutumu benimsemesi şüpheli görülmektedir.