Bundan 15 sene evvel, askerin epeyce kudretli, AKP’ninse kudretini henüz berkitmekte olduğu günlerde, tabip teğmenlerin GATA’daki mezuniyet töreninde askerlerle yeni cumhurbaşkanı Abdullah Gül arasında bir hitap krizi yaşanmıştı. “Arasında yaşanmıştı” diyorum ama aslında söz konusu olan askerlerden gelen tek taraflı bir tavırdı; Gül ve AKP cenahı bu tavra o an doğrudan bir karşılık vermemişti.
Bu “hitap krizi” aşağıda kısaca değineceğim bir dizi olayın birikmesi sonucunda gerçekleşmişti.
Hatırlarsak, 24 Nisan 2007 tarihinde yapılan AKP grup toplantısında Erdoğan, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı adayı olarak açıklamış, hemen ardından Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’tan 27 Nisan e-muhtırası olarak bilinen internet açıklaması gelmiş, neticede Gül 28 Ağustos’ta TBMM’deki üçüncü tur oylamada cumhurbaşkanı seçilmişti.
Bu tarihten sadece iki gün sonra, Kara, Deniz ve Hava Harp Okulları ile GATA’nın mezuniyet törenleri vardı ve bu törenler yeni ve görünen o ki “gayri makbul” cumhurbaşkanı ile askerlerin ilk kez karşılaşacağı arena olacaktı. Bu karşılaşmanın gerçekleşeceği günün akşamında Genelkurmay Başkanı tarafından verilecek resepsiyon da ikinci arena…
Bütün gözler, bu törenlerde ve resepsiyonda yaşanacaklar üzerinden yeni dönemin sivil-asker ilişkilerinin ve bunun da ötesinde siyasetteki yeni güç dengelerinin ve rol paylaşımlarının okumasını yapmak üzere tetikteydi.
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinden bir gün önce, Zafer Haftası kapsamında bir mesaj yayınlamış ve “sinsi” olarak tanımladığı bazı çabalardan duyduğu üzüntüsünü ifade etmişti:
“Birtakım kötü niyetliler tarafından, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve demokratik yapısını bozmak ve çağdaş kazanımlarını ortadan kaldırmak amacıyla yürütülen sinsi planlar ne yazık ki her geçen gün farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Üzülerek ifade ediyorum ki, yaşadığımız günlerde hem ülke içinden hem de ülke dışından Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yapılan saldırılar artmış bulunmaktadır. (…) Türk Silahlı Kuvvetleri bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni koruyup kollama görevini Atatürkçü Düşünce Sisteminin rehberliğinde gerçekleştirirken kararlı duruşundan asla taviz vermeyecektir.”
Anlaşılan, asker hoşnutsuzluğunu göstermek için bir tutum almak, bunu da iyi ölçülmüş araç ve/veya sembollerle yapmak istiyordu.
Kimin, neyi, nasıl algılayacağı ve algılaması gerektiği konusunda da genelkurmay müfessiri gazetecilerin yardımlarını esirgemeyeceğinin bilindiği günlerdi.
Örneğin 30 Ağustos akşamı Kara Kuvvetleri Komutanlığının bahçesinde verilen resepsiyonda neler yaşandığını dakika dakika anlatan Hürriyet kadrosu jestlerden, mimiklerden, kimin kiminle konuştuğundan manalar çıkartıyor ve bunları Büyükanıt’tan Başbuğ’a tümüyle askerleri, hatta onların eşlerini esas aktörler olarak alan, başbakanından cumhurbaşkanına AKP cenahını ise bu esas aktörler üzerinden ikincilleştiren bir dille haberleştiriyordu.
30 Ağustos’ta öğle saatlerinde mezuniyet töreni için eş-siz olarak (davetiyesi tek kişilikti) GATA’ya gelen Cumhurbaşkanı Gül, törenin yapılacağı salona girip protokoldeki başbakan ve komutanlarla tokalaşırken, Büyükanıt ve bazı generaller Gül oturmadan koltuklarına yerleştiler.
Ardından, Büyükanıt’ın diploma vermek için kürsüye çıkarken ve yerine geçerken Cumhurbaşkanı Gül’ü selamlamadığı, Başbuğ’un da Büyükanıt gibi davrandığı görüldü.
Ve nihayet, GATA komutanının konuşmasına başlarken, alışıldığı gibi “Sayın Cumhurbaşkanım” yerine “Sayın Cumhurbaşkanı” hitabını tercih ettiği duyuldu.
