Ali Bulaç
İran üzerine
İmam Humeyni’nin doktrini çöktü mü? İranlılar nerede hata yaptı? Müslüman dünya askeri, politik ve ruhi olarak batıya ve İsrail’e teslim mi oldu? İlk sorumuz, “12 Günde ne oldu” sualiydi. Cevap açık ve basit: Suriye’de Baas diktatörlüğü çöktü -darısı diğer diktatörlerin başına-, Esed, Suriye’yi terk edip gitti. Birçok bileşeniyle HTŞ, hiçbir direnmeyle karşılaşmadan Halep, Hama, Hums ve Şam’a girdi. Yıllardır ağır işkenceler altında olan binlerce masum esir hapishanelerden kurtarıldı. İsrail, Suriye’nin askeri potansiyelinin neredeyse tamamını imha etti. Türkiye, bir kere daha Batı nezdindeki prestijini, önemini tazeledi.
İlahiyat’tan Yüksek İslam’a, Akademisyen’den Alim’e
Benim 1960’larda okuduğum İmam Hatip’te Arapça, İngilizce, Farsça; tabiat bilimlerinden fizik, kimya, biyoloji; sosyal bilimlerden sosyoloji, psikoloji; felsefe; İslami ilimlerden tefsir, hadis, kelam dersleri vardı; Yüksek İslam Enstitüsü’nde müfredat iyiydi. Yüksek İslam Enstitüleri’nin İlahiyat Fakülteleri’ne çevrilmesi iyi mi oldu, kötü mü oldu? Bu sorulmaya değer bir sual. Yaşadığımız tecrübeden maksadın hasıl olmadığını anlıyoruz.
Fikir ve bilgi üretimi açısından ilahiyatlar
İslam’ın kendine göre bir bilgi elde etme usulü, yani fıkıh usulü, hadis usulü, tefsir usulü, kelam usulü vardır. Akademik yöntem, bir tür bilgi tekniği ve arkeolojisini yapma girişimidir, haklı sebepleri olsa da bilgi bütünden küçük parçalara indirgenmedikçe bilimsel araştırmaya konu olmaz. Akademisyen ne İslam'ın hakikatleri hakkında bize bilgi verir ne de gündelik hayatta hareket ederken bize bir yol haritası çizer. Burada kategorik olarak "din ile bilim" arasında çatışma olmaktan çok, İslam ile ilahiyatçının dili ve yöntemi arasında temel bir çatışma baş göstermektedir.
Lale Çayevi’nden Uncular Cafe’lerine
Eski Lale Çayevi ve Duvar dibi müdavimleri için zafer elde edildi: Hamdolsun Ayasofya açıldı, İmam Hatiplerin, ilahiyatları sayısı gün geçtikçe artıyor, başörtüsü serbest, Taksim’e cami de yapıldı… Daha geriye ne kaldı, şimdi zaferi kutlayıp nimetleri tüketme zamanı. Olup biteni anlamak için 1970’lerin Lale Çayevi ile 2024’lerin Üsküdar Uncular sokağındaki cafeler arasında dikkatli, sakin bir mukayeseyle başlanabilir, bunun öncesinde Fatih’ten Başakşehir’e ve sonra Yeşilköy’e başlayan firarden başlamak lazım.
Sosyal bilimin ilahiyatçıları
Temmuz-2016 ayının son günlerinde tutuklandım. İlk günlerde dışarıdan ve kütüphaneden getirttiğim kitapları okuyarak vakit geçiriyordum. Gel gör ki, birden kitap yasağı koydular ve bu sekiz ay sürdü. Bunu hemen hemen her hafta beni ziyaret eden CHP’li vekillere, özellikle Utku Çakıröezer’e söylemiş, o da Cumhuriyet Gazetesine konuşmuş, onlar da bunu küçük bir haber yapmıştı. Bu haberi okuyan bir Marxist, bana Maltepe’den iki kitap yolladı, elime yasak kalktıktan sonra ulaştı. Okuyabileceğimiz iki şey vardı, biri Diyanet’in takvimi, diğeri Diyanet’in Kur’an Meali. Valla Kuşayri, Kelebazi, Nesefi, Hucviri ve Gazali’nin kitaplarının da yasaklanacağı aklımın ucundan geçmezdi. Demek ki insanın aklından geçmeyen başına gelirmiş.
Gazze ve Kürtler
Bölge yönetimlerinin akılsız, haksız ve zalimane tutumları dolayısıyla mağduriyete maruz kalan Kürtler, Amerika ve İsrail için kullanışlı istismar araçları olarak görülüyor.
2015’ten bu yana takip edilen ısrarcı “milli ve yerli” resmi politika karşısında biri pozitif diğeri negatif iki çekim gücü karşısında doğru tutum belirlemeye çalışan ortalama Kürtler –ki artık bunların içinde dindar muhafazakâr ve hatta eski İslamcılar da var- sürüp giden olaylar karşısında kararsız kalıyor, bu da onlarda belli belirsiz bir meşruiyet krizine, vicdani bir rahatsızlığa, fikri ve manevi bir mutsuzluğa yol açıyor.
Kovuktan kent bedevisine
“Mahalli olan” ile “milli olan” arasında bir gerilim söz konusu. Bu doğru mu? Hayır. Çünkü o yıllarda AK Parti, mevcut siyasi partiler içinde sadece kendisi ‘Türkiye partisi’ olabildiyse, bunu açıktan reddettiği tarihi ve kültürel köklerine borçluydu. Üzerlerinden çıkardıkları gömleğe rağmen İslamcı kökler derin bir geçmişe dayanıyor ve sadece bu köklere sırtlarını yaslayabilenler küresel sürece belli bir özgüvenle bakabiliyorlar. Aslında olan, tasvir edilenin aksidir; yani “mahalli” olan küresel sürece katılıyor, AB üyelik sürecinin yanında yer alabiliyor; geleneksel çizgide direnip “ulusal kalmakta direnen” ise mahallileşiyor, kendi üstüne kapanıyor, dünya ile temasını koparıyor.
Resmi Türkiye’nin referansı, Öteki Türkiye’nin performansı
1990’ların başında gerilimin “resmi Türkiye ile sivil Türkiye arasında” sürdüğünü yazmıştım, üstelik sadece Türkiye’de değil Müslüman toplumların neredeyse hepsinde farklı mahiyette sürüyordu, bizde ise bu gerilim yüz elli senedir sosyo psikolojik yapımızı hırpalayıp bitkin düşürüyor. Kuşkusuz ben sivil ve öteki Türkiye’nin tarafındaydım ama siyasette ve entelektüel düzeyde İslamcı olanların ezici çoğunluğunun yöneldikleri hedefin Resmi Türkiye’ye “dini muhafazakar cübbe” giydirmek olduğunu seziyor, bu da beni kaygılandırıyordu.
Yüksek İslam-Volk İslam
Tarihsel İslam’da Batı’dakine benzer iki karşıt sosyal sınıf olduğu anlamına gelmez, bu yüzden Mardin’in Yüksek İslam-Volk İslam’ı yeterince açıklayıcı değildir. Selçuklu-Osmanlı’da medrese-tekke olgusu batıdaki dini sosyal olguyla benzerlik göstermez. Emevi ve Abbasiler döneminde “cübbeli kassaslar” sivil ulemaya kök söktürmüşlerdir. Kassas zümreleri Selçuklu ve Osmanlı’da kürsüden, mihraptan halkı Horasan merkezli tasavvufun içine karışmış mitolojik hikayelerle uyutmuştur; bugün de o zümreler üstelik modern iletişim araçlarını kullanarak bid’at, hurafe ve şarlatanlıklarına hız katarak devam etmektedirler.
“Mahalle baskısı”
Mahalleden olmak her yanlışa, her haksızlığa katlanmak, her şeyi sineye çekmek, ağzı var dili yok her şeye göz yummak demek. Bugün de öyle değil mi? Mahallenin çocuğu olarak ne kadar uysal olursanız olun aktif bir propagandist olarak ön saflarda yer almadıkça yine de harekete bağlılığınızı ispat etmiş olamazsınız. Mesleki formasyonunuz ne kadar iyi olursa olsun, siz her zaman bu mahallenin çocuğusunuz, evin danasısınız. Kutuplaşmanın rant getirdiği bir ülkede siz hep bu mahallede kalacaksınız ve size biçilmiş statünüze rıza göstereceksiniz. Şimdi bu şart ve kuralların geçerli olduğu bir mahallede nasıl özgür eleştiri yapacaksınız? Yürek ister, ciğer ister, başka şey ister.
Kemalist ahlaki boşlukta dindarın ameli
Şerif Mardin, Kemalist projenin son derece önemli bir zaafını tespit etmişti, belki de Sait Nursi ile ilgilenmesinin sebebi buydu. Bu zaaf Kemalizm’i başarısız kılan önemli bir faktördü. Şerif Mardin’in “boşluk” diye söz ettiği şey aslında “ahlaki boşluk”tu. Kemalist reformların yumuşak karnıydı, dini toplumsal hayattan çıkarmayı amaç edinmişti ama yerine toplumu ahlaki norm ve yüksek manevi değerler etrafında bir arada tutacak değerler sisteminden yoksundu, Kemalizm ortadan kaldırdığı şeyin yerine onun fonksiyonlarını görecek başka şey ikame etmemişti.
Şerif Mardin’le yaşadığım aydınlanma
Sosyoloji üzerinde derinlemesine düşünmeme yol açan en önemli sebep Şerif Mardin’le olan ilk buluşmamızdı. Cemil Meriç’in sosyoloji etrafında ördüğü güvensiz atmosferin üstüne Mardin’in sürekli değişen realitenin arkasında değişmez tarihsel ve maddi sebep arayışı ısrarı eklenince, bende sosyolojiye, bu arada sosyal bilimlerin kendisine karşı şüpheci düşünme süreci başlattı. Bu süreç bende sosyal olaylar, sosyal değişim ve değişimde rol oynayan faktörler üzerinde inceleme ve araştırma yaparken, beni “belirleyici (muayyin) faktör” ile “etkileyici (müessir) faktör” arasında ayırım yapma gerektiği fikrine sevketti.
Şerif Mardin ve sosyolojisi (İlk karşılaşma: Said Nursi’nin imanı)
Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi kitabını yazma aşamasında iken aklına takılan bir mevzu sebebiyle, bir gün beni evine davet etti “-Ali bey, Said Nursi’nin Ege’de Isparta ve Barla’da niçin tutulduğunu anlayamıyorum. Burada maddi-sosyal faktör de gözükmüyor; sen bunu nasıl görüyorsun?” diye sordu. Ben, “Hocam, maddi bir faktör aramak zorunda mıyız?” diye sorduğumda “Evet, yoksa bu olayı açıklayamayız” diye cevap verdi. Belli ki daha ilk karşılaşmamızda iki farklı sosyolojiye sahip olduğumuz anlaşılıyordu,
Necip Fazıl, ayrışma ve iktidar (Sedat Yenigün-3)
Türk solunun dine karşı tutumunun muhafazakar kitlelerin sağa itilmesinde büyük payı vardı. Tek parti yönetimi hayatı dar etmişti ve bu dönemde Necip Fazıl, en yüksek perdeden bu mağdur ve mazlum insanların sözcüsü, savunucusu gibiydi. Fakat fikriyatına yakından bakıldığında hiç de İslami/iyi bir çizgide olduğu söylenemezdi. Muhammed Hamidullah’a “baidullah”, Ebu’l A’la Mevdudi’ye “merdudi” diyordu. Seyyid Kutup’a adeta hasımdı. Afganistan’da cihad başlayınca bir heyet İstanbul’a gelmiş, Necip Fazıl’ı ziyaret edip tavsiyelerini almak istemişti. Onlara “Kitaplarımı okuyun” demekle yetinmişti. Necip Fazıl “Türk’ün ruh kökü”nden, “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet”ten bahsediyor, son yıllarda iyiden iyiye Erbakan’a kızıp MHP’ye göz kırpıyordu. İpler 1977-Aralık ayında Tepebaşı Gazinosu’nda düzenlenen “İslami Diriliş Gecesi”nde koptu.
Bu kış Komünizm gelecek! (Sedat Yenigün-2)
Komünizmle Mücadele dernekleri, sağcı mukaddesatçı kuruluşlar, MTTB ve mukaddesatçı mevkuteler durmaksızın komünist tehlikeden söz edip duruyorlardı. Bu nasıl bir nefret, bu nasıl bir korkuydu? Bunun bir abartı olduğuna kanaat getirdim. Biz İslami kesim bunun farkında olmalı, sahte bir tehlikeden ve iç çatışmadan uzak durmalıydık. Bu yönde fikirler bende oluşmaya başladığında Sedat Yenigün’le tanıştık. Onun da kafasında cuk diye oturdu, çünkü MTTB’nin bu yönde manipüle edildiğine muttaliydi, İslami kesimin çatışmaların içine çekilmek istendiğine kesin kanii idi.
Sedat Yenigün-1 (Tanışma)
Sedat Yenigün’le 70’lerin ortasında tanıştım. “Fakülteden bir kızla konuşuyorum. Niyetim ciddi, evlenmeyi düşünüyorum ama biraz da tanımak istiyorum, ara sıra şurada burada konuşuyoruz. Bu günah mı?” diye benden fetva istemişti. O sırada İmam Gazali’nin Kimyay-ı Saadet kitabını okumuş, orada bu tür konuşmaların, hatta kadın sesinin haram olduğunu görmüş, büsbütün rahatsız olmuştu. “Konuşmanın, tanışmanın hiçbir mahzuru yok, hanım kızla konuşmaya, onu tanımaya devam edebilirsin, bundan hayırlı bir iş çıkar” dedim. Çok dürüst, kibar, bir İstanbul beyefendisiydi. Muhatabında itimat ve saygı uyandırırdı. Onunla iki konuda anlaşamıyorduk; birinde ben, diğerinde Sedat haklı çıktı.
Cemil Meriç’ten notlar
Cemil Meriç’in üslubu muhafazakâr dindar bazı yazarları üslubuyla etkiledi, her biri üsluplarında Cemil Meriç’i taklit ve takip ettiler. Sağ muhafazakâr kesime cazip gelmesinin bir sebebi tarihe ve geçmişe ilişkin okurlarına büyük bir özgüven telkin etmesiydi. 1984’te Genel Yayın Yönetmenliği’ni üstlendiğim İnsan Yayınları’nı kurunca Cemil Meriç’in kitaplarını yayınlama kararı aldık. Umrandan Uygarlığa, Kültürden İrfana ve Bu Ülke kitaplarını yayınladık. Yanılmıyorsam, onu en son vefatına yakın bir iftar yemeğinde Cevat Özkaya’nın evinde gördüm, bir daha görmek nasip olmadı. Geçenlerde bir kitabı ararken elime eski A4 eb’adında epey sararmış bir teksir kağıdı geçti, baktım Cemil Meriç’in bir sohbetinden aldığım notlar. Serbestiyet’teki ilk yazım Cemil Meriç’ten aldığım notlar olsun diye düşündüm.