Alper Görmüş

Muhafazakâr genç kuşaklardaki değişim ‘büyük’ siyaseti nasıl etkileyecek

İslam’ın küresel çapta modernlik ve bilim karşısında yaşadığı sorunlar genç kuşakları dindarlıktan ve cemaatçi yapılardan uzaklaştırıyor, onları bireyselleştiriyor. Bu radikal değişim, Erdoğan’ın dört beş yıl önce dümeni İslamcılıktan milliyetçiliğe kırışının sebeplerinden birini teşkil etmiş olabilir mi?

CHP tabanı 2010’dan bu yana ne kadar yol aldı?

CHP’deki değişimin hâlâ bir üst-orta liderlik dönüşümünden ibaret olduğunu ve tabana rağmen gerçekleşmekte olduğunu düşünüyorum. Taban, eski katı ideolojik pozisyonunu esasen koruyor olsa da “siyaset”e dair öğrendikleri nedeniyle Kılıçdaroğlu çizgisini tolere edebiliyor.

CHP’liler bunu başarabilir mi: ‘Erdoğan’ı görmezden gel, onu sevenleri sev’

CHP Yerel Yönetim Kampanya Başkanı Ateş İlyas Başsoy’un yeni kitabında anlattıklarına bakılırsa, 2019 yerel seçimler kampanyası sırasında, tıpkı 10 yıl önceki (2009) Antalya seçimlerinde olduğu gibi CHP’lilere hazmı çok zor önerilerde bulunmuş. Mesela, neredeyse herkese ezberlettiği şu slogan: “Erdoğan’ı görmezden gel. Onu sevenleri sev.”

ANALİZ: Fatih Portakal’ın ‘huzur’ açıklamasına inanmak kabil mi?

Her şey yıllardır gözümüzün önünde cereyan ediyor. Siyasetin en tepesinden trollerin en süflisine kadar her gün küfredilen, tehdit edilen, hakkında sürekli soruşturma açılan bir insandan söz ediyoruz. Çok başarılı, genç ve belli ki rekabetçi ortamlarla bir derdi yok; mutlu oralarda. Eh, bu durumda “kendi tercihim” meselesi çok havada kalmıyor mu?

2010 referandumunu CHP getirseydi?

‘Kahrolsun YAE’cilik’ tarikatına sormak lazım: Açın bir daha okuyun 2010 referandumunun maddelerini (fakat çoğulcu bir Hakimler ve Savcılar Kurulu’nu mümkün kılan seçim siteminin CHP’nin talebiyle Anayasa Mahkemesi’nde reddedildiğini unutmadan okuyun) ve sorun kendinize: “Bu referandumu CHP getirseydi ‘yetmez ama evet’ der miydim” diye. Utanmayın, sesli söyleyin, biz de duyalım.

Türkiye’de siyasetin ‘yetmez ama evet’lerle dolu tarihi

Behice Boran, Mehmet Ali Aybar, Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel ve daha niceleri… Türkiye’de sosyalist sol, Demokrat Parti’nin kuruluşunda ağırlıklı olarak tek parti iktidarına karşı ona açık destek verdi, ortak cephe kurma girişimleri oldu. Fakat onlar Türkiye siyasetinin ne ilk ne de son ‘yetmez ama evet’çileriydi.

HABER ANALİZ – ‘Gıcık’ kaptığımız ulusları haber başlığından nasıl anlarsınız?

Bizim basınımızda kuvvetli bir ırkçı damarın olduğu muhakkak. Fakat ırkçılık giderek çok ayıp bir davranış sayılmaya başladığı için, çoğunlukla bunun ‘incelikli’ biçimleri tercih ediliyor. Bu tarz ırkçılığın yöntemlerinden biri de, ’gıcık’ kaptığımız milletlerden söz ederken çoğul yerine tekil isim kullanmak.

Sekülerlik, dindarlık, kadınlık

“Hazır kadınlar artık seküler-dindar ayrımını anlamsız kılacak ölçüde sadece kadın kimlikleriyle ve dayanışma içinde hareket etmeye başlamışken geçmişi deşmenin, mevcut ‘iyi’ durumu sorgulamanın, ‘pişmiş aşa su katmanın’ ne âlemi var?” Bence var…

ANALİZ – Eren Bülbül ve ‘şehadet’ üzerinden ölümün kutsanması

Hayatın ölümden kıymetli, insanın yaşama hakkının devletin çıkarlarından daha önemli olduğu bir ülkede Eren Bülbül’ün ölümü her şeyden önce olaydaki vahim devlet ihmalinin deşilmesini, sorgulanmasını gerektirirdi.

Dindar kadınların direnişine seküler kadınlar da çok şaşırmış olmalı

İzliyor ve hissediyorsunuzdur; Serbestiyet, İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkan dindar kadınların sesini duyurmaktan büyük bir memnuniyet duyuyor. Dindar kadınların satıhtan yüzeye çıkıp görünür hale gelen direnişleri karşısında sadece erkek dindarlar değil, “fıtratlarının” buna elverişli olmadığını düşünen seküler kadınlar da çok şaşırmış olmalı.

ANALİZ – Bir dejavu hikâyesi… ‘Ekonomi tıkırında’nın ertesi günü: ‘Kriz var’

Sabah ve Hürriyet gazetelerinin dünkü (5 Ağustos) birinci sayfaları, 20 yıl önceki birinci sayfaları hatırlatıyor. Bugünlerde her gün yeni örnekleriyle karşılaştığımız “her şey yolunda” haberciliği 20 yıl önce hiçbir işe yaramamıştı.

İstanbul Sözleşmesi ve ‘türbanlı erkekler’

Erkekler kadınları ancak mecbur kaldıklarında kamusal alanda mücadeleye çağırır. Fakat bunun bedeli var: 1990’ların erkek dindarları, ‘İslam’ın kızları’nın 20 yıl sonra İstanbul Sözleşmesi diye bir ‘fesat belgesini’ savunacaklarını düşünselerdi, onları evlerinden çıkıp mücadeleye katılmaya çağırırlar mıydı?

ANALİZ – Alper Görmüş: Almanlar tartışınca biz de tartışmış sayıldık

Almanya’nın sosyal medya düzenlemesi üç yıla sâri bir süreçten geçerek yasalaştı. Durum böyleyken, Türk tipi yasayı üç günde Meclis’ten geçirenlerin “Almanya örneği” diye ortaya düşmeleri ayıp olmuyor mu biraz?

Kılıçdaroğlu’nun misyonu: CHP’yi gerçek ‘toplum’la karşılaştırmak

Çok değil, 7-8 yıl öncesine kadar CHP’nin ve CHP’lilerin çelişkileri dünyalara sığmayacak kadar büyüktü: Bir yandan asla değişmeyecek bir “gerici öz”e sahip çoğunluk varsayıyorlar, öbür yandan seçim kazanma hayali kuruyorlardı. Kılıçdaroğlu’yla birlikte o hayal yıkıldı, şimdi daha gerçekçisi kuruluyor.

AK Parti: ‘Toplum’dan kendi ‘cemaat’ine… CHP: Kendi ‘cemaat’inden ‘toplum’a

Son altı-yedi yılın özeti: AK Parti ‘toplum’dan kendi ‘cemaat’ine dönerken, on yıllardır kendi ‘cemaat’ini ‘toplum’ sanan CHP düşe kalka bu vahim yanılgısını terk ediyor.

Selim Türkhan’lar AK Parti’ye ‘elveda’ derken…

AK Parti’deki geniş kararsızlar grubu için araştırmacılar, galiba “endişeli modernler”den mülhem “huzursuz muhafazakârlar” adlandırmasını kullanıyor. Yanlış. Onlar muhafazakâr değil; onlar ‘Selim Türkhan.’

15 Temmuz: Demokrasinin büyük imkânıydı, otoriterliğin mezesi oldu (*)

“Darbeder” bir ülkede, girişilmiş fakat başarıya ulaşamayıp akim kalmış bir darbe kadar büyük bir demokratik imkân az bulunur. Darbeler ülkesi Türkiye, akim kalmış darbe şansını yakaladı fakat sonrası çok fena geldi.

15 Temmuz’un hâlâ cevabını bekleyen soruları (3)

Üçüncü soru: MİT Müsteşarı Fidan, 15 Temmuz akşamı Genelkurmay’dan çıktıktan sonra, gece beklenen saldırıya rağmen misafirleriyle birlikte önceden planlanan akşam yemeğine oturuyor. Çok tuhaf değil mi?

15 Temmuz’un hâlâ cevabını bekleyen soruları (2)

İkinci soru: Genelkurmay, 15 Temmuz günü o gece darbe ya da darbe benzeri bir olayın yaşanacağı ihbarını aldıktan sonra, daha risksiz durumlarda bile rutin olarak verilen “birliklerden çıkış yasak” emrini neden vermedi?

15 Temmuz’un hâlâ cevabını bekleyen soruları (1)

Birinci soru: Hulusi Akar darbe girişiminden üç gün sonra, 18 Temmuz 2016’da tanık olarak verdiği ifadede darbe günü akşam saatlerinde Hakan Fidan’la karargâhta buluştuğundan hiç söz etmemişti. Neden?

‘Muhafazakâr eziklik’ duygusu şu tarihsel anda nasıl bir rol oynayacak?

Acaba günümüzde AK Parti’nin tabanındaki ‘muhafazakâr eziklik’le malûl kitlelerin ‘öç, intikam’ vb. açılardan duygusu ne? Kendisi adına iktidarı kullananların, kendilerine benzemeyenleri ezmeye, bastırmaya karar verdikleri şu tarihsel anda içlerinden bir türlü atamadıkları eziklik duygusu nasıl bir rol oynayacak?

‘Muhafazakâr eziklik’ duygusu ve iktidarın susturma-bastırma seferberliği

AK Parti tabanı, iktidarın susturma-bastırma seferberliğine nasıl bir cevap verecek? Kanaatimce, bunu belirleyecek olan etkenlerden biri, bir duygu: Muhafazakâr yazarların yıllardır şikâyet ettikleri ‘muhafazakâr eziklik’ duygusu... Bu duygu, muhaliflere gösterdiği “celal yüzü”ne onay almada iktidarın işine yarayabilir.

‘İş’leri ‘sanal hafıza sergisinde’ sergilenen gazeteciler bugün ne düşünüyor?

Kutuplaşma, (kendi) okurları tarafından cezalandırılmayacağına güvendiği için, yalan olduğunu bildiğini risksiz bir biçimde yayma imkânını veriyor iktidar gazetecisine... O noktadan sonra, toplumu açık yalanlardan koruyacak yegâne güvence olarak geriye gazetecinin kendi ahlaki kaygıları kalıyor. Eh, orada da problem varsa, işte o zaman ‘sanal hafıza sergisi’ndeki ‘iş’ler çıkıyor ortaya.

Halkbank davası Bolton’ın kitabıyla yeniden alevlenirken…

Halkbank “ana dava”sının paralelinde sürdürülegelen ‘Trump davayı kapatmaya çalışıyor’ iddiasını bugüne kadar, ABD yönetim sistemi içinde ‘doğrudan şahit’ konumundan teyit eden hiç kimse çıkmamıştı. Trump’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’ın bugün (23 Haziran) piyasaya çıkan kitabı bu eksiği ilk kez olmak üzere izale ediyor. Böylece, Demokrat Senatör Ron Wyden’ın yedi ay önce başlattığı soruşturma da güçlü bir kanıta kavuşmuş oluyor.

Çullanma kültürünün pek utanç verici bir dışavurumu

Düşünün, diyelim beş kişiye karşı bir HDP’li çağrılmış programa. O program o dengesizlikle ister istemez bir çullanma sahnesi görünümüne bürünecektir; tipik, sıradan bir çullanma sahnesi... Şimdi de o bir kişinin dahi çağrılmadığını, fakat HDP’nin o beş kişi tarafından her gece dövüldüğünü düşünün; bu artık hakikaten en temel, en kadim değerlerin ayaklar altına alındığı bir duruma işaret eder.

2014-15’teki o tuhaflıkları anlatmak Davutoğlu’nun hem hakkı hem görevi

2013’ün ortasında (Gezi) ve sonunda (17-25 Aralık soruşturmaları) yaşanan iki büyük olayın ardından iktidarın tepesinde filizlenmeye başlayan “otoriter yönetim” fikri 2014’te kuluçkaya yatırıldıktan sonra 2015’ten itibaren hayata geçirilmeye başladı. O dönemde, aktörleri Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu olan birkaç kritik gelişme, yönetimin otoriterleşmesinin ayak sesleri gibiydi. Davutoğlu, “devlet terbiyesi” nedeniyle sineye çektiği o günleri bugün artık anlatmalı.

Davutoğlu ve Babacan neler anlatabilir?

Mesela: Gezi protestoları sırasında Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın Erdoğan’la taban tabana zıt tutumlar belirlediğini görebiliyorduk. Şimdi, Babacan ve Davutoğlu da benzer imalarda bulunuyorlar. Fakat tam olarak ne oldu? O kadar önemli siyasetçiler neden hiçbir etki yaratamadı? O günleri ayrıntılarıyla bilmek, “buraya nasıl geldik” sorusunu cevaplamada çok şey söylemez mi bize?

Davutoğlu ve Babacan’a ‘özeleştirinizi verin’ demeyin, ‘anlatın’ deyin

DEVA ve Gelecek partisi liderlerine, “olan bitende suç ortağıyız, özür dileriz” dedirtmek isteyenlerin derdi üzüm yemek, yani siyasetin rotasını demokratikleştirmek değil. Gerçekten üzüm yemek isteyenler şöyle demeli: “Lütfen yaşadıklarınızı anlatın; anlatın ki eski partinizin oralardan buralara nasıl geldiğini, bu dönüşümün içeride ne surette gerçekleştiğini öğrenelim.”

Justin Trudeau ve Fahrettin Altun

Başkalarının utancını kendi utancını gizlemek için kullanmak klasik bir devlet refleksi, hepimiz bunu biliriz. Başkalarının utancını kendi utancıyla yüzleşmenin aracı olarak kullanan bir devleti ise hayal etmek bile güç. Geçtiğimiz günlerde Amerika’nın utanç sahnesi üzerinden bu iki tutumun iki somut örneğini tecrübe ettik.

İşkenceci memuruna müebbet veren devletten bugünlere…

2008’de önce karakolda, ardından cezaevinde gördüğü işkenceyle hayatını kaybeden Engin Çeber’in davası beş yıl sürdü ve sonuçta Yargıtay iki gardiyanla bir müdür yardımcısının müebbet hapis cezalarını onadı. Adalet Bakanı daha müfettiş raporu aşamasında devlet adına aileden ve Türk halkından özür diledi. Önceki gün Diyarbakır Emniyeti’nden sızdırılan işkence görüntülerine karşı sergilenen devlet tutumu ise köprülerin altından ne suların aktığını bir kez daha gösterdi.