O eksik iyelik/aitlik eki, tıpkı selamlamama gibi, tıpkı Gül’ün oturmasını beklemeden oturma gibi, Cumhurbaşkanıyla bir mesafelenme ve ona yönelik bir tavır anlamına geliyordu.
Şimdi çoktan unutulmuş gözüken bu olayların üzerinden 15 yıl geçti ve köprülerin altından çok sular aktı.
Akan suların aldığı yeni rengi, akan sularla birlikte adı bile değişmiş olan Müşterek Harp Enstitüsünde geçtiğimiz günlerde yapılan kurmay subay mezuniyet töreninde görme ve eskisiyle kıyas etme fırsatı bulduk.
Törene Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Milli Savunma Bakanı Akar da katılmıştı.
Törende bir konuşma yapan Akar’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitap şekli, 15 sene önceki cumhurbaşkanı/cumhurbaşkanım tartışmalarıyla kıyaslanınca, köprülerin altından akan suların debisinin şiddetini ve yıllar önceki mesafelenmenin nasıl da kapanıp TSK’nın, en azından liderlik düzeyinde, Cumhurbaşkanının şahsında adeta içerildiğini gösterir gibiydi.
Akar Erdoğan’a, “Sayın Cumhurbaşkanı” diye değil, “Sayın Cumhurbaşkanım” diye de değil, “Zat-ı Devletleri” diye hitap ediyordu.
Akar, sadece askerî gelenekler bakımından değil, Türkiye’deki genel bürokratik jargon bakımından da pek yaygın ve alışıldık olmayan bu hitabı konuşması boyunca birkaç kez tekrarladı ve onu “emir ve komutanızla” gibi bazı ifadelerle süsledi.
Eksiltilmiş bir “m” harfinin askerin başarı hanesine bir artı olarak yazıldığı o eski günlerden bugünlere gelmiştik. Geldiğimiz yeri işaretleyen bu “zat-ı devletleri” ifadesi pek çok kişinin dikkatinden kaçmış görünüyor.
Oysa, ordunun siyasetle ilişkisinin aldığı yeni biçimi yorumlayabilmek bakımından üzerinde düşünmeye değer ipuçları sunan bu hitap değişimi, dikkatlice izlenmeyi ve görmezden gelinmemeyi hak ediyor.
Zira, en son Putin ve generalleri arasındaki ilişkide görüldüğü üzere, huşu dolu bir ifade ile beyan edilen koşulsuz ve neredeyse kör bir itaat, sağlıklı bir sivil-asker ilişkisinin ötesinde, alınan siyasi direktiflere ilişkin profesyonel askerî değerlendirmeleri cesurca ve dürüstçe sunmak yerine onları siyasi otoritenin beklentileri doğrultusunda bükmek gibi bir risk taşıyor.
Bu nedenle, sivil-asker ilişkileri bakımından görünüşte demokratik bir tını taşıyor gibi görünen bu hitabın işaret ettiği ilişki biçimi, kurumlardan ziyade kişiler (Erdoğan-Akar) üzerinden yürütüldüğü ve onlarla kaim olduğu ölçüde, demokratik bir niteliği garantilemekten yoksun görünüyor.
Öte yandan, bu hitabın gerçekte ima ettiği anlamın da epey tartışmalı olduğunu belirtmek gerek. Zira bu ifadeyle beyan edilmek istenen “lidere koşulsuz itaat ve bağlılığın,” TSK kadrolarının hangi hiyerarşik kesiminde nasıl bir sayısal büyüklüğe, yaygınlığa, derinliğe ve sahiciliğe karşılık geldiği hâlâ büyük bir soru olarak duruyor.
Tam da bu sorunun olası cevapları üzerine düşünürken karşıma çıkan bir sosyal medya paylaşımını, konuyla doğrudan ilgili olmamasına rağmen, TSK’nın örgütsel psikolojisini de analize dahil etmeye kapı aralaması açısından çarpıcı buldum.
Son zamanlardaki hekimlere yönelik şiddet haberlerine ilişkin “Doktor görünce ayağa kalkıp önünü ilikleyen bir toplumdan doktorları tartaklamaya çalışan topluma dönüşmek. Hicap duyuyorum, korkunç..” şeklindeki bir paylaşıma, Murat Önderman Twitter’dan şu yorumla karşılık veriyordu:
“Ön iliklemede örtük olarak mevcut olan agresyon şimdi yuvasından çıkıyor. Hatta ön iliklemenin korkudan kaynaklanan öfkeyi dizginlemeye hizmet ettiği söylenebilir. Kör itaatten kör itaatsizliğe geçmek de zor değil. Bunlar hep aynı düzlem, aynı tarla, aynı kültür.